Ayla sevgili tipi dışında çeşitli insan tipleri de sembolize edilmiştir. O gece ülkesinin padişahı (Hüsrev). güneş sultanının sağduyuyu temsil eden veziri, yıldızlar ordusunun kumandanı, gece atına binmiş bir süvari, çavuş, felek kulesinde gözcü, gece bekçisi, sultanın ekmeğini yiyen hizmetkâr, kul, köle ve câriyedir. Ay müslüman. güneş hıristiyan-dır. Dolunay, gökyüzü kürsüsüne çıkıp yıldızlar cemaatine vaaz eden, siyah cüb-beli, başı beyaz sarıklı ve nur yüzlü bir şeyh veya vaizdir. Hilâl, işlemeli gök seccadesinde secde eden bir sâcid, namaz kılan bir kimse; ay, hâleden giydiği beyaz tennüresiyle semâ eden bir Mevlevi dervişidir. Ay, ışığını güneşten almak ve geceleyin görünmekle geceleri de çocuğuna bakan, uyanık kalan bir anne, güneş baba, yıldızlar da çocuklarıdır. Yahut gök beşiğinde sallanan hilâl, dokuz göğe telmihen dokuz evin bir oğlanı veya dadısıdır. Ay tellâk ve türbedardır. Güneş çeşmesinden naklettiği feyiz nuruyla bir sakadır. Eskiden dilenciler ve bazı dervişler cer kâsesi ve kandil ile dolaşırlardı. Bunlara ve yoksulluktan belin bükülmesine telmihen hilâl bir dilenci veya eğilerek selâm veren bir âşıktır. Dolunay, yıldız akçelerîyle gök pazarında dolanan bir müşteri, bir gece yolcusu, görünmemek için siyah elbiseler giyen bir gece hırsızıdır. Gittikçe şişmanlayan bir tenperver, hilâl iğnesiyle gök atlasını diken bir terzidir. Güneş def, ay ise rakkastır. Güneş yay burcunda iken ay ip üzerinde yürüyen bir cambaz, hokkabaz ve yıldız noktaları döküp gaipten, gelecekten haberler veren bir remmâl, bir falcıdır.
Ay ve güneş gökyüzünün İki gözüdür. Güzelin sinesi ay gibidir. Ay âşığın bağ-rındaki yaranın göğe aksetmiş bir şeklidir. Aydaki gölgeler, lekeler âşığın göğsündeki yara bereler yahut da güzelin yüzündeki ayva tüyleri veya benlerdir. Ay ve güneş, âşığın âh ateşinin göklere çıkmış kıvılcımlarıdır.
Gökyüzü veya gök cîsimleriyle, hayvan veya hayvanla ilgili unsurlar arasında çeşitli tasavvur ve tahayyüllerle karşılaşmak mümkündür. Bunlardan göklerin dönmesi, hareketi telakkisiyle en çok ilgi kurulanı attır denebilir. Bu ilişki içe-
190
risinde en çok ele alınan hilâldir. Hilâl gümüş veya altın bir eyere, üzengiye (ri-kâb) ve nala, yıldızlar da nal çivisine benzetilir. Rengârenk görünmesi, beş vakitte ötmesiyle horoz-zaman ilişkisi içerisinde gökyüzü horoza benzetildiği takdirde hilâl de bu horozun ibiği veya kuyruğu olmaktadır. Yeni ayın iki ucu kanada benzetilerek gökte uçan beyaz bir güvercin tasavvur edilir. Gökyüzü kumru olarak düşünülünce hilâl gagasına, hâle de boynundaki siyah halkaya benzetilir. Aynı zamanda bu halka kulluğa, âşıklığa ve esarete işarettir.
Mâhî "balık" demektir. "Aya mensup, aya ait" mânasına tevriyeli veya cinaslı olarak da kullanılabilir. Hilâl gökyüzü denizinin ufuk sahillerinde görünen gümüşten bir balığı veya gümüş balığıdır. Dolunay rengi ve yuvarlaklığı bakımından yumurta gibidir. Gece kargası onu kanatlarının altına alınca seher vakti ondan altın kanatlı bir tavus kuşu (güneş) doğar. Ay gök bahçesinin ak gülü, lâlesi, fidanı, kuru dalı veya harmanıdır. Kehkeşan (saman çeken: saman yolu) samanlarını bu harmandan çeker.
Ayla ilgili olarak maddî kültür yönünden de zengin bir kült teşekkül etmiştir. Bunlardan en önemlisi, aslen manevî bir değer taşıyan bayrakta yer alan hilâldir. Genel olarak İslâm'ın sembolü olan hilâl, başta çok eskiden beri Türk bayrağında, bazı flama ve apoletlerde mevcut olduğu gibi değişik şekillerde de olsa Cezayir, Libya, Malezya, Pakistan, Tunus vb. bayraklarında da bulunmaktadır. Dolunay ise gök damının çörteni (yağmur oluğu), penceresi, gök bahçesinin havuzu, gök değirmeninin güneşle birlikte iki değirmen taşıdır. Yıldızlar ve insanlar bu gök ve zaman değirmeninin öğüttüğü tanelerdir. Mustarip insanlar veya deliler gibi gök bu taşlarla bağrını döver. Ay gök evinin güneşte kurutulan bir kerpicidir.
Eskiden beri kumaşlarda ay ve güneş motifleri bulunmaktadır. Bilhassa güneşle karışmaması için ay daha çok hilâl şeklinde gösterilmiştir. Değerini belirtmek üzere kumaş vb. damgalarında, mühürlerde ay motifiyle karşılaşılmaktadır. Yeni ay gökyüzü semâzeninin tennuresi, gökyüzü elbisesinin cebi, gökyüzünün bel kemeri, küpesi, gerdanlığı, mehçesi (yakaya takılan iğne), halhali (ayak bileziği) ve nalçasıdır (ayakkabı altına çakılan hilâl biçimindeki demir). Dolunay gök padişahının nurdan bir tacı, gök askerinin altın üsküfü, külahı, akçesi, güneşle
birlikte gözlüğüdür. Cam aynalarla beraber ince levha haline getirilmiş demir, gümüş veya altından yapılma yuvarlak aynalar da vardı. Bu yüzden ay gümüşten, güneş de altından bir aynaya benzetilmiştir. Ayrıca güneş gökyüzü berberinin sarı tası, ay da aynasıdır. Geceleri ay ışığında bulunduğu rivayet edilen bir çeşit beyaz ve saydam taşa "ay köpüğü", elmasa benzeyen bir tür ziynet taşına "ay yakut" denilir. Bir de uçuğa, meyvesiz ağaca, sara illetine, nazara faydalı olduğu, ayın durumuna göre üzerindeki noktaların arttığı veya azaldığı ve Arap diyarından geldiği rivayet edilen "ay taşı" (hacerü'l-kamer, berrâku'l-kamer) vardır ki bu üçünün de aynı taş olması ihtimal dahilindedir (bk. Muham-med b. Mahmûd, vr. 1023].
Dolunay gök meydanının küsü (kös), davuludur. Bu kösler çalındıkça yani günler geçtikçe ömür saltanatı da geçer. Çevgân denilen ucu eğri bir değnekle oynanan top oyununun hilâl çevgânı, dolunay da topudur. Ayın ondördü, gök havuzunun, fıskiyelerde suyun havaya fırlatıp döndürdüğü fıskiye yumurtası (fıskiye topu, beyza-i fevvâre), cami vb. yerlerde asılan süs topu, güneşle birlikte gök tavlasının veya kâsesinin zarlarıdır. Yeni ay kader ve kaza oklarının atıldığı bir yay. okçuların yayı çekerken incinmemesi için parmaklarına taktıkları bir nevi halka veya yüzük olan zihgir (şast). çok kere kesici aletlerden arşa asılmış bir hançer veya kılıçtır. Gece bu kılıcın kılıfıdır. Gök çarkı, bileyicisi binlerce yıldır onu bileyieyip keskinleştirmekte, parlatmaktadır. Yıldızlar bu bilenmenin kıvılcımlarıdır. Hilâl gök ormanının baltası, gök tarlasının orağı ve gök atlasının makası gibidir. Dolunay, ok atılan nişangah veya oklardan korunmak için kalkan, parlayan çeliği ve yuvarlaklığı yönünden de gürz ve miğferdir. Hilâl ibrik, kulp, çengel, mum nalçası, dolunay pamuğundan bükülen kandil fitili: bedir de sabun, kum saati (şîşe-i saat), usturlap, kandil, meşale, mum, buhurdan (micımer) vb. olarak tasavvur edilmiştir.
Eskiden yüzme bilmeyenler bugünkü can simidi yerine bellerine iki su kabağı bağlar, öyle yüzerlerdi. Ay ve güneş de gök denizinin iki su kabağı yahut iki tekerleği veya kağnı arabasıdır.
Ayın veya güneşin etrafında ışıklı bir daire şeklinde bazan görünen hâle de (ay ağılı) kültür ve edebiyatımızda daha çok ayla ilgili olarak çeşitli tasavvur ve telakkilere konu olmuştur. Güzelin yu-
varlak yüzünü saran saçları veya büklüm büklüm kâkülleri, dolunayı kucaklayan hâle gibidir. Yüzdeki ayva tüyleri de yine onu saran ay ağılıdır. "Kulak asmak" deyimi tevriyeü kullanılarak hâle-kulak ilişkisi kurulur. Ay kadeh, hâle de kadehi tutan el veya parmağa takılan altın yahut gümüş bir yüzüktür. Dolunay insan başı olarak düşünülünce hâle sarık veya herhangi bir başlık olarak tasavvur edilir. Hâle, ay gibi bir boyunda idam mahkûmunun boynuna geçirilen ipe, âşığın âh oklarından korunmak isteyen ay yüzlü güzelin yüzüne tuttuğu kalkana benzer. Matem elbisesine, örtüye, baş örtüsüne benzetilen hâle ba-zan bele sarılan kırmızımsı bir şaldır. O ayın evidir. Dolayısıyla ay gibi sevgili de geceleri evinden dışarı çıkamaz. Dolunay şehir; hâle de şehrin etrafındaki surlardır. Bu yüzden ay gibi güzel de şehirde mahsur kalmıştır. Hilâl sevgiliden uzak kalan, bu sebeple hilâle dönen gerçek âşık; hâle ise ayı, güzeli kucaklayan, saran rakip yani sahte âşıktır. Hâle göründüğü zaman yağmur yağacağı inancının ilhamıyla ayı hâle ile, yani sevgilisini rakiple gören âşığın da gözyaşlarının artacağı tedai ettirilir.
BİBLİYOGRAFYA:
Burhân-ı Kâtı' Tercümesi, İstanbul 1287, II, 178-179,228,557; Buhârî, "Küsûf", 1; Müslim "Küsûf", 1; Kaygusuz Abdal, Vücudname (nşr. Abdurrahman Güzel], Ankara 1983, s. 136; Ah-medî, İskendernâme (nşr. İsmail Ünver), Ankara 1983, vr. 20a-21b; Muhammed b. Mahmûd, Tuhfe-i Muradı, İstanbul Arkeoloji Müzesi Ktp., nr. 778, vr. 102a; Yazıcıoğlu Mehmed, Muham-mediye (nşr. Amil Çelebioğlu), istanbul 1975, I, 225, 228; II, 392-393; ili, 637-639; Ahmed Bî-can, Acâibul-mahiûkât, İÜ Ktp., TY, nr. 6797, vr. 4\ 5"; Tecrid Tercemesi, IH, 312-350; VI, 255; IX, 321, 322; Kıyâsı, Mihr ü Mâh, Süleyma-niye Ktp., Esad Efendi, nr. 2923; Mealî, Dîvân (nşr. Edİth Ambros), Berlin 1982; Mehmed Çelebi, tlm-i Hücum, Süleymanİye Ktp., Kılıç Ali Paşa, nr. 694; Hayâir Bey, Dioarı (nşr. Ali Nihad Tarlan], İstanbul 1945, s. 82; Âlî, Mihr ü Mâh, Süleymanİye Ktp., İsmihan Sultan, nr. 342; Yahya Bey, Diuan (nşr. Mehmed Çavuşoğlu), İstanbul 1977, s. 66-69; İsmail Hakkı Bursevî, Mu-hammediye Şerhi, Bulak 1252, I, 68, 74, 93, 114, 116, 119, 151; II, 108, 192, 206; III, 91; Ab-dî, "Mihr ü Mah Na'ti" (Beliğ, Nuhbetül-âsâr içinde), s. 330; Vahîd MahLûm Divanı, Millet Ktp., Manzum, nr. 491, vr. 6h; ZarîfT, Mihr il Mâh, İÜ Ktp., TY, nr. 673; Şeyh Galib, Diuan, Bulak 1252, s. 10; Hasan Hâlid el-Mevlevî, Istıiâhât-ı Meşâyih, Konya Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 1671, vr. 34b; İbrahim Hakkı Erzurûmî, Marifetname, İstanbul 1330, s. 74-81; Elmalılı, Hak Dini, IV, 2672, 2848; V, 4023, 4031; Fevzi Kurtoglu, Türk Bayrağı ue Ay Yıldız, Ankara 1938 — 2. bs. Ankara 1987, s. 23-49; Levend. Diuan Edebiyatı, s. 201; Tahsin Öz. Türk Kumaş ve Kadifeleri, istanbul 1951, II; Ali Osman Tatlısu, Es-
mâü'l-Hüsnâ Şerhi, İstanbul 1967; Mehmed Çavuşoğlu, Necatı Bey Dtuanı'nın TahiîU, İstanbul 1971, s. 242-244; Abdülbâki Gölpınarlı. Gül-şen-i Raz Şerhi, İstanbul 1972, s. 87; a.mlf., Mesnevî ue Şerhi, Ankara 1989, II, 92; Harun Tolasa, Ahmed Paşanın Şiir Dünyası, Ankara 1973; Fikret Türkmen, "Türk Halk Hikâyelerinde Gökyüzü ile İlgili Allegoriler", /. uluslararası Türk Folklor Semineri Bildirileri, Ankara 1973, s. 159-163; Ali Bayram - M. Sadi ÇÖğenli, Aylar ue Rü'yet-i Hilâl, Erzurum 1978; Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyât, Ankara 1979, s. 89-90; Âmil Çelebİoğlu - Yusuf Ziya Öksüz, Türk Bilmeceler Hazînesi, istanbul 1979, s. 60 vd.; Cemâl Kurnaz, Hâyâlî Bey Dîvânı (Tahlil), Ankara 1987, s. 82, 456-460; İsmail E. Erünsal, The Life and Works of Taci-zkde Cafer Çelebi, ıvith a Critical Edition of his Dîvân, İstanbul 1983, tür.yer.; Nejat Sefercioğlu. Neu'î Dîvanı'mn Tahlili (doktora tezi, 1984), Hacettepe üniversitesi Edebiyat Fakültesi, tür.yer!; Gürbüz Erginer, Uşak Halk Takvimi Meteorolojisi, Ankara 1984; Ali Nihad Tarlan, Fuzûlî Divanı Şerhi, Ankara 1985, I, 35, 109, 123, 173, 234, 246, 322; II, 191; III, 16, 107; Tahir Üzgör, Fehîm-i Kadîm Dîvanı (doktora tezi, 1985), Mü Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 59, 114-118; Halil İbrahim Şener, Türk Edebiyatında Manzum Esmâü'l-Hüsnalar (doktora tezi, 1985), Dokuz Eylül üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 8-11; Mehmed Gökalp, Mahiri ile Mahilaban Hikâyesi, İstanbul 1985; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm Kozmoloji Öğretilerine Giriş (trc. Nazife Şişman); İstanbul 1985, tür.yer.; Sabahat Güler [Deniz], Fuzûlî Dîuanı'nda Kozmik Unsurlar (yüksek lisans tezi, 1986), Mü Sosyal Bilimler Enstitüsü; Abdulkerİm Abdulkadiroğlu, "Kastamonu'da Dînî Folklor", Kültür Bakanlığı ili Milletlerarası Türk Folkor Kongresi Bildirileri, Ankara 1987, s. 12; Metin Akar, Türk Edebiyatında Manzum Mi'râc-nâmeler, Ankara 1987, s. 215-216; Âmil Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ankara 1988, s. 62-63; a.mlf.. "Yazıcı Salih ve Şemsiyye'si", İİFD, sy. 1 (i976), s. 171-218; a.mlf., "Erzurumlu İbrahim Haltkı Dîvanında Gönül", TK, sy. 185 (1978), s. 292; a.mlf.. "Harflere Dair", MK, sy. 1 (1980). s. 62-65; a.mlf., "Fuzûlî'nin Bir Beyti Üzerinde Bazı Düşünceler", Osm.Ar., VII-VI11 (1988), s. 199-210; iskender Pala. Ansiklopedik Dîvan Şiiri Sözlüğü, Ankara 1989, 1, 91-95; Birsel Yılmaz-döl, Dîvan Şiirinde Hat Sanatı (yüksek lisans tezi, 1989), Gazi üniversitesi Eğitim Fakültesi; Mustafa Argunşah, Tuhfe-i Muradı (doktora tezi, 1989), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, tür.yer.; Nahid Aybet, Fuzûlî Dîvanı'nda Maddî Kültür, Ankara 1989; Emine Yeniterzi, Dîvan Şiirinde Tİa't (doktora tezi, 1989). Selçuk üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, tür.yer.; Ahmed Cafe-roğlu, "Türk Onomasüğinde Ay ve Güneş Unsurları", TDED, XIII (1965), s. 19-28; Nail Tan, "Türk Folklorunda Ay Tutulması", TK, sy. 146 (1974), s. 81-85; Meliha Anbarcıoğlu, "Türk ve İran Edebiyatlarında Mihr u Mah ve Mihr u Müşteri Mesnevileri", TTK Belle-ten, XLVII/188 (1984), s. 1151 vd.; a.mlf., Mihr u Mah Mesnevîsi, Erdem, 11/4, Ankara 1986, s. 87-170; Sabahattin Küçük, "Divan Şiirinde Güneş Üzerine Bir Deneme", TKA, Mehmed Kaplan özel sayısı, Ankara 1988, s. 150vd.
İSİ Âmil Çelebioğlu
AYAK
(bk. PAVE).
_
AYAK
Metrik sistemin kabulünden önce mimaride ve arazi ölçümlerinde
kullanılan bir uzunluk birimi.
L J
Ayak, tabii bir mesafe ölçme aracı oian insan ayağından alınarak tarih boyunca, eski Ön Asya uygarlıklarının tamamı İle Yunanlılar ve Romalılar başta olmak üzere hemen hemen bütün dünya milletleri tarafından kullanılmıştır. Ancak ayak ölçüsünün insandan insana değişmesine bağlı kalındığı için bir tek ayak boyu tesbit edilememiş ve bu ölçü birimi çeşitli toplumlarda karış, kulaç, adım gibi diğer tabii ölçü birimleriyle birlikte sabit olmayan ve birbirine uymayan uzunluklarla benimsenmiştir. Bugün pek çok ülkede kullanılmaya devam eden İngiliz-Amerikan ayağı foot 30,48 cm. ve Fransız ayağı pied 32,4 santimetredir.
Osmanlılar'da ayak veya kadem denilen ölçü birimi arşının yarısı kadardır. Gerek arşının "çarşı arşını" (68 cm.) ve "mimar arşını" [75,8 cm.) adlarıyla iki ayrı değer taşıması (bk. arsın), gerekse kültür münasebetleri sonucu geç dönemlerde Fransız ayağının da kullanılması, Osmanlı ayağının uzunluğunu daha değişken bir hale getirmiştir. Bu ölçü birimi, 1782 sayı ve 26 Mart 1931 tarihli kanun uyarınca kullanımdan kaldırıldığı sıralarda ortalama 33 cm. uzunluğunda idi ve Avrupa ayaklan gibi on iki "parmak"tan meydana geliyordu; ayrıca bir parmak "hat" adıyla on ikiye, hat da altı "ker-te"ye ayrılıyordu. Ayak bugün Türkiye'de, daha çok askerî terimler arasında yükseklik ve derinlik birimi olarak fit (feet, İng. footun çoğulu), buzdolabı yapımcılığında da ayak adlarıyla ve İngiliz-Amerikan ölçü sistemine göre kullanılmaya devam etmektedir.
BİBLİYOGRAFYA:
Salih Zeki, Kâmûs-ı Riyâziyyât, İstanbul 1315, I, 39-40; Mecel!e-i Umür-t Belediyye, II, 437-439; P. Robert, Le Petit Robert, Dİctionnaire de la langue francaise, Paris 1985, s. 1433; SA, I, 106-108, 134; II, 891; L. V. JudSOr), "Weights and Measures", EBr., XXIII, 370-379; "Arşın", İA, 1, 615-616.
\ffls Sargon Erdem 191
AYAK
Halk şiirinde
kafiye karşılığı olarak kullanılan bir terim.
L
Halk şiirinde kafiye, bazı yönleriyle divan şiirindeki kafiyeden ayrılır. Divan şiirinde kafiye sayılmayan sesler halk şiirinde ayak kabul edilmektedir. Burada kafiyeyi meydana getiren kelimelerin cinsine, yapısına, seslerin ince veya kalın oluşuna bakılmaz. Mısra sonlarında son sesin aynı ya da benzer olması, ayaklar arasında kulağa hoş gelen hafif bir ses benzerliği bulunması bile halk şairi için yeterlidir: "Geldim-aldım", "başım-gör-düm" gibi.
Saz şairlerinin kendi aralarında yaptıkları yarışma ve atışmalarda bir hâne söyleyerek karşı tarafın aynı kafiyeyle cevap vermesini istemeye "ayak açmak" veya "ayak vermek" denir, "Ayak uydurmak" ise şairin açılan ayağa uygun kafiyede şiire devam etmesidir. Ayak açmak suretiyle karşısındakine yol gösteren saz şairine diğeri ayak uydurmak zorundadır, bunu yapamayan yenik düşmüş kabul edilir. Bu sebeple saz şairleri deyişlerinde irticâle uyarak kafiyeye dikkat etmedikleri halde deyişme ve karşılaşmalarda birbirlerini bağlamak ve güç duruma düşürmek için çok az rastlanan kelimelerle ayak yapmaya çalışırlar. Böyle ayaklara "dar ayak" denir. "İçin-nersin" (içlenirsin), "çınçınnarsın" (delirir-sin). "kalçinnarsın" (abadan ya da meşinden yapılan çizme biçiminde ayakkabı giyerek çalım satarsın) ve "hırçın nar sın" (hır-çınlaşırsın) kelimeleriyle yapılan kafiye dar ayağa örnektir. Kafiyeyi daraltmanın bir yolu da ayak olacak kelimenin Arap harflerinin yazılışlarına, noktalı veya noktasız oluşlarına ya da başka özelliklerine göre seçilmesidir.
Saz şairlerinin deyişme ve karşılaşmalarda kullandıkları "kapanık ayak" denilen bir kafiye çeşidi daha vardır. Bunda ayak yapılacak sözün bütün dilde sayısı dörtten fazla olmayan ve tam kafiye teşkil eden kelimeler arasından seçilmesine dikkat edilir. Bahisli deyişmelerde rakibi mat etmek için dar ayağa başvurulduğu halde kapanık ayak tercih edilmez. Çünkü aslında dört tane olan bu kelimelerden ikisini birinci kişi kullanınca son ikisini de rakibi olan ikinci kişi söyler. Geleneğe göre en az üç hâne olması gereken bir deyişin tamamlanması için birinci kişi ayak olacak veya ayak
192
düşecek beşinci kelimeyi kendisi de bulamaz. "Ayıldım", "yayıldım", "sayıldım" ve "bayıldım" kelimeleriyle yapılacak kafiye kapanık ayak için örnek olabilir.
Halk şairleri şiirlerinde cinaslı kafiye olan cinaslı ayak örneklerini de kullanmışlardır. Bu kafiye Özellikle mânilerde çok görülür. Bütün ayakları cinaslı olan bu şiirlere ise tecnîs adı verilir.
BİBLİYOGRAFYA:
Çankırılı Ahmet Talât, Halk Şiirinde Şekil ue Nevi, istanbul 1928, s. 90, 93; Tâhirülmevle-vî, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973, s. 21; Cem Dilcin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 77, 79-80; Hikmet Dizdaroğlu. "Halk Şiirinde Türler", TD, XIX/207 (1968), s. 204, 205, 206. r-ı
lift] Kâzım Yetiş
AYAK DİVANI
Olağan üstü hallerde
padişahın başkanhğında
kubbealtı dışında toplanan ve
padişah hariç diğer katılanların
ayakta durmalarından dolayı
bu adla anılan divan.
XVI. yüzyılda birkaç örneği görülen ayak divanlarına daha çok XVII. yüzyılda rastlanmaktadır. XVI. yüzyıldaki ayak divanlarının padişahın gördüğü lüzum üzerine saray dışında toplandığı anlaşılmaktadır. Selûnikî Tarihi'nöe, Kanunî Sultan Süleyman tarafından 972'de (1564-65) toplandığı belirtilen ayak divanlarından biri, İstanbul'a getirilen su ile ilgili olarak, padişah tarafından fikri alınan bir Rum mimarı Vezîriâzam Ali Paşa'nın hapsettirmesi üzerine yapılmıştır. Diğeri ise, tüccar ve hacılarla dolu bir geminin Malta korsanlarının eline geçmesi üzerine, durumun ayrıntılarıyla ele alınması için toplanmıştır (Selânikî, s. 5-7).
XVII. yüzyılda padişahın emriyle yapılan ayak divanlarından biri IV. Murad, diğeri ise IV. Mehmed'in saltanatına rastlar. IV. Murad'ın 8 Haziran 1632'de Saray-burnu'ndaki Sinan Paşa Köşkü'nde topladığı divan, kapıkulu askerinden, bundan böyle mutlak surette itaat edeceklerine dair söz alınması dolayısıyla, padişahın otoritesinin kurulduğunu göstermesi bakımından ayrı bir önem taşır.
IV. Mehmed'in saltanatında padişahın emriyle toplanan ayak divanı ise, Edirne yakınında Solak Çeşmesi'nde kurulan otağ-ı hümâyunda 15 Ekim 1658'de, Yanova fethinden dönen Köprülü Meh-med Paşa ile şeyhülislâm, kazaskerler, yeniçeri ağasının katılmasıyla toplanmış
ve padişah, Abaza Hasan Paşa üzerine yapacağı sefer için burada askerin rızâsını almıştır. Bu ikisi hariç XVII. yüzyılda yapılan diğer ayak divanları asker ve esnafın baskısıyla olmuştur. Olayların bu safhaya gelmesinde ise ya devlet ileri gelenlerinin aldıkları tedbirlerin asker tarafından beğenilmemesi veya malî durumun bozukluğu dolayısıyla kapıkuluna "mağşuş akçe" ile ulufe* verilmesi rol oynamıştır.
Nitekim 1602'de, Anadolu'da çıkan ayaklanmaların zamanında önlenememesi, alınan tedbirlerin yetersiz olduğu kanaatinin kuvvetlenmesine sebep olmuş ve kapıkulu, bazı tahrikçilerin de tesiriyle, sadâret kethüdası başta olmak üzere yeniçeri ağası, şeyhülislâm ve kazaskerlerin değiştirilmesini sağlamakla kalmamış, padişahı ayak divanına davet etmiştir. 6 Ocak 1603'te tahtın Bâbüssa-âde önüne çıkarılmasıyla yapılan ayak divanında sipahilerin Anadolu'daki durum hakkındaki görüş ve istekleri padişaha bildirilmiş ve azledilenlerden bir kısmının başlan istenmişse de Dârüssaâde ve Bâbüssaâde ağalarının başları kesilmek suretiyle asker teskin edilerek ayak divanı son bulmuştur.
IV. Murad'ın saltanatında, Serdârıek-rem Hüsrev Paşa'nın Bağdat muhasarasının başarısızlıkla neticelenmesi üzerine azli askeri tahrik etmesine sebep olmuş ve Anadolu'da yer yer başlayan ayaklanmalar İstanbul'a da sıçramıştı. Zorbalar, sadrazam Hafız Ahmed Paşa dahil bazı ileri gelenlerin kendilerine teslim edilmesini istemiş, bunun üzerine hareketin üçüncü günü olan 10 Şubat 1632'de padişah Bâbüssaâde dışında bir ayak divanı toplamış ve Hafız Ahmed Paşa'yı zorbalara teslim etmek zorunda kalmıştı. Ancak yine de kapıkulunun teskini mümkün olamamış, bu defa Hüsrev Paşa'nın katli dolayısıyla ayaklanıp 13 Mart 1632'de saraya gelmişler ve IV. Murad'ı yeniden ayak divanına davet ederek istediklerini vermediği takdirde onu tahttan indirecekleri tehdidinde bulunmuşlardır.
IV. Mehmed devrinde hazinedeki paranın maaşları ödemeye yetmeyecek hale gelmesi, maliyece bazı tedbirlerin alınmasına yol açmıştı. Rumeli'de kestirilen "züyuf akçe"lerle meyhanelerden toplanan kızıl kırpık akçelerin altın karşılığı esnafa verilmesi, onlardan alınan altınların da yahudi sarraflara bozdurularak elde edilen meblâğ ile ulufelerin ödenmesi düşünülmüş ve züyuf akçeler be-
destene taşınmaya başlanmıştı. Bu durumdan haberdar olan esnaf, sadrazam nezdinde yaptıkları teşebbüsten sonuç alamayınca şeyhülislâma müracaat ederek bu kanun dışı teklifin geri alınması hususunda yardımını istemiş ve 21 Ağustos 165l'de Bâbüssaâde dışında yapılan ayak divanında durumu padişaha arzet-mişler, neticede karar geri alınıp sadrazam da görevinden azledilmişti.
IV. Mehmed'in saltanatı ve Süleyman Paşa'nın sadâretinde, yeniçerilerin zü-yuf ve kızıl akçe olarak verilen ulufe ile alışverişte güçlükle karşılaşmaları asker arasında hoşnutsuzluğa sebep olmuştu. Girit'ten dönen ve dokuz aydır ulufe alamamış olan yeniçerilerin haklarını istemeleri üzerine ocaklarında kötü muameleye mâruz kalmaları memnuniyetsizliği daha da arttırmış, henüz ulufelerini almayan sipahilerin de katılmasıyla büyüyen grup padişahı ayak divanına davet etmişti. Ayak divanı teklifi önce kabul edilmek istenmemişse de askerin ısrarı üzerine IV. Mehmed 5 Mart 1656'-da Alay Köşkü'ne inerek şikâyet ve dilekleri dinlemiş ve isyanın daha fazla büyümesini önlemek için askerin istediği kimselerin başlarını vermek mecburiyetinde kalmıştı. Tarihte Çınar Vak'ası adıyla bilinen olay bu şekilde meydana gelmiştir. XVII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren çağdaş kaynaklarda ayak divanı yapıldığına dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.
BİBLİYOGRAFYA :
Selânikî, Târih, s. 5-7; Kâtib Celebi, Fezleke, II, 373-374; Solakzâde. Târih. s. 751; Naîmâ. Târih, İ, 306-308; III, 97-98; V, 97-101; VI, 144-155, 370-371; Tsâzâde Abdullah. Târih, İÜ Kip., İbnülemin, nr. 3014, vr. 15" vd.; Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 225-229.
İM MÜIİAHAT S. KÜTÜKOĞLU
1
J
AYAK NAİBİ
(bk. NAİB).
r
AYAK TAŞI
Fazla girip çıkılan büyük binaların
kapı eşiği önüne konulan
sert taş.
Bugünün mimarlık terimleri arasında yer alan ayak taşı, eski sözlüklerde "okçuların yarışlarda ayak burunlarını dayadıkları ve atışın başlangıç noktasını belli eden taş" (bk. ok), "mezar taşlarının ayak ucu tarafında olanı" (bk. MEZAR), "hela ta-
şı" ve "sünger taşı (topuk taşı)" gibi başka anlamlar taşımakta. Evliya Çelebi de ayrıntıları ile aniattığı halde bu taşlardan herhangi bir öze! isimle bahsetme-mektedir. Aynı şekilde Fransızca ve İngilizce'de eşik önüne konan taşlar için kullanılan dalle ve paving stone gibi kelimeler de genel olarak "döşeme taşı" anlamındadır.
Ayak taşlan, en güze! renk ve şekilleriyle İstanbul'un selâtin camilerinde görülmektedir. Bunlar avlu kapılarının iç, harime girilen taçkapıların ise dış, yani yine avlu tarafında, eşiğin birkaç metre ilerisine yerleştirilmiş hemen tamamı granit veya granitli kaya (granitique) olan büyük bloklardır. Genellikle taçkapılar-da yuvarlak, yan kapılarda dikdörtgen şeklindedirler ve avlu taşları arasına onlarla aynı seviyede döşenmişlerdir. Görevleri, çoğu mermer gibi daha yumuşak taşlardan yapılan avlu döşemelerinin en fazla basılan kısımlarını korumak, oyulmalarını önlemektir. Ancak Osman-lılar'da çoğunlukla kırmızı porfiritik granitten seçilen bu taşlar aynı zamanda dekoratif amaçla da kullanılmış ve kapı eşiklerinin hemen önüne konulmaları gerekirken ortaya doğru, avluların daha göze çarpacak yerlerine yerleştirilmişlerdir. Meselâ en çok kullanıldığı görülen Beyazıt Camii'nde avlu kapılarının kırmızı granit ayak taşları kapıların hizasında revakın inişlerine yerleştirilmiş, harimin girişine ise 2,55 m. çapındaki kırmızı granit kütleden önce, iki parça yine kırmızı granitten oluşan 4,25 m. boyunda uzun bir ayak taşı daha konulmuştur. Ayrıca bu ayak taşları ile uyum sağlayacak biçimde, şadırvanın çevresine ve avlunun muhtelif yerlerine de simetrik olarak daha küçük altıgen ve daire şekillerinde siyenit ve kırmızı, siyah, gri granitten bazı süsleme taşlan
Dostları ilə paylaş: |