En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı.» (Sözler sh: 731)
Bu ikaza dikkat edilmelidir. Bu hakikata binen denilebilir ki; Bediüzzaman Hazretlerinin tarzı esas alınmalıdır. İslâmiyeti merdane ve mütakimane, İslâm Âlemi nazarında itimat edilir şekilde muhafaza etmeye gayret etmelidir. Mukaddes bir vazifenin gelecek mümessillerine önemli bir yardım olan İslâm Birliğine çalışılmalıdır.
ileri sürülen fikirler!
münkir ve münafıklarla diyalog?
Baştan buraya kadar anlatılan ilmî ölçüler içinde ve insaf dairesinde olmak üzere, bazı gazete ve televizyonlarda (bu tarih 1995 yıllarıdır, gazeteler ise, Sabah, Hürriyet, Zaman’dır.) hayli şa’şalandırarak öne sürülen dine ait bazı anlayışların çok az bir kısmını ele alıp Risale-i Nurlardaki beyanlarla mukayeselerini nazara vereceğiz.
Ortaya atılan fikirlerden birincisi:
«Dünya kadar insan var ve bu dünya kadar insanla paylaşacağımız yine dünya kadar müştereğimiz var. Hepsiyle diyalog için o kadar fasl-ı müşterek var ki... Ayrılıkları nazara alarak, ayrılıklar etrafında birbirimizi şamar oğlanı gibi kullanarak bu ayrılıkları büyüteceğimize, bu uçurumları derinleştireceğimize, bence fasl-ı müşterekler üzerinde durmalı...»
Cevap: Bu beyanatta insanların iyilerle ve kötülerini ayırmadan, bütün insanlarla ortak tarafımızın bulunduğu fikri ileri sürülerek herkesle dostane münasebetler kurulabileceği nazara veriliyor. Kur’anda ise insanların, mü’min, kafir ve münafık olarak üç kısma ayrılır. Münkirler, müşrikler ve münafıklar şiddetle ve tekrarla çirkin görülür ve “yüz çevir” ve “onları bırak” gibi ifadelerle onlardan uzak durulması ihtar edilir. Mesela: (En’am Suresi 6:106, Secde Suresi 32:30, 66:9) bilhassa zamanımıza bakan yönleriyle gayet manidardır.
İslâm Prensipleri Ansiklopedisinin 2258,59 parağraşarında ele alınan Mümtahine Suresi 60:1 ayeti izahında “Masonluk cereyanı mensuplarının masonluğu tarif ederlerken: “Din ve ırk farkı gözetmeksizin insanlar arasında sevgiyi geliştirmek gayesini güden” şeklinde ifade ederler.
Bir cihetten Hümanizm’in de mahiyetini teşkil eden bu ifade zahiren parlak görünürken, hakikatta dine ve Kur’ana aykırıdır. Evet ırk farkı olmamalıdır. Fakat din farkı gözetmeden mü’min, kafir ve münafık birbirini sevmeye, yani Allah’ın sevmediği ve buğzettiği münafık ve kafirleri sevmeye davet etmek, sinsice müslümanları dalalete atmaktır. İmanla küfrü, dalaletle hidayeti eşit görmek ve göstermek demektir.
Kur’anın çok ayetlerinde mü’minlerin kafire muhabbet etmeleri şiddetle yasaklanmıştır.
Meselemize bakan manada Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesi şöyledir:
«İşte ey uykuda iken kendini ayık zannedenler! Sakın mimsiz medenîlere müsamaha-yı diniye ile ve kendinizi onlara benzeterek yanaşmayınız. Güya zannedersiniz ki, bizim ile onların arasında bir köprü vazifesini görüp de muvasalayı temin edecekmişsiniz ve aramızdaki pek derin dereyi dolduracakmışsınız, kellâ!.. Yanlışdüşünüyorsunuz. Çünki mü'minler ile kâfirler arasında olan mesafe hadsizdir. Ve mabeynimizdeki dere nihayet derindir. Bu nihayet uzun mesafeyi ve şu pek derin dereyi dolduramazsınız. Belki ya onlara iltihak edersiniz veyahut dalaletin en uzak derekesine düşüp İslâmiyetten uzaklaşırsınız.» (B. Mesnevî-i Nuriye sh: 252)
«Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men' ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!
Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan "ihlas" bizi men'ediyor. Çünki bu gaşet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 38)
«Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun?
Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?
Elcevab: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünki ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil! Çünki idarenizi, asayişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde "kalb de bizi sevsin" demeye... Kalbe karışsanız... Evet ben nasıl bu kışiçinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de: Hâl-i âlemin salahını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, çünki elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünki ne vazifemdir, ne de iktidarım var.» (Mektubat sh: 68)
«İhvanlarıma da tavsiyem budur ki: Zaruret-i kat'iye olmadan, bunlarla uğraşmayınız. "Cevab-ül ahmakı essükût" nev'inden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız. Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı kendini zaîf göstermek, onu hücuma teşci' ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle za'f göstermek, onları tecavüze sevkeder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gaşetlerinden, zendeka taraftarları istifade etmesinler.» (Mektubat sh: 361)
Çok az bir kısmı nakledilen bu tarzdaki ders ve ikazlar, açıkça gösteriyor ki, bütün insanlarla dostluk yolu açık değil.
Müfessirlerin izahlarından anlaşılıyor ki Kur’anda Fetih Suresi (48:29) son ayetinde bizlere örnek gösterilen Sahabelerin, münkirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında ise merhametli oldukları nazarımıza verilip hareket tarzımızın dersi verilir.
Tevbe Suresi (9:73,123) ayetlerinde hakiki mü’minlerin mütecaviz inkarcılara karşı izzetli, satvetli ve sert bulunmaları anlatılır. Ayrıca Kur’anda Maide Suresi (5:54) ayetinde, Allah’ın dini İslâma hizmetle vazifelendirdiği taifenin vasışarı anlatılırken: Kafirlere karşı izzetli, mü’minlere karşı da alçak gönüllü, mütevazi oldukları anlatılır.
Bediüzzaman Hazretleri bu ayetleri teyid eden Fetih Suresi (48:29) son ayetin başkısmını şöyle izah eder:
«Sahabelerin halka karşı vaziyetleri: Düşmanlarına şediddirler ve dostlarına ve mü'minlere rahîmdirler. Cenab-ı Hakk'a karşı rüku' ve secdede kemal-i itaattadırlar. Her işlerinde Cenab-ı Hakk'ın rıza ve fazlını kasdederek kemal-i ihlastadırlar.» (Barla Lâhikası sh: 276)
Bu bozuk asrın, doğruyu eğri, eğriyi doğru göstermedeki garabetine dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.» (Mektubat sh: 471)
Zaruret-ruhsat ve azimet meselesi
Dindeki ruhsat meselesiyle alakalı ileri sürülen anlayışlardan birinde de şöyle deniliyor.
“Din adına zaruretler Cenab-ı Hakkın bize ayrı bir ihsanıdır.” deyip müsamahalı davrananlar kolaylık yolunu tercih etmişolurlar ve dinini ilelebed yaşatmışolurlar.”
Mecelle’de, “Zaruretler memnu’ olan şeyleri mübah kılar.” ...Bu açıdan, zaruret her zaman müracaat edilebilecek bir temel disiplindir, bir temel kuraldır.
İnsanlığın geleceği, yarınların adına, bugün zorlanarak kerhen bazı şeyleri irtikab etmek sözkonusu olabilir.”
Cevap: Bu dinde ruhsatla alakalı Risale-i Nur Külliyatındaki bahislerde bu görüşün aksi görüşler bulunmaktadır. Neler zarurettir? Ve bu ruhsat nerelerde kullanılır? Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«$
اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani "Zaruret, haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret eğer haram yoluyla olmamışise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû'-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuşise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoşetse; tasarrufatı, ülema-i fieriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz.
Tatlik etse, talakı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat sû'-i ihtiyarıyla olmazsa, talak vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelası zaruret derecesinde mübtela olsa da, diyemez ki: "Zarurettir, bana helâldir."
İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları mübtela eden bir beliyye-i âmme suretine giren çok umûrlar vardır ki; sû'-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir, semavî olamaz, şer'î değil. Halbuki semavat va arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale ve o Hâlıkın izn-i manevîsi olmazsa; o tasarruf o müdahale merduddur.» (Sözler sh: 482)
«Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmişki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.
Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmışve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmişve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmişki; edna bir hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes'ele-i diniyeye tercih ettiriyor. Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tiryakmisal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 105)
Zaruretin meydana gelmesi için helakete sebeb olacak bir tehlike karşısında kalmak gerekiyor ki, fıkıh lisanında buna “ikrah-ı mülci” tabir edilir. «Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama' ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder.» (Kastamonu Lahikası sh: 25)
Aynı manada Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi.
Onlar dediler: "Biz şimdi mecburuz. (3) kaidesiyle Avrupa'nın bazı usûllerini, medeniyetin îcablarını taklide mecburuz." dediler.
Ben de dedim: "Çok aldanmışsınız. Zaruret sû'-i ihtiyardan gelse kat'iyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû'-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamışise, zararı yok. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoşetse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa; hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünki sû'-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünki ihtiyarı dâhilinde değildir."
İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû'-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşise, mutlak zaruret olmadığı ve sû'-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebeb olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almışki; ihtiyar haricinde zaruret-i kat'iye ile, sû'-i ihtiyardan neş'et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlahîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 242)
Bu bahiste anlatılan “zaruret” tabiri fıkıh lisanında kullanılan ıstılahî manadadır. Aynı kelime ıstılahî mana dışında da kullanılır ve Risale-i Nur’da çok geçer. İltibas edilmemelidir.
Bediüzzaman Hazretleri hayatında ruhsat yolunu terkedip azimetle amel etmeyi tercih etmişve talebelerinin de aynı yolu takip etmelerini istemiştir.
Bu meseleye ait bir kaç örnek parça şunlardır:
«Bid'alara müsamaha suretinde ve tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 63)
«Meselâ: Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabîlik ve Melâmîliğin bir nev'ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer'iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.» (Kastamonu Lâhikası sh: 77)
Bediüzzaman Hazretleri Avrupaî kıyafetler hususunda da diyor ki:
«Dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi." Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet-i şer'iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.» (fiualar sh: 290)
NUR HİZMETİNİN DÜSTURLARI
Risale-i Nur mesleği azamî keyfiyet hususiyetlerine istinad eder. Evet Üstad Hazretleri diyor:
«Madem mesleğimiz azamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mes'ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlasın iktizasıdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 246)
«Cenab-ı Hakk'a şükür, o azamî ihlası kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ü şerefini en küçük bir mes'ele-i imaniyeye feda eden çoktur.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 246)
Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin «Azamî ihlas, azamî fedakârlık, azamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktsad içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve manevî cihad-ı diniyedir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 27)
«Risale-i Nur'daki kuvvetli tesiratın sırrı: Kendisinin ihlas-ı etemmi kazanmışolmasıdır. Yani, yalnız ve yalnız rıza-yı İlahîyi esas maksad edinmiştir. Bu hususta: "Mesleğimizin esası, azamî ihlas ve terk-i enaniyettir. İhlaslı bir dirhem amel, ihlassız yüz batman amele müreccahtır. İnsanların maddî manevî hediyelerinden, hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, şöhretten şiddetle kaçıyorum." der. Ziyaretçi kabul etmemesinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek. Hem ihlasa verdiği gayet fazla ehemmiyet, yüz otuz parça eserinden yalnız İhlas Risalesi'nin başına, "Lâakal her onbeşgünde bir defa okunmalıdır" kaydını koymasından da anlaşılıyor. "Büyük Mahkeme Müdafaatı" kitabında: "Risale-i Nur, değil dünyaya, kâinata da âlet edilemez; gayemiz, rıza-yı İlahîdir." demiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 699)
«Çünki bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapıyorlardı ki, bunlara karşı gelmek için azamî fedakârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rıza-i İlahî'den başka hiç bir şeye âlet yapmamak lâzım geliyordu.» (Hanımlar Rehberi sh: 26)
«Üstad Bediüzzamanın azami ihlas, azami sadakat ve azami fedakarlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lazım gelmektedir. Te ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an şakirdleri kıyamete kadar bu düstular muvacahesinde hareket etsinler. Muvaffakıyetin ve rıza-yı ilahiye nailiyetin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i kanaat getirsinler.» (Hizmet Rehberi sh: 6)
KEMMİYET YERİNE KEYFİYET
Risale-i Nur mesleğinde esas alınan keyfiyet, yani vasışılık, nitelik ve kalitelilik azamî mertebeleriyle ihlas, sadakat, istiğna, iktisad, kanaat, takva, azimet, fedakârlık, sebat ve metanet gibi meziyetleri benimsemekle ve yaşamak gayretiyle gerçekleşir. Bediüzzaman Hazretlerinin keyfiyetle alakalı şu ifadeleri dikkat çekicidir.
«Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men'ediyor. Hizmet-i Nuriyeye gerçi büyük zarar olur; fakat kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)
Evet, «Kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sabit hizmet-i imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olmaz. Risale-i Nur'un talimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lâzımdır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 73)
«Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. "Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar." diyorlar. Kemmiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)
«Biz Risale-i Nur şakirdleri ise: Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalaletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü'min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık'ın ihbarını aynen tasdik etmişve vukuat ile isbat etmişve inşâallah daha edecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 107)
«Hem kemmiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Âtıf'ı bulsan, yüzü bulmuşgibidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 259)
«Risaleleri okuyup müstefid olanlardan, Üstad'ı görmeye gelenler pek çoktu. Fakat ziyarete gelenlerden az bir kısmı görüşebilmeye muvaffak olurdu. Daha ziyade Risale-i Nur'a kemal-i sadakatla ve ihlasla hizmet etmeye kabiliyetli olanlar ve sırf lillah için muhabbet ve uhuvvet taşıyanlar görüşebilir; Üstad'ın dersini, sohbetini dinleyebilirdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 462)
«Cenab-ı Hakk'ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba' ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir. Çünki onlar vazife-i İlahiyeye ait olduğu için istenilmez; belki bazan verilir. Evet bazan bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünki bazan bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-i İlahîye medar olur.» (Lem’alar sh: 152)
Daha bunlar gibi hayli ders ve ikazlardan anlaşılıyor ki, bu bid’aların istilası zamanında Risale-i Nur mesleği, genişdaireye ve kemmiyete bedel keyfiyetli hizmeti esas alır.
Nasları yorumlamak!
Yine gazetelere akseden görüşlerden biri de şöyledir:
“Bazıları Kitap ve Sünnetin nasslarını olduğu gibi getirir hayata hakim kılarsanız, meselenin evrenselliği adına çok önemli bir adım atmışolursunuz kanaatini taşıyorlar. Tabii bu mümkün değil. Çünkü Kur’an ve Sünnet ile belirlenmişnassları yorumlayacak mantığı beraber getirmediğiniz takdirde, İslâm’a evrensellik kazandıramazsınız.”
Cevap: Kur’an ve Sünnetin nasslarını, yani Kitap ve Hadislerin kesin ve açık hükümlerini, mantıkla ele alıp İslâm’a evrensellik kazandırmak fikriyle açılacak kapıdan ilk girecek olanlar “ülema-üs sû'” denilen bidat ehilleri değil de kim olacaktır.
Mezkûr ifadede “Nass”lar denildiğine göre ortaya konacak meselenin füruattan ve içtihadî meselelerden olmadığı anlaşılıyor. Buna göre, mantıkla ele alınacak meseleden Nass’ların getirdiği, fieri’atın kesin ve kati hükümleri kastediliyorsa, “Mevridi nasda içtihada mesağ yoktur.” külli kaidesine tamamen ters düşmektir. Eğer Nass’lara dokunulmayıp da onlardaki fikir ve hikmet cihetleri kastediliyorsa; bu bir Müceddidiyet vazifesidir ki, Risale-i Nur bu vazifeyi yapmışve daha da yapacaktır.
Bediüzzaman Hazretlerinin tashih ettiği ve sağlığında neşredilen Tarihçe-i Hayatta deniliyor ki:
«Bediüzzaman Said Nursî, ondördüncü asr-ı Muhammedî'nin ve yirminci asr-ı milâdînin minaresinin tepesinde durup, muasırları olan ehl-i İslâm ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmişve müstakbel sıralarında saf tutmuşolan nesl-i âti ile bir mürşid-i azam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor…» (Tarihçe-i Hayatı sh: 159)
«Merhum Mehmed Âkif'in:
Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.
beytiyle ifade ettiği idealini tahakkuk ettirmek, Bediüzzaman'a müyesser olmuştur.» (Tarihçe-i Hayatı sh: 161)
Risale-i Nur’un nazara verilen meziyetleri ve bu düşünceler Nur Camiasının ortak kabulüdür.
çare, yeni müçtehidler mi?
Bir başka ileri sürülen görüşte şöyledir:
“Yeni Ebu Hanife’leriniz, Merginani’leriniz yetişmemişse, toplum olarak Osmanlılar gibi gerçekten bi işe açık değilseniz bir yere ulaşmayı düşünmeniz hayaldir.”
Bu iddiaya göre günümüzün menfi ve bid’atkâr şartları gözönüne alınmadan, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri gibi müçtehidin-i izam imamların yetişebileceği, zemin ve zamanın buna müsaid olduğu manası verilmek isteniyor. Halbuki ileri sürülen bu iddia Risale-i Nur’un “Yirmiyedinci Söz Risalesi” olan İçtihad Risalesi’nin beyanlarına tamamen ters düştüğü gayet açık olduğundan bu meseleyi o Risaleye havale ediyoruz. Burada yalnız bir kaç noktayı nazara vermek münasib düşmektedir. fiöyle ki:
Risale-i Nur Külliyatında ve özellikle “Beşinci fiua”da izah edilen ve rivayetlerde bildirilen fitnelerin en dehşetlisi, içinde bulunduğumuz Âhirzaman Fitnesi olduğu bütün müslümanlarca bilinmektedir. Hadiste gelen “Duhan” rivayetinin mana genişliği bu bozuk cemiyetin durumuna da işaret eder.
Risale-i Nur Külliyatında gösterilen çare olarak, İttihad-ı İslâm’ın yani hilafet-i İslâmiyenin tahakkuku gerekmektedir.
Sonra, bu kuvvetle bid’aların kaldırılması ve fieair-i İslâmiyenin ihyası, canlandırılması ile cemiyetin manevi hayatının iadesi gerekmektedir.
Bundan sonradır ki, İslâm’ın ilim ve feyziyle millî ve içtimaî bünyede yani genişdairede talim ve terbiye zemini hasıl olur, müstaidlerin istidadları, kabiliyetleri ihsan-ı İlahî ile gelişir ve dinî şahsiyetlerin yetişmesi zemini açılır. İnşaallah.
Herşeyin kendine has fıtrî gelişme kanunu ve şartları, bu kanunlara ve şartlara riayetle yapılan fiili duası vardır. Risale-i Nur’da nazara verilen “dar ve genişdaire, keyfiyyet ve kemmiyyet” gibi tabirler bu manaya da bakar. Yani kemalat-ı vicdaniye sahibi zatlar için müsbet cemiyet şarttır.
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki, secaya-yı hasene temayülat-ı şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu taneler neşv-ü nema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevadan gelse, şer taneleri neşv-ü nema bulur. fiimdiki şu medeniyet-i habisenin heyet-i içtimaiyeye verdiği tesir gibi... Fıtraten -çendan- hayır ciheti galibdir, fakat sünbüllenmiş, semere vermişon çekirdek, yüz değil bin kurumuşçekirdeğe galebe eder. İşte şunun çaresi: O bâb-ı fitneyi kapatmakla, suyu Hüda tarafından vermek lâzımdır.» (Sünuhat Tuluat İşaret sh: 87)
Bu ilmî hakikatın tafsilatı, Yirmiüçüncü Söz’ün İkinci Mebhası’nın İkinci Nüktesinde vardır. İsteyenler oraya bakabilir.
Bu bozuk cemiyet hayatının düzeltilmesi için siyasileri ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri ikaz yazısının bir kısmında diyor ki:
«Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 21)
Yani dinî fieair’e -yani cemiyette yaşanan İslâm hayatına- bedel, Bid’atların -yani dine aykırı hayat tarzı- istilası ve yaygınlaşması, dehşetli bir millî ahlâk çöküntüsüne sebeb olacağı hatırlatılıyor.
zamanımızdaki fitne ve belâların çaresi
Bediüzzaman Hazretlerinin diğer bir ikaz yazısının bir bölümünde de bu ifsadın çaresi olarak aynen şöyledir:
«Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'an'a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlışbir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat'iyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.» (Emirdağ Lâhikası-1 sh: 218)
«Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem'iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an'ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me'yusane çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti.» (Kastamonu Lâhikası sh: 55)
Hatta Bediüzzaman Hazretleri bir âyetin bu zamana bakan küllî manasından bir vechini izah ederken bu âyetin müstakîm olmak işaretinin şahsa değil esere baktığını beyan eder ve der ki:
«O istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işaret ediyor. Halbuki, o asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet değil. Öyle ise, o adamın teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur'aniye, o asırda istikamette imtiyaz kesbedecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine idhali, o imtiyaza remzeder.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 163)
İşte bu zamanda, yani İttihad-ı İslâm’ın hakimiyetinden önce içtihad kapısının açılmasından doğacak zararları izah eden İçtihad Risalesi, bu hakikatı tafsilatla nazara veriyor. O halde ciddiyetle ele alınacak vazife İttihad-ı İslâm’a çalışmaktır. Bu çalışmanın da şekli, Risale-i Nurdan derlenip yayınevimiz tarafından neşredilen İttihad-ı İslâm broşüründe bir nebze görülebilir.
İTTİHAD-I İSLÂM mı?
AvRUPA BİRLİĞİ Mİ?
İslâm Dünyasının geleceği ile alakalı gazete ve televizyonlarda malum zât tarafından İleri sürülen fikirlerden bir tanesi de şudur:
“Biz de bir an evvel Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine sahip çıkmak gerekir diye düşündük...
Dostları ilə paylaş: |