Amerika Birleşik Devletleri Seçimleri (2004) Amerikan Seçimleri ve Sosyalistlerin Programsızlığı
Bu gün dünyada işçi hareketinin ya da sosyalistlerin bir programı bulunmamaktadır. Bu programsızlığın nedeni ise, onların burjuva uygarlığı tarafından teslim alınmışlıkları; onların burjuva uygarlığının dininin, yani milliyetçiliğin bir “müslim”i, yani “gönlünü teslim etmiş”i olmalarıdır.
Bunu en çarpıcı ve açık biçimde Amerikan başkanlık seçimleri ve onun karşısındaki tavırlarda görürüz. Sosyalistler, bu alanda Usame bir Laden’dan bile geri ve gerici bir pozisyondadırlar. Bin Laden hiç olmazsa, ifade edilmemiş gizli bir varsayımla, ABD’deki seçimler ve insanlığın kaderi arasındaki bağı veri kabul ederek, kendi yolunca ABD halkına mesaj vermekte, kendince müdahale etmekte. Sosyalistler ise, böyle bir yaklaşımın kenarında bile bulunmamakta, ABD’deki seçimleri ABD halkının sorunu olarak görmektedir. Onların sorguladığı sadece Amerikan halkının iradesinin yansımasını engelleyen mekanizmalardır..
Sosyalistler, ABD seçimlerinde dönen dolaplar, lobbyler, Amerika’daki partiler sisteminin büyük kapitalistlerle bağları vs. hakkında, bu seçimlerin anti demokratikliği üzerine oldukça geniş bir literatürün sahibidirler. Ama onun en gerici, en anti demokratik yanı üzerine bu güne kadar bir tek eleştiri yaptıkları görülmemiştir.
Onun en anti demokratik ve sosyalistler tarafından eleştirilmesi ve karşı çıkılması akla bile gelmeyen yanı, ABD başkanının, yani dünyaya egemen devletin başkanının, Amerikalılar tarafından seçilmesidir.
Bu eleştiri kimi zaman bir espri konusu olarak orada burada ifade edilir aydınlar arasında. Madem ki ABD başkanının aldığı kararlar bütün insanlığın kaderini böylesine belirlemekte, insanlığın kaderi, Amerika’nın taşralı, dar kafalı Hıristiyan beyazların seçimine bırakılmamalı; onu tüm dünya seçmeli denilmektedir. Ama bu siyasi bir program olarak, ulusçuluğun bizleri nasıl esir aldığını göstermek için değil; Amerikanın politiklarına karşı bir tür imge gibi kullanılmaktadır. Bunu söyleyenler, ulusal devlet ve sınırları yok etmeyi akıllarından bile geçirmemektedirler.
Sosyalizm ilk doğuşunda, artık unuttuğu ve hatırlamayı bile istemediği; şimdi globalizm taraftarlarının Marks’tan kendilerine mehaz göstermek için zikrettiği ve kimi aptal sosyalistlerin de “bakın globalistler bile Marks’ın büyüklüğünü teslim ediyorlar” diye bundan kendilerine pay çıkardığı bir önermeyle yola çıkmıştı: ulusal sınırların üretici güçlerin gelişmesi önünde bir engeldi. Bu nedenle “Emeğin kurtuluşu ne yerel ne ulusal bir sorun olamaz” denmiş; bu nedenle Enternasyonaller kurulmuştu.
Sonraki dönemde ise, Sosyalist hareket ulusal sınırların ve ulusal devletlerin en büyük savunucusu ve kurucusu; burjuva uygarlığının zaferinin yardımı hiç hesaplanmamış bir akıncısı oldu. Ne bu düşüncelerden ne de enternasyonallerden iz ve toz kalmadı.
Sosyalizm doğuşundaki, ulusal devletlere yönelik üretici güçlerin gelişimine engel olmak eleştirisini, modern toplumun dininin bir eleştirisine, yani politik olanın nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanla belirlenmesinin, yani ulusçuluğun eleştirisine; yani burjuva uygarlığının eleştirisine doğru derinleştirecek ve geliştirecek yerde, tam tersi bir yola girdi ve ulusçuluğun, hem de en gerici, dile, etnisiteye, tarihe dayanan biçimlerinin, “ulusların kaderini tayin hakkı” programı altında savunucusu oldu. Bu nedenledir ki, burjuvazinin sosyalist hareketten aldığı biricik ilke budur. Lenin ve Troçki’nin bu programını Wilson’un da bayrağına yazmış olması bir rastlantı değildir. Çünkü onların farkına varmadan savunduğu burjuvazinin programı, hem de onun emperyalizme uygun en gerici biçimiydi.
On dokuzuncu yüzyılda, sosyalistler ulusal sınırları yıkmayı programlaştırmış; burjuvazi ulusal devletler kurmaya çalışırken; dünya ticaretinin ve üretici güçlerin o zamanla kıyaslanmayacak ölçüde geliştiği bu günkü dünyada, roller tam tersine dönmüş bulunuyor. Burjuvazi, en azından, merkezlerde globalizmin ihtiyaçlarına uygun olarak, dil, din, etni ve kültürü politika dışına atarak ve dünya çapında bir imparatorluk kurarak ve imparatorluk kurmak için, çevrede dile dine etniye dayanan küçük siyasi şekillenmeleri destekleyerek üretici güçlerin ve dünya ticaretinin bu günkü gelişmişlik düzeyine uygun dünya çapında siyasi bir üstyapı oluşturmaya çalışırken, sosyalistler, dile, etniye dayanan bir ulusçuluğun ve devletlerin savunucusu rolündeler.
ABD’nin İmparatorluk planlarının karşısında, bu gerici ulusçuluğa dayanan devletlerle ve bu biçimler savunularak hiç bir program ve perspektif geliştirilemez. Bunun için tıpkı ABD’nin programı gibi ve ona karşı, somut ve acil olarak, dünya çapında bir program olması gerekir. Bu ise, politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasını reddetmekten; yani ulusal devletleri ve ulusları yıkma çağrısından başka bir şey olamaz.
Hıristiyanlık bile bu günkü sosyalistlerden daha devrimciydi. Koca Akdeniz’e egemen Roma İmparatorluğu’nun imparatorunu, Romalı patricilerin, yani Roma yurttaşlarının seçmesini ve onun sadece Roma Yurttaşlarına karşı sorumlu olmasını sorgulama, bunu Allah’ın eşit kulları olarak tüm Roma topraklarında yaşayanlara yayma anlamına geliyordu Hıristiyanlık.
Bu günün “enternasyonalist” sosyalistleri ise, beğenmedikleri Hıristiyanlar kadar olsun, bu günün dünyasının imparatorunun, sırf Amerikan yurttaşları tarafından seçilmesini ve onlara karşı sorumluluk duymasını sorgulamayı; buna karşı mücadele etmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar.
Çok mu ütopik? Hiç de değil. İsa tarihsel olarak varlığı bile kanıtlanmayan biridir. Ve Roma’nın en ihtişamlı olduğu zamanda, biri hain olmak üzere programına kazanabildiği topu topu 13 kişiydi.
En büyük dünya turuna bile küçük bir adımla başlanır.
İnsanların ikinci ve gerçek ölümlerinin, bir gün, bir yerlerde, birilerinin onlardan son kez söz etmesi olduğu söylenir.
Programlar da, birileri bir yerlerde bir gün onlardan ilk kez söz ettiklerinde doğarlar.
Bütün büyük dinlerin teslim ettiği gibi: “Başlangıçta söz vardı.”
01 Kasım 2004 Pazartesi
Dostları ilə paylaş: |