Ü Ç Ü N C Ü O T U R U M
GENEL DEĞERLENDİRME
30 Mayıs 2009 Saat: 13.30-17.00
Başkan: Hasan ONAT Raportör: Nejdet DURAK
GENEL DEĞERLENDİRME
Hasan ONAT
Hepinizi saygı ve sevgi ile selamlayarak oturumu açıyorum. İki gündür gerçekten de bilimsel düzeyi vasatın üstünde bir toplandı yürütmeye çalıştık. Fevkalade ciddi konular, fevkalade anlayışla güzellikle tartışıldı. Şu husus, zannediyorum en baştan dillendirilmesi gereken bir gerçektir: Burada kimsenin amacı bağcıyı dövmek değil, hepimiz üzüm yeme derdindeyiz. Bir başka ifadeyle, bu ülkede birlikte yaşamak mecburiyetindeyiz. Elbette sorunlarımız var. Bu sorunların önemli bir kısmı, daha önce ifade etmeye çalıştım, geçmişlerimizden miras kalan sorunlar. Ama bu sorunlar bugün çok daha farklı bir aciliyet kesp etmiş durumdalar. Şöyle ki küreselleşme, bir yandan alt kültür ve kimlikleri ortaya çıkartırken diğer taraftan farklı bir boyutu ön plana çıkartmış oldu. Küreselleşmenin ana formu ayakta kalabilmek, değer üretebilmeye bağlıdır. Böyle bir noktadayız ve bunu doğru algıladığımız gün, Türkiye’nin sorunu ne Alevilik sorunu, ne Sünnilik sorunu, Türkiye’nin sorunun en temelde ayakta kalabilme sorunu olduğunu görmek durumundayız. Şu anda aslında sorunun böylesine farklı bir boyutu gündemimizde…
Bir başka mesele daha var. Eğer bu doğrultuda, küresel ölçekte düşünür ve geleceği hesaba katarak plan yapabilirsek, bizim ayakta kalabilmenin yanında bir başka sorunumuz da; özne olma sorunudur. Bu millet bir şekilde uydu olarak gitme şansına sahip değil. Ya özne olur, ya da yok olur. Bunun alternatifinin olduğunu, ben bir sosyal bilimci olarak düşünemiyorum.
Bir üçüncü noktaya daha tartışmayı açmadan işaret etmekte fayda görüyorum. Aslında ayakta kalma sorunu, özne olma sorunu ama bunun arkasında yatan tüm insanlığın ihtiyaç duyduğu bir başka var olan, görmemiz gereken gerçeklik var. O da şu: Bugün bizim sahip olduğumuz değerlere tüm insanlığın ihtiyacı olduğundan söz ettik. Gerçekten de biraz düşündüğümüzde, bu sözün içinin dolu olduğunu görebiliriz. Durum iki açıdan önemli: Birincisi Batı uygarlığını ve Batı uygarlığının şu anda geldiği çizgiyi ve nereye gittiğini doğru okumak gerekiyor. Batı uygarlığının tarihsel arka planına baktığımızda, Endülüs’te Müslümanların bilimsel birikimiyle Batı kafasının buluşmasından sonra Batı uygarlığında Rönesans ve Reform olduğu gerçeğini görürsünüz. Bunun hazım süresi vardır. Ama üzülerek belirteyim, Batılılar bu konudaki arka plan bilgilerini ya da dipnotları büyük ölçüde karartmışlardır. Çok somut bir örnek, felsefedir. Batı Yunan felsefesine bile Müslümanlar kanalıyla ulaşmıştır. Bu benim değil tüm insaf sahibi Batılı bilim adamlarının da dillendirmek zorunda kaldıkları bir gerçektir. Farabi, Batı dünyasında da Aristo’dan sonra “muallim-i sani”dir, insanlık tarihinin yetiştirdiği en büyük kafalardan birisidir. Demek ki, Batı uygarlığını anlayıp anlamlandırmaya çalışırken bu arka plan unsurlarını göreceğiz. Bu hangi açıdan önem taşıyor? Bu, şimdiye kadar “hiçbir şey yapamayız”, “biz edemeyiz”, “biz kendi sorunlarımızı çözemeyiz” psikolojisini aşmamız gerekiyor. İnsanlık tarihin yetiştirdiği çok büyük kafaların eğer içimizden çıktığını fark edecek olursak, Farabi’nin bizim geleneksel kültürümüzün içinde oluşan bu kültürün dinamikleriyle şekillenen, ama evrenseli yakalayan bir kafa olduğu fark edebilirsek, bilim alanında yine büyük kafaları görebiliriz. İşte, Cabiri, Biruni, İbn Sina… Aynı doğrultuda hemen akla gelebilecek diğer isimler. Bu söylediklerimle alakalı eğer kanıt istiyorsanız Fuat Sezgin’in Tüba Yayınlarından çıkan İslam’da Bilim ve Teknik diye beş ciltlik bir kitabı var. Türk âlimleri ile ilgili boyutu biraz daha fazla öne çıkartılmamış, ama son derece önemli bir kitap olduğunu düşünüyorum. Aslında keşke içimizden birileri de çıksa o kitabın “tekmile”sini meydana getirse. Çünkü bu doğrultuda daha yapılacak o kadar çok iş var ki..
Şimdi bu çerçevede özgüveni yakalamamız gerekiyor. Özgüven geçmişi doğru bilmekle mümkündür. Keza Sönmez Kutlu dikkat çekmiş, İmam Maturidi müthiş, muazzam, sistematik bir kafa yapısına sahip ve bundan 1100 sene önce diyanet-siyaset ayrımı yapıyor. Din ve siyaseti mantıksal ölçekte birbirinden ayırıyor, yerine oturtuyor. Ben şunu anlamakta zorlanıyorum: Türkiye gibi bir ülkede geçmişte böyle devler yetiştiren bir kültürün içerisinden gelen insanlar, bugün laiklikle İslam’ı nasıl kafa kafaya getirmeyi başarabiliyorlar. Doğrusu tebrik etmek gerekiyor. Yani bu bir başarı(!).. Nasıl başarıysa; ama biz bunu başarabiliyoruz. Şu anda da en son merhum Türkan Saylan vefatının arkasından yapılan tartışmaları, olup bitenleri zihninizde canlandırın. Adeta Türkiye karnıyarık gibi dindarlar- laikler olarak iki kutba ayrılma sürecinin içerisine çekilmek istemiyor. Bu millet bunlara layık değil. Bu söylediklerim öz güvenimiz açısından son derece önemlidir.
Bunun bir başka boyutunu hemen dikkatinize sunacağım. Özgüven sahibi olan insanlar, insanlığın kaderi üzerinde belirleyici olma vasfını hak ederler. Çünkü gelecek, daima gelecek hakkında tasarısı olan insanların işidir. Bu millet, hiçbir millete nasip olmayan muazzam bir devlet geleneğine sahiptir, muazzam kültüre sahiptir; ama kendi geçmişimizin farkında değiliz. Geçmişimizle barışmamışız ve gelecek tasarımı yapamıyoruz. İşte bu noktada aslında bu milleti bekleyen en ciddi sorumluluk, yeni uygarlık sorumluluğu…
Victor Frankl’ın bir sözü var diyor ki: “Her çağın bir hastalığı vardır. İçinde yetiştiğimiz, yaşadığımız çağın hastalığı varoluşsal anlam boşluğudur.” “Existential meaning” diyor buna… Yani Batı uygarlığı anlam kodlarının içini boşalttı ve bu yüzden çatışmacı bir yapıya sahip oldu. Bu yüzden mesela küresel ölçekli şiddet ve terörün yayılması bir türlü anlaşılamıyor. Mesela 11 Eylül sonrası İslam’ın şiddet ve terörle birebir irtibatlandırılmak istenmesinin de arkasında bunlar yatıyor. İnsanlığın artık yeni bir uygarlığa ihtiyacı var. Yeni bir uygarlık, insanlığın var olan birikimini görmezlikten gelerek yaratılamaz. Ben ilahiyatçı sıfatıyla açık bir cümle kuracağım: “Ölüyü diriltmek, ancak Allah’ın işidir; ama uygarlık yaratmak insanların işidir.” Yani var olan, şu ana kadar ekonomik ömrünü doldurmuş bir İslam uygarlığını diriltme çabalarının çok anlamlı olacağını, açıkçası düşünmüyorum. O zaman o uygarlıktan yararlanarak binlerce yıllık Türk tarihinin içerisindeki uygarlığa vücut veren kök hücreleri yeniden dirilterek, bizim yeni uygarlık hedefi koymamız lazım.
Bu çerçevede Alevilik-Sünnilik ile ilgili tartışmaların arka planına baktığımızda, bunların büyük ölçüde işsizlikten kaynaklanan tartışmalar olduğunu da göreceksiniz. Evet, bir hedef yok. Toplumda hedef olmayınca fertler birbiriyle uğraşırlar. Ama hayatın gerçeği şudur: Koşan insanlar birbirleriyle uğraşacak vakit bulamazlar. Bizim artık böyle olduğumuz yerde durmayı bırakıp, yürümeyi de bırakıp, koşmaya ihtiyacımız var. Koşabilmemiz için birtakım yüklerimizden kurtulmamız lazım. Geçmişi anlamamaktan kaynaklanan ve üzerimize biriken geçmişin tortuları var. Yani bir Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’le kavgası, iki Türk devletin iktidar kavgasıdır. Bu bugün bize yük olmamalı, bizi ayağımızdan geriye çekmemelidir. Ama bunun yolu, bunu doğru anlamaktan geçer. Eğer siz Çaldıran olayını, oradaki mantığı çok daha iyi anlayabilirsiniz ya da Doğan Bermek Bey’in ifadesiyle Otlukbeli’nden başlayan süreci doğru okuyabilirseniz, bundan sonraki ile alakalı plan yapabilirsiniz. Çünkü geçmiş anlaşılmak için vardır. Geçmişi doğru anladığınız andan itibaren geçmiş bize hız verir, yön verir; ama geçmişi anlayamayan insanlar geçmişte yaşanan acı tecrübeleri tekrar tekrar yaşamak zorunda kalırlar. Bu sebeple aslında tarihsel akışı dikkatle okursanız şu anda yeni bir uygarlığın tohumları üzerinde en azından kafa yormaya başlamamız gerekiyor. Olaya bu çapta baktığımız gün, Alevilik de bir zenginlik olacaktır, Sünnilik de bir zenginlik olacaktır. Ben bir İlahiyatçıyım. Sünni bir çevreden geliyorum. Sünniliğin avukatı değilim… Peki Aleviliğin hasmı mıyım? Hayır, öyle bir niyetim de yok. Tam tersini söylüyorum. Alevilik kültürünün korunması gerekiyor. Alevi-Bektaşi kültürünün o değerlerle korunması gerekiyor. Niçin? Zaman zaman bir akademisyen olarak benim geçmişe müracaatım gerekiyor. Geçmişten hız almam gerekiyor. Burada hız verecek bazı kök hücreleri diri olarak o kökün içinde görebiliyorum. Bu yüzden diyorum ki bu küreselleşme, bu anafor, Aleviliği kısır tartışmalarla yok etmemeli onun üstüne çıkabilmeliyiz. Onun üstüne çıkabildiğimiz gün, hem farklılıklar zenginlik olacaktır hem de bu toplum koşmaya başlayacaktır.
Üzülerek söyleyeyim, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin şu anda bile toplumun önüne koyabileceği bir hedefi yoktur. Devletin kuruluş aşamasında Atatürk’ün çağdaş uygarlık ile ilgili sözlerini dikkatle inceleyin. Bunlar yeni bir uygarlık projesiydi. Projenin üç ayağı vardı: Dil ayağı, din ayağı ve tarih ayağı. Ama maalesef Atatürk sonrası her üç ayak da işlevini kaybetti ve Atatürk’le ilgili söylem düzeyi yüksek olanlar bile Atatürk’ün hedefinin çağdaş uygarlık olduğunu Batı uygarlığında eklemlerinin olmadığını maalesef göremediler. O zaman bu ölçü içerisinde bizim yeniden bazı meseleleri sağlıklı bir şekilde düşünüp tarihin esiri olmaktan kurtulmanın yolunu aramamız gerekiyor. Geçmiş ne altın çağdır, ne asr-ı saadettir, ne serapa dopdolu güzel bir geçmiştir, ne de kötü bir geçmiştir. Ya da öz bir cümle: Abdülhamit ne ulu Hakandır ne Kızıl Sultandır. Bunun ortası yok mu? O zaman gelin geçmişe eleştirel çerçevede bakalım. Yanlışlarımız varsa o yanlışlarla hep birlikte hesaplaşalım. Ama geçmişe bağımlı kalmayalım. Geçmişi kutsallaştırmayalım. Geçmişi yok farz etmeyelim. Bakın üç tane önemli nokta var burada: Kutsallaştırmak, yok farz etmek, anlamak. Tercihiniz hangisinden yana olacak? Ve şu gerçeği de görelim tarih faaliyeti, tarihteki her faaliyet, inşa faaliyetidir. Tarihçinin yaptığı iş, geçmişte yaşanan olup bitenlerden bugüne uzanan bilgi, belge ve bulgulardan hareketle geçmişi yeniden inşa etmektir. Bu inşa, daima süreklilik kazanırsa bir anlam ifade eder. Yanlışlar olur eksikler olur. O yüzden benim hemen konunun başında önerim şu: istirham ediyorum tartışma olgun ve gayet güzel konular üzerinde odaklı, günlük, sözlerimiz çözüm odaklı olsun. Mesela analizler yapıldı, tahliller yapıldı; şu var bu var pek çok şey konuştuk ama çözüm önerisi somut bir şey çıksın ortaya. Yani şöyle olursa şu sonuç ortaya çıkar diyebilelim ve artık biraz daha lafın ötesine aşalım. Yani daha başlarken biraz duygusallık dedi arkadaşımız ya da biraz ama. Duygusallığı hak etmeyenlerin duygusal olma hakkı yoktur. Hak etmeyenler sadece ağlayarak duygusallıklarını taklit ederler. Üzgünüm ama maalesef böyle. Bu da hayatın bir başka gerçeği… Yani diyoruz ki bilgiyle yürüyelim şu ana kadar konuştuk.
Şimdi bana gelen bir miras var, umarım kötü bir miras değildir. Benim aslında buraya gelirken tartışmayı planlama şeklim şöyleydi açık konuşayım: Şimdiye kadar konuşulan konulardan çıkarttığım bazı temel ana başlıklar vardı. Bu başlıklar ekseninde herkesin düşüncesini netleştirmek açısından bir moderatör olarak olayın akışını böyle planlamıştım. Ama şu anda cevap-söz isteyip alamayanlar da bana miras olarak kalınca iki tane yolum var. Ya burada geçmiş mirası reddetmek; ya da onunla bir şekilde uzlaşarak yürümek. Redd-i miras pek makbul görünmüyor. Çünkü bu haklı olarak bana devredildi. O zaman yapacağım iş, bendeki listeye dayalı olarak sadece bir inisiyatif kullanacağım hocaların hocası Beyza hocama öncelik tanıyacağım.
Beyza BİLGİN: Bir iki notum vardı. Onları söylemek üzere söz istemiştim.
Hasan ONAT: Yalnız hocam baştan rica ediyorum. Mümkünse çok hızlı beşer dakikalık. Şu elimdeki listeyi bitirdikten sonra bilahare asıl oturuma başlayacağım. Mümkünse maksimum beşer dakikalık, ona da dikkat ederseniz raportör arkadaşım.
Beyza BİLGİN: Birincisi bu din kültürü meselesi. 1982’deki program geliştirme çalışmalarında ben de bulunduğum için biraz açıklamak istiyorum. 1982’de mecburiyet getirilince “mezhebi” olan ders mecburi olamayacağı için “kültür” adı verildi. Demek ki, çoğulcu bir din dersi programı geliştirilme k istenmişti. O zamanı çok iyi hatırlıyorum: “Aman hocam, “mezhep” kelimesi geçmesin,” dediler. “Türkiye mezhep tartışmalarından çok çekmiştir. “Tarikat” kelimesi geçmesin.” Ondan sonra biz nasıl yorumlar yapacağız. Tabi bu biraz zorlaştı. Biz isimler koyduk, ancak kitap yazan arkadaşlar bunları sadece kendi bilgileri doğrultusunda yorumladılar. Bunlar da Sünni idiler, “mezhepler üstü” veya “mezhepler arası” olması gereken kültürel program “yine” mezhebi oldu. Burada bunu açıklamak istedim. Demek ki, program geliştirme çalışmaları yetmiyor. Bu çalışmalara uygun olarak, farklı mezheplerden yahut da yorum mensuplarından insanların gelmesi yetmiyor. Kitapları yazarken, yazanlar arasında da onların olması gerekiyor, beraber yazmaları gerekiyor. Bunu bize farklı dinden arkadaşlar da söylüyorlar. Niye Hıristiyanlık hakkında yazarken bizden kimse gelmiyor? Niye Yahudilik hakkında yazarken bizden kimse gelmiyor? Şimdi onlar artık Müslümanları çağırıyorlar. Alıştılar, ama bizler alışmadık. Kendi içimizdekileri de çağıramıyoruz, yanımızdakileri de çağıramıyoruz. Ama herhalde çağırmak durumundayız.
Ben bir notum daha vardı, ama onu özel olarak öğrendim. Ne öğrendiğimi size söyleyeyim. Cemal ŞENER Bey demişti ki, dayısı ve yeğenleri Alevi olmuşlar. Ben dedim acaba tersi olabilir miydi? Yani başka Sünni dayı ve yeğenler acaba Alevi olabilir miydi? Ben, “olamaz” diye biliyorum. Bektaşi olunur Alevi doğulur diyorlardı. Tabi arkadaşlar bana artık olunur, dediler. Çünkü böyle bir şey yaşamıştım ben. Kadınlar günü dolayısıyla yapılan toplantılardan birinde Alevi arkadaşlar Alevilikteki kadın-erkek eşitliğinden öyle güzel şeyler anlattılar ki, çay arasında kadınlar benim yanıma geldiler, dediler ki: “Hocam acaba ne yapsak? Hep birlikte Alevi olup bu başörtüsünden kurtulsak?” Ben onlara dedim ki; “olmaz, çünkü, Alevi doğulurmuş Alevi olunmazmış”, demiştim. Şimdi gidince söyleyeceğim; “olunurmuş”, diyeceğim. “Başınızın çaresine bakın. Gelecek dedeler düşünsün.”
Bir üçüncü notum daha var: “Din dersinden muafiyet için en az bir yol var”, demişti bir arkadaşımız. Evet, din dersinden muaf olmak için bir yol var; ama bu yol cahillik yolu değil. Yani din hakkında hiçbir şey bilmemeyi seçmek değil. Anne- baba olarak çocuğunu cahil yetiştirme dinden habersiz yetiştirme seçeneğini seçemezsin. Ya kendi mezhebini, ya kendi tarikatını, ya kendi dinini; hangisi ise, öğrettiğini ispat etmesi lazım ki okulda bundan vazgeçsin. Siz herhalde böyle evinizde öğretiyorsunuz. Cehaletin kalmaması için yollar vardır. Bu yollardan birisi seçilebilir. Ben bir eğitimci olarak bunu gördüm. Demin ayna misali vermiştim. Siz kendinize ilginizi çekerseniz veya aynaya gelen bir görüntüyü seçerseniz arkadan ufak tefek o kadar çok gelirler ki, çocuğun kafası karışır vs… Teşekkür ediyorum efendim.
Hasan ONAT: Evet, değerli meslektaşımız Yılmaz Soyyer.
Yılmaz SOYYER: Teşekkür ederim sayın hocam. Şimdiye kadar konuşulanlardan sadece bir cümleyle Dursun Gümüşoğlu beyin ardından gündeme getirilen, İlahiyatta bir bölüm kurulması şeklinde bir cümleyle dile getirilen bir problemi ele alacağım ben. Tabii Dursun Gümüşoğlu dostum da şu söyleyeceklerime büyük ölçüde katılacaktır. Onun söylediği de aslında bir yoldur ama benim söyleyeceklerim biraz farklı. Ben işe ne orta eğitimden ne lise eğitiminden ne de lisans eğitiminden başlamak niyetindeyim. Ben yüksek lisans ve doktorada edebiyat, tarih, sosyoloji, antropoloji okumuş Alevi çocuklarının İlahiyat Fakültelerine bizlere gönderilerek yüksek lisans, doktora yapmalarını öneriyorum. İşe böyle başlamalıyız. Çünkü İlahiyat Fakültelerine Alevi çocukları geldiklerinde bazı şeyleri öğrenecekler. Her şeyden önce kendi geçmişlerinin bütün vesikalarına ulaşacak, sağdan sola okumayı ve o dille aşina olmayı öğrenecekler. Yedi ozanımız dedikleri ozanları anlamayı öğrenecekler. İşe buradan başlamak lazım. Lisansta şu rezervi koyabilirler. Sizler, yani Sünni akideden gelenler bizim çocuklarımız etkileyebilirsiniz. Efendim yüksek lisans, doktora yapan çocuğu etkileme ihtimalimiz yoktur. Etkiliyorsak zaten siz yok olmaya mahkumsunuz. Şimdi bunlar Aleviliğin birinci el kaynaklarına ulaşacaklar. Öğrenecekleri Arapçayla da İslam’ın birinci kaynaklarına ulaşacaklar. Yani benimle birlikte, İlahiyat Fakültesi öğretim üyesiyle birlikte, Hasan hocamla birlikte, Beyza hocamla birlikte –gerçi emekli oldu ama hala bizim hocamız- hep beraber birinci el kaynaklara ulaşacağız, bakacağız ve Hasan hocamın demin söylediği çok önemli bir şey: Geleceği beraber inşa edeceğiz. Yani belki biraz onlar biz olacak, biraz da biz onlar olacağız, belki de yeni bir bizde birleşeceğiz. Ama bunun yolu Hasan hocamın da dediği gibi cehalette birleşmek de değildir. Bu nedenle İlahiyat Fakültelerine Alevi çocuklarının gelmesini, özellikle yüksek lisans, doktora bazında gelmesini çok önemsiyorum ve bekliyorum. Bugüne kadar Alevi televizyonlarında yaptığım bütün konuşmalarda özellikle bu durumu anlattım. Gelin, şu kaynaklarınızı kendiniz okumayı öğrenin, kendiniz yapın.
Şu an tabiî ki çok önemli bir problem var karşımızda. TBMM düşen bir görev galiba bu. Kat sayı sorunu. Ben lise mezunuydum, İlahiyat Fakültesine gidebildim ama bugün lise mezunu bir Alevi çocuğu istese de İlahiyat Fakültesine giremez. Onun için bu katsayı sorunun da halledilip Alevi çocuklarının İlahiyat Fakültesine gelmesine temin etmek lazım. Bunu birkaç Alevi meclisinde dile getirdiğimde bana dediler ki: “Sizin öyle yobaz hocalarınız var ki, çocuklarımızı etkilerler.” Beni etkileyemediler. Ben o yobaz hocalar yerine hocamın izinden gitmeyi, Mehmet Aydın hocamın izinden gitmeyi tercih ettim. Durum bundan ibaret. Benim önerim bu yolun İlahiyat Fakültesinde bütün çocukların beraber okuyarak aynı dersleri alarak geçmesidir. Şu teklifi getirin: “Efendim biz Tasavvuf derslerini iki saat değil, on iki saat okutacağız”. “Eyvallah. “İbn Arabi dersi koyacağız”. “Eyvallah”. Bunun mücadelesini verelim. Ben de sizinle birlikte bu mücadeleyi vereyim. Hallac okutacağız bir sene, okutalım; bir sene Makalat okutacağız, okutalım. Bizim çocuklarımız da okusunlar. Ama aynı sıralarda okusunlar. Ve geleceğimizi beraber kuralım. Eğer bunu yapmazsak şu ana kadar yaptığımız bütün şeyler havandan su dövmektir arkadaşlar. Din derslerini kime okutacaksınız ey Alevi kesimi? Hiç düşündünüz mü bunu? Söyleyeceklerim bu kadar.
Hasan ONAT: Peki Yılmaz Beye çok teşekkür ediyoruz. Dile getirdiği husus önemliydi. Bir anlamda Aleviliğin geçmişten kopuk inşa faaliyetlerine biraz daha açık olma sebebi de zannederim sanırım bu tespitlerin ışığında değerlendirmek gerekir. Listemde Şakir Keçeli Bey var. Beş dakika.
Şakir KEÇELİ: Sizin bıraktığınız yerden konuşmaya başlayacağım. Hoşuma gitti konuşmanız. Gerçekten her satırına imza atacağım bir konuşma. Bir yere ekleme yapacağım eğer müsaade ederseniz. Gerçekten İslâm dini çok yüce bir din, yani Müslüman olduğum için söylemiyorum bunu. Bunu en açık şekilde iki örnek vermek istiyorum. Birisi, Max Weber’in bir kitabı var. Diyor ki, “Muhammed -onun deyimiyle söylüyorum- Muhammed Arapların yetiştirdiği en büyük insandır.” İkincisi, Marx-Engels Doğu Sorunları isimli kitabında diyor ki: “Eğer “İslâm devrimi olmamış olsaydı…”, onlara göre bir İslâm devrimidir, ben fakire göre de öyledir, İslâm devrimi olmasaydı insanlık daha 400 yıl gerideydi. İslam devri, İslamiyet insanlığa 400 yıl kazandırdı. Bunu söyleyenler Materyalizmin mürşidi, piri olan iki insan ve kitap. İslam bu kadar yüce bir dindir. İslam o kadar yüce dindir ki İslam’la gururlanmamın sebebi, Materyalizmden İslam’a geçmemin nedeni şudur. Bir toplum düşünün ki içinde bazı tarihçilerin söylediğine göre yedi tane okur-yazar insan var. Bazı tarihçilerin söylediğine göre içinde 16 tane insan var okur-yazar ve Tanrı o topluma hitap ediyor, diyor ki: “Oku!” Hokka, kalem, divit, yazı üzerine yemin ederim ki, sen en yüce, en güzel ahlak üzerinesin. Bunu kime söylüyor? Okuması-yazması olmayan bir topluma kefil olarak kimi gösteriyor? Hokkayı, kalemi gösteriyor Kalem suresinde ve okuması-yazması olmayan insanlara ilk defa oku diye hitap ediyor. İslam’ı maalesef biz İslam’ın ilk 200-300 yılından sonra 400 yılından sonra adeta kemikleştirdik. Bugün yeniden İslam’ı canlı hale getirebilirsek yine geçmişte olduğu gibi bir insanlığa 400 yıl kazanma daha şerefine nail olabiliriz.
Bu girişten sonra bir şeyi daha söylemek istiyorum. O da şu: Hem Alevi arkadaşlarımız hem İlahiyatçılarımız Alevilik-Bektaşilik eğitiminin bir yönünü göremiyorlar. Alevilik-Bektaşilik eğitimi sadece bilgi eğitimi değildir. Alevilik-Bektaşilik eğitimi, şimdi surenin adını unuttum, Kur’an’da bir surede Yüce Tanrı buyurur ki: Bu Hristiyan ve Yahudilerin din adamlarını kastederek: “Onlar sırtlarında kitap taşıyan eşeklerdir”, der. İslam’ın bilgi teorisinde -fakirin görüşüne göre- hepiniz benim hocalarımızsınız, İslam’ın bilgi teorisine göre, öğrenmek yetmez, onu yaşama geçirmek gerekir, amel etmek gerekir, sadece bir o surede değil, bütün surelerdeki temel hedef budur. O nedenle Alevilik-Bektaşilik eğitim sürecinde tatbikat da yapmıştır. Bunun en belirgin özelliği nedir? Her yıl güya kıyamet kopmuş ve biz Tanrı’nın huzuruna gitmişiz, orada hesap veriyoruz. Bu fakirden alınmış, incinmiş biri varsa dile gelsin, hakkını ödeyeceğim diyoruz her yıl, her yıl en az bir defa bizimle birlikte yaşayan insanlara, bizim mürşidimize, ki o mürşid aynı zamanda Hz. Peygamber’i temsil ediyor. Hz. Peygamber’in eli de, Allah’ın elidir. O mürşidin huzuruna çıkıyoruz. Diyoruz ki, Muhammed Ali divanında, Hakkın huzurunda erenlerin daima huzurunda dile gelsin, dile gelsin, hesabını isteyin diyoruz. Bu tatbikatı yapmadan Aleviliği yaşatmanız, Alevi dedesi yetiştirmeniz ya da Bektaşi babası yetiştirmeniz mümkün değil.
Hasan ONAT: Bu noktada somut öneriniz var mı?
Şakir KEÇELİ: Bu noktada somut önerim yok. Bu noktada somut önerim maalesef yok.
Doğan BERMEK:Ama algılanması yetiyor galiba. Yavaş yavaş gerisi gelir.
Şakir KEÇELİ: Bunun bir kısmı zaten bizim dostlarımıza Alevilere hitaben söylüyorum; dedeler okulu açtınız, Kur’an’ı öğretiniz, hadisleri öğrettiniz, fıkıhı öğrettiniz, Aleviliğin tasavvufunu öğrettiniz. Mürşid olur mu? Hayır olamaz. Mürşid olabilmesi için adım adım gitmesi gerekir. Bu yolu, zaten nasip verirken söylüyor, dede, diyor ki: “Evladım, bu yol ateşten bir gömlektir giyilmez, demirden leblebidir çiğnenmez, gelme, gelme, dönme, dönme diyor. Hadi git biraz düşün de gel”, diyor. Bu yol o kadar zor. Öyle bir kitap okumayla bir insan Bektaşi olamaz veya 500 kitap okumayla Alevi olamaz. Yaşamakla mümkündür.
Gelelim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerine. Bir özeleştiri yapmak istiyorum. Bu fakir 1930’dan 2003 yılına kadar yayınlanmış bütün Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarını okudum. Üzerinde ince ince düşündüm ve tartıştım. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yaklaşık 80 sayfalık bir kitapla dava açarken bu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarının bir inancı yansıttığını ve Alevilik-Bektaşiliğin hasmı olan, rakibi olan bir inancı yansıttığını söylediğim için örnekler verdim tek tek, bütün kitaplardan zaman zaman krokiler çizdim, tablolar çizdim, grafikler çizdim. Onun için ben 2003’e kadar yazılmış kitaplar üzerinde konuşuyorum. Ondan sonrakilerin cahiliyim. Cahili olduğum bir konuda kendimde konuşma hakkını görmüyorum. Bir açıklama daha yapmak istiyorum. Burada bir yanlış bizim tarafımızdan yapılıyor. Maalesef bilim insanlarımız da bizi tekzib etmediler, hani yanlış söylüyorsunuz demediler. Nezaketleri gereği söylemediler.
O da şu. Bektaşilik Aleviliğinin rakibi Sünnilik değildir. Alevilik Bektaşiliğinin rakibi medrese ideolojisi dediğimiz, benim fakirin medrese ideolojisi dediği şekilci, kuralcı olan İslam’ı sadece bir şekilden, bir kuraldan ibaret gören ve İslam dininin ictihad kapısı kapatılması suretiyle hayata uyamayacağını iddia eden ideolojilerdir, yoksa komşu köydeki Sünni ile komşu köydeki Alevi arasında fakir şimdiye kadar büyük bir fark görmedi ve bin yıldan bu yana köyler arasında Alevilik-Sünnilik yüzünden en ufak bir sürtüşme ve kavga çıkmamıştır. O nedenle bizim rakibimiz Sünniler değildir. Bizim rakibimiz, bizim eleştirdiğimiz yani bizim rahatsız olduğumuz Sünniler değildir. Bizim eleştirdiğimiz, bizim rahatsız olduğumuz İslam’ı şekilci yorumlayan medrese eğitimi anlayışıdır, medrese ideolojisidir. Akıldan ve bilimden yoksun İslam yorumudur. Ve onun için sözlerimizde Sünnilik yerine bu şekilde koyalım. Veya şöyle dememize de siz izin verin, Şeriatçı yorumdur. İslam’ın bizim rakibimiz olan ve bizi rahatsız eden yorum biçimi budur. Benim gördüğüm 2003’e kadar yazılmış kitapların tamamı, o medrese ideolojisinin kitaplaşmasından başka bir şey değildir. Bana Milli Eğitim Bakanlığı dedi ki: “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi veriyoruz. Biz İslam Akaidi öğretmiyoruz. Öyle bir şey yok”, dedi. Ama ben kitaba bakıyorum, bir örnek vereyim. IV. Sınıfta öğrencinin ezberlemesi gereken dualar. Subhaneke duası, İhlas duası, Kevser suresi, Fatiha suresi, Rabbena Atina, Kunut duaları, Fil suresi. Allah rızası için IV. Sınıftaki bir çocuğa Ebabil kuşlarının parmağındaki şeylerin, küçük küçük tanelerin koca koca filleri öldürdüğünü nasıl somut olarak izah edersiniz? Böyle şeyin izahı mümkün olabilir mi? O çocuğun hafızası bunu nasıl kavrar? Bu ülkede psikologlar var. Bu işte eğitim bilimciler var. Bunlar öğretilmesin mi? Bunlar Allah’ın emridir, başımın üstünde yeri vardır. Hangi yaşta öğretilsin? 14’e gelsin, yani cezai sorumluluğu olsun. Siz, IV. Sınıftaki bir çocuk adam öldürdüğü zaman ona ceza veremiyoruz. Çünkü İslam’ın peygamberi, “ben güzel ahlakı tamamlamaya geldim”, diye buyuran bir insandır, bu nedenle ancak öğretilsin ama şunlar bu yaşta öğretilmesin. Lisede öğretilsin. Hocalarım dediler ki: özellikle Recep Kaymakcı hocama çok teşekkür ediyorum. Dediler ki, “biz genel olarak Kur’anî İslam’ı öğretiyoruz”, dediler. Bunu da bir ders kitabında hem Alevilik açısından hem de Sünnilik açısından öğretmeniz mümkün değildir. Bir örnek vermek istiyoruz. Şimdi Kur’an-ı Kerim’de “namaz” sözcüğü geçmez, “salat” sözcüğü geçer. “Salat” sözcüğü nedir? Sünniler namaz diyorlar. Biz de salat diyoruz. Bizim salatımız, salat anlayışımız farklıdır. Şimdi çocuğa nasıl anlatacağız arkadaşlar beş vakit namazı. Alevininki Tanrı’yı kendi içimizde hissetmemiz Tanrı’yla bir an bile olsa konuşabilmemiz. Biz nasıl izah edebileceğiz? Oruç, ramazan ayında yemek yememektir. Ama dahası var tabi, yalan söyleyenin orucu bozulur, hırsızlık edenin orucu bozulur, dedikodu edenin orucu bozulur. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Bunlar felsefe dersinde veya tasavvuf dersinde öğretilebilir. Çocuklar 14 yaşından sonra bunları kavrayabilir. Ben bana tahammül ettiğiniz için çok teşekkür ederim.
Dostları ilə paylaş: |