Seçimlerde Sosyalist Politika (Seçim Yazıları)


Seçimleri AKP, Bürokratik Oligarşi ve Seçimler



Yüklə 1,4 Mb.
səhifə42/54
tarix07.01.2018
ölçüsü1,4 Mb.
#37343
növüYazı
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   ...   54

2007 Seçimleri

AKP, Bürokratik Oligarşi ve Seçimler


Burjuvazi ve askeri-bürokratik oligarşi arasındaki mücadelede her iki taraf da bir erken seçimde uzlaşmış görünüyor.

Burjuvazi bu seçim aracılığıyla, seçimlerde daha yüksek bir oy oranı sağlayarak, Genelkurmay müdahalesiyle birlikte kaybettiği mevzileri tekrar kazanabileceğini; dayatma ve pazarlık gücü daha yükselmiş olarak politik iktidarda daha fazla söz sahibi olabileceğini hesaplıyor.

Buna karşılık bürokratik oligarşi, hem ilk elde cumhurbaşkanlığı mevziini kaptırmama yakın hedefini gerçekleştirmiş oluyor; hem de zaman ve manevra alanı kazanıyor. AKP’nin oy oranını düşürmek ve CHP ve MHP’de bir yoğunlaşma sağlamayı; AKP’nin oy oranını düşüremese bile, AKP'yi kendilerinin de kabul edeceği bir isim üzerinde uzlaşmaya zorlayacak bir yeni meclis bileşimine ulaşabilmeyi planlıyor.

(Aslında AKP yeni adaylarıyla uzlaşmaya hazır olduğunu çoktan ifade etmiş bulunuyor. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, AKP ezici bir çoğunluk sağlasa bile, Cumhurbaşkanı Askeri Bürokratik Oligarşinin kabul edebileceği bir isim olacak: eşi türbansız bir Cumhurbaşkanı.)

Seçimler -eğer olursa- her iki hesabın da tutacağı ve tutmayacağı bir sonuca yol açabilir. Yani AKP oy oranını arttırabilir ama ancak CHP ve MHP ile uzlaşma ile bir Cumhurbaşkanı seçecek bir sayıyı tutturabilir. Böylece her iki taraf da eski kayıkçı dövüşüne devam edebilir.

Elbette her iki tarafın elinde farklı kozlar var. AKP, aslında Anadolu’da savaş sonrasında gelişmiş burjuvaziyi temsil etmekle birlikte, eskiden Askeri Bürokratik oligarşinin vesayeti altında bulunan ve Kürtleri inkar ve baskı politikası nedeniyle ondan uzaklaşan büyük şehirlerin "Laik" burjuvazisinin desteğini veya en azından hayırhah bir tarafsızlığını da sağlamış bulunuyor. Bunun yanı sıra AKP, yani burjuvazi, bunca yıldır gerçek iktidarı elinde bulunduran ve ne özgürlük ne refah getiren bürokratik oligarşinin egemenliğine karşı ezilenler arasında son derece yaygın olan ve aslında son derece sağlıklı tepkiye dayanıyor ve onu kendine kanalize edebiliyor.

Bürokratik oligarşi ise, sadece muaazam askeri gücüne değil, bizzat bir ur gibi büyümüş ve nüfus içinde hiç de küçük bir yer tutmayan bürokrasinin imtiyazlarına, yine bu bürokrasinin önemli bir kısmını oluşturduğu şehir orta sınıflarının ve Alevilerin korkularını kendi kanalına kolaylıkla kanalize edebiliyor.

Bürokratik ve Askeri oligarşi ile Burjuvazi arasındaki, politik iktidarın kimin elinde bulunacağına ilişkin bu çatışmada, seçimler her zaman burjuvazinin Meclis'te büyük çoğunluğu elde etmesinin aracı olmuştur.

Buna karşılık, Askeri bürokratik oligarşi, gerçek gücü elinde bulundurduğundan, bütün başarısızlıkları, görünüşte iktidar olan burjuvaziye yükleyip hareket alanını geniş tutabilmektedir. Bürokratik oligarşi iktidarı doğrudan elde tutmaktansa, gerçekte hiç bir gücü bulunmayan Meclisin iktidar gibi görünmesinden büyük avantaj sağlamaktadır. Meclis, askeri bürokratik oligarşinin iktidarını gizleyen bir "asma yaprağı”dır.

Ama bu durum burjuvazinin de işine gelmektedir. Onlar da Bürokratik oligarşinin müdahalelerini “Bakın müsaade etmiyorlar” diyerek kendini mazur ve mazlum göstermek için kullanmaktadır.

Gelişmiş ülkelerin iki partili sisteminin alaturka versiyonu gibi bir yapılanma söz konusudur. İkisi de gerici, ikisi de demokrasi düşmanı ve ikisi de varlığını sürdürmek için birbirine muhtaç iki büyük parti; parlamento ve devlet bürokrasisi biçiminde mevzilenmiş bulunmaktadırlar. Burjuvazi şehir yoksullarını kendi yedeğine almış bulunuyor; Askeri bürokratik oligarşi şehir orta sınıflarını ve Alevileri.

Elbette Askeri Bürokratik Oligarşinin parlamentoda; AKP ve Burjuvazinin de Bürokrasi içinde güçleri ve müttefikleri bulunmaktadır.

Bunlar karşısında biricik demokratik hedefleri olan güç, Kürt Özgürlük Hareketi’dir. Bu iki güç, bu demokratik güç karşısında birleşmekte ve bu hareketin önderini hapiste tutmaktadırlar.

Kürt Özgürlük Hareketi, hem Kürt burjuvazisinden yeterince bağımsızlaşamadığı, yani bir Kürt hareketi olmaktan çıkıp Kürtlüğün ve Türklüğün politik anlamı olmasına karşı bir demokratik harekete dönüşmeyi başaramadığı için; bağımsızlaşmaya kalktığı takdirde, tehlikeli bir şekilde boşlukta kalabileceği için; hem de toplumsal konumca işçi ruhsal ve kültürel durumca köylü diye özetlenebilecek yarı köylü sınıfsal ve ayrıca Hanefiliğin esnekliği karşısında Şafilik ve Ezidiliğin, doğuşunda komünal yapıyı korumaya yönelik dolayısıyla tutucu kültürel temelleri elvermediği; yani gücü aynı zamanda güçsüzlüğü olduğu için; Doğa Avrupa’nın çöküşünden ABD’nin Irak İşgaline kadar kendisine karşı çalışan uluslar arası gelişmelerin de sonucu olarak, ne Şehirlerin yoksul ve işçilerini ne şehir orta sınıflarını ve Alevileri kazanamamakta, onlara ulaşamamaktadır.

Bu tablo içinde Sosyalizm ve İşçi Sınıfı yoktur. O dünya tarihsel bir yenilginin moral bozukluğu ve dağınıklığı içinde buharlaştı ve şimdi ilerde ileriye sıçramak için kendi hataları önünde gerilemekle uğraşıyor. Teorik temellerini, programını, stratejisini, taktiklerini yeni baştan şekillendiriyor. Marksizmin Marksist eleştirisinin ilk adımlarını atıyor. Dünya tarihinin sahnesine tekrar bir politik güç olarak çıkabilmesi için daha yapması gereken çok iş var. Bu gün var olan sosyalist örgüt ve akımların ve işçi örgütlerinin böyle gelişim sağlaması olanaksızdır. Onlar yaşayan fosillerdir ve her hangi bir ufuk açıcı gelişmeye yol açma şansları bulunmamaktadır.

Başarı gibi görülen Latin Amerika’daki gelişmeler, uluslara karşı olmayan bir işçi ve sosyalist hareketin, sosyal demokrat politikalar uygulamaktan başka bir şey yapamayacağını; insanlık için bir program geliştirme yeteneğinde olmadığını ve bizzat kendi yenilgisini hazırladığını göstermektedir.

İşçi hareketinin ve sosyalist hareketin bu dünya tarihsel çözülüşü ve yokluğu Türkiye politikasında demokratik bir gücün şekillenememesinin en büyük nedenidir. Çünkü ancak modern işçi sınıfı, orta sınıflardan işçilere; Kürtlerden Alevilere ve kadınlara, tüm ezilenleri ve nesnel olarak demokratik çıkarları olan güçleri birleştirebilecek, teorik, politik, programatik, stratejik, taktik, entelektüel ve kültürel bir temel sağlayabilir.

Bu olmadığı sürece, tek politik güç, tüm olumsuz koşullara rağmen, demokratik bir program geliştirip ona bağlı kalmaya çalışan Kürt Özgürlük Hareketi olarak kalmaya devam etmektedir.

*

Türkiye’deki sınıfsal ve politik ilişkileri anlamak için 19. yüzyılın Avrupa’ındaki ilişkiler uygun bir analoji sağlarlar. Bu ilişkiler, tıpkı, geçen yüzyılda Almanya'da gerçek iktidarı elde tutan Prusya Asker ve Junkerliği ile Alman burjuvazisi arasındaki ilişkilere benzer.



Alman burjuvazisi cılızdı ve işçi ve köylülerin demokratik özlemlerinden korkuyordu. Türk burjuvazisinin Müslümanlık bayrağı gibi, o da demokrasi değil, Alman birliği bayrağını yükseltiyordu. Türkiye nasıl Askeri Bürokratik oligarşinin katliamları; diyanet işleri ile Müslümanlaştı ise; Alman birliği de Prusya asker-junkerliğince sağlanıyordu.

Ve bu iki gücün arasındaki mücadelede, Parlamento, nasıl mutlakıyetin ve Prusya asker-junker oligarşisinin iktidarını gizleyen bir asma yaprağı idiyse, bu günkü Türkiye’de de parlamento aynı durumdadır.

(Tek önemli fark o zamanlar gençliğin soluyan demokratik bir programa sahip bir işçi hareketi vardı, bu günkü Türkiye’de ise bu güç yoktur ve İşçi ve sosyalist hareket diye ortalıkta, Bismark ile gizli pazarlıklar yapmış, Prusya devleti ile gizlice anlaşmış, Lassalcılar bulunmaktadır. Türkiye’nin Lassalcıları şu veya bu gerekçeyle Genel Kurmayı veya Askeri politik oligarşiyi esas hedef tahtasına koymayan, onu bir şekilde unutturmaya veya hedef olmaktan çıkarmaya çalışan bütün sosyalist veya solculardır.

Yine de Lassal en azından politik b.ir işçi hareketinin oluşumuna katalizatörlük etmişti. Türkiye’nin Lassalcıları ise küçük grupların aslına rücu eden orta sınıflarından mensupları; yani Lassalın ve Lassalcılığın karikatürleri, kötü kopyaları, alaturkaları.)

Bu durum haricinde, Burjuvazi ile askeri Bürokratik Oligarşi arasındaki ilişkiler tıpa tıp, on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sındaki Büyük Toprak Sahipleri, Kralcılar, Asiller, Kilise, Junkerler, (ki bu ülkeye göre değişiyordu) ve Burjuvazi arasındaki ilişkilere benzemektedir. Ancak aynı öz Türkiye'de tamamen zıt bir görünüm altında ortaya çıkmaktadır.

AKP tıpkı on dokuzuncu yüzyıl Avrupa burjuvazisi gibi, bizzat kendi gücünü tüketen ve kendi hareket alanını sınırlayan, yani pahalı ve baskıcı, ulusu en gerici ve ırkçı ilkelerle tanımlayan, var olan gerici ve antidemokratik yapıyı koruyarak, burjuvazinin devlet gücünü de ele geçirmesini sağlamakla sınırlı bir programa yöneliktir.

Burjuvazinin böyle davranmasının nedeni ise çok açıktır. 18. Yüzyılın sonundaki Fransız Devriminde burjuvazi, gerçekten demokratik bir programın, henüz işçi sınıfının daha tarih sahnesine çıkmadığı, yarı esnaf bir karakteri taşıdığı bir dönemde bile, nasıl ezilenleri birleştirme ve kendisine "Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma" kabusları yaşattığını gördü.

Hele bu günün dünyasında, artık orta boy bir Anadolu şehrindeki işçilerin bile, o dönemin Paris'inden kat be kat yoğun ve çok olduğu bir dünyada, gerçekten demokratik bir programın nasıl bir risk oluşturduğunu en iyi burjuvazi bilmektedir.

Bu nedenle Fransız Devrimi'nden sonra; bu devrimi bizzat kendi elleriyle boğduktan sonra, burjuvazi bir daha hiç bir zaman demokrasinin bayrağını yükseltmedi.

Bugün Türkiye'de ve AKP'de olduğu gibi, burjuvazi, bütün on dokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupa'da, hep şu açmazın sorunlarıyla boğuştu: Gerçek iktidarı elinde bulunduran büyük toprak sahipleri ve asillerden, namı diğer "Eski rejim"den (Türkiye'de Askeri Bürokratik Oligarşi) gerçek iktidarı almanın tek yolu geniş ezilen ve yoksul yığınların memnuniyetsizliğini, bu sınıflara dolayısıyla onların anti demokratik karakterine yöneltmekten başka yol yoktu. Ama bu yola girince de, ezilen yığınlara elini verip kolunu kurtaramaz duruma düşüyordu.

Burjuvazi önce, 1830 ve 48 devrimlerinde, yığınları biraz tahrik edip ayaklandırmayı sonra da onlar ortaya çıkınca bu sefer onlara karşı Büyük Toprak Sahipleri, Asiller, Junkerler, Kilise ile ittifaka girerek gücünü ve konumunu pekiştirmeye çalıştı. Ama bu yöntem çok riskliydi. Hele 1871 Paris Komünü'nde İşçiler tamamen iktidarı ele alınca, artık bu yolu denemek ateşle oynamak gibiydi.

On dokuzuncu yüz yılda, bütün toplum bilimcileri ve tarihçileri şu soru meşgul ediyordu: Nasıl olmuştu da tarihin gördüğü en köklü devrimlerden biri olan Fransız Devrimi, bir kaç yıl içinde, Napolyon gibi maceracıların elinde bir oyuncağa dönüşmüş; devrimin bütün idealleri ayaklar altına alınmış ve o Napolyon kendini İmparator ilan edebilmişti. Niçin daha sonraki devrimler (1830, 1848) hiç bir ilerleme kaydedemeden ezilmişler ve bu sefer de birincisinin karikatürü olan Napolyon bozuntuları (Üçüncü Napolyon, Bismark vs. ) iktidara gelebilmişti.

O zamanlar, tıpkı şimdi olduğu gibi; insanlar yaşadıkları ana ve geleceğe geçmişin aynasında bakıp olanları anlamaya çalışıyorlardı. Fransız devrimi Eski Yunan ve Roma demokrasisinin diliyle konuşmuştu. Çözüm de yine bu dilin kavramlarında aranıyordu.

Roma'da o Cumhuriyet nasıl Sezar gibi bir avantüryenin eline düştüyse, olan bunun benzeri değil miydi? Bu bir kaderdi. Demokrasileri Sezarizmler izliyordu. Fransa'nın Sezarı da Napolyon olmuştu.

Tabii bu açıklamalar tarihi açıklamış olmuyordu. Bu yüzeysel tarihsel analojilere bakarak olanları anlamaya çalışanlara karşı Marks, Sezarizmin antik çağın sınıfsal ilişkilerinin ürünü olduğunu, bunun modern biçiminin Bonapartizm olduğunu ve bu Bonapartizmi anlamak için, modern Toplumdaki sınıfların karakterlerine ve ilişkilere bakmak gerektiğini söylüyordu.

Sınıfların karakter ve ilişkilerini ise, ekonomik ilişkiler içindeki çıkar ve konumları belirliyordu.

Burjuvazi'nin yukarıda anlatılan çıkmazı ve konumu bütün bu, on dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sındaki gelişmeleri, bonapartizmleri açıklamayı, hatta ön görmeyi mümkün kılıyordu.

Zaten on dokuzuncu yüzyıl Avrupa tarihinin bütün anahtarı; İngiltere'deki Tahıl Yasaları ve Çartist Hareket'ten Fransa'daki Devrimlere (1789, 1830, 1848, 1871) ve Bonapartizmlere, 1848 devrimindeki Frankfur Parlamenterleri'nden, Bismark'a kadar bütün gelişmelerin anahtarı, burjuvazinin bu açmazındadır.

Marks ve Engels'in Tarihsel Maddeciliğin uygulamanın birer örneği olan bütün yazıları hep bu açmazın sonuçlarını ve somut tarihte göründüğü biçimleri işlerler ve bir tek şeyi kanıtlarlar: burjuvazi demokratik değildir ve ihanet eder; ezilenler azacık inisiyatif gösterdiğinde, devrimin düşmanlarıyla uzlaşır, devrimi onlarla uzlaşmak için bir pazarlık aracına dönüştürür; Napolyonlar, Bismarklar hep bu ilişkinin sonucu olarak birer gerçeklik kazanır.

Bu öz, ülkeden ülkeye elbette bazı meşrep ve biçim farklılıklarıyla görünüyordu elbette. Örneğin Alman burjuvazisi, Fransız burjuvazisinden daha farklı bir yol izledi; Fransız Burjuvazisi, demokrasi ve insan hakları bayrağını atınca, Cumhuriyet bayrağının ardına gizlendi. Almanya'da ise, ulus ve ulusçuluk ve Alman birliği bayrağı, demokrasiyi hiç ele ve ağıza almadan ezilen geniş yığınları kendi arkasına almanın formülü oldu.

Böylece Fransız burjuvazisinin demokratik özlemlere selam ve sabahı kesme ihanetinin örtüsü olmuş Cumhuriyetçilik; Alman burjuvazisinin aynı işlevi gören Alman Birliği bayrakları, burjuvazinin demokrasinin adını bile anmadan, yığınları harekete geçirip ardına takabilmesinin; gerici ve anti demokratik devlet yapılarına egemen olmasının birer aracı oldu.

Bugünkü Türkiye aşağı yukarı bu on dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sına benzer. Gerçek iktidar, orada Büyük Toprak Sahiplerinin, Yunkerlerin, Asillerin, Kralların, Kilisenin elindeydi. Türkiye'de Askeri Bürokratik Oligarşinin.

Türkiye'de hala en küçük bir demokratikleşme görülmemesinin nedeni, yukarıda anlatılan 19. yüzyıl burjuvazisinin açmazlarıdır. Aynı açmazlar Türkiye'nin burjuvazisi için de geçerlidir ve onlar da aynı şekilde davranmaktadırlar.

AKP veya burjuvazi tutarlı bir demokrasi talebiyle kolaylıkla Askeri bürokratik oligarşiyi tecrit edip iktidardan uzaklaştırıp, onu kendi iktidarının uysal bir aracına dönüştürebilir.

Hadi burjuvazi olduğu için İşçilerden korktuğunu ve işçi hakları için bir şey yapmayacağını kabul edelim.

Ama en azından Alevilerin korkularını gerçek bir laikliği savunarak, örneğin diyanet işlerini lağvederek, imam hatipleri kapatarak Alevileri Genelkurmayın yedeği olmaktan kurtarabilirdi; Kürtlere Dillerini kullanma hakkı vererek, valilik, kaymakamlık gibi makamları lağvedip yerel yönetimi Avrupa'daki seçilmiş yöneticilere vererek Kürtleri kazanabilirdi. Bu iki tedbirle Bürokratik oligarşiyi hem tecrit eder hem de gücünü kırardı. Alevileri ve Kürtleri yedeğine almış veya en azından onların tarafsızlığını sağlamış, zaten işçilerin memnuniyetsizliğini arkasına almış olan AKP, Burjuvazinin sosyal iktidarın yanı sıra politik iktidarı da ele geçirmesini sağlayabilirdi. Burjuvazi böylece, gerçek iktisadi çıkarlarına (yani daha büyük ve daha çok kar, dünya pazarında daha büyük pay) uygun politikaları uygulayabilir, bunun sağlayacağı gelir artışlarıyla konumunu daha da güçlendirebilir, zaten memnuniyetsizliğini arkasına aldığı işçileri de kendi zafer arabasına bağlayabilirdi.

Örneğin, sadece Kürterin üzerindeki dil yasağı ve merkezi idare aracılığıyla uygulanan ulusal baskının ortadan kalkması bile İran, Irak, Suriye'deki Kürtlerin bu sefer gözlerini Türkiye'ye dikmelerine, o ülkelerdeki gerici oligarşiler üzerinde demokratik bir baskının oluşumuna, askeri masrafların muazzam azalmasına, bu kaynakların üretim artışına akıtılmasına; diğer komşu ülkelerle ticari ilişkilerin gelişmesine; bunun ek olarak en geri bölgelerde muazzam bir ekonomik canlanmaya yol açardı. Bütün bunlar da burjuvazinin işçileri kendi zafer arabasına bağlamaya yeterdi.

Ama bütün bunları yapmaz ve yapamaz AKP. Aptallığından mı? İktisadi çıkralarının burada olduğunu görememesinden mi? Politik iktidarı da ele almak istememesinden mi? Hayır hiç biri değil. Ama yukarıda sıralananlar gibi, en küçük demokratik karakterli tedbirlerin bile işçilerin birliğini arttıracağını, işçilerin örgütlenmesine ve bağımsız bir güç olarak ortaya çıkmasına yol açacağından korktuğu için. O Fransız devriminde görülen ve yukarıda anlatılan açmazı nedeniyle bu kadar basit değişimleri bile göze alamaz, alamadığı için de çok özlediği gerçek politik iktidarı ele almayı bir türlü başaramaz. Karakter, açmaz ve sorun tıpkı on dokuzuncu yüzyıl Avrupa burjuvazisinin karakteri, açmazı ve sorunudur.

Ne var ki, aynı öz, Avrupa’da ve Türkiye'de zıt bir görünüm altında ortaya çıkmaktadır. Bu da nice solcuyu yanıltmakta ve onların askeri bürokratik oligarşnin açık destekçileri haline dönüşmesine yol açmaktadır.

Ne var ki, bu aynı ve benzer öz, Türkiye’de zıt biçimde görülmektedir.

Avrupa’da eski egemen sınıflar, Yunkerler, Kilise, Asiller Cumhuriyete karşıydılar. Burjuvazi ulus ve Cumhuriyet bayrağını elinde tutardı.

Avrupa tarihinde güçlerin bu bayraklarına bakarak, bu günkü Türkiye’deki güçleri tanımlamaya kalkanlar görünüşe aldanırlar. Bu görünüşe bakarak, AKP’yi feodal gericiliğin; Ordu ve Bürokrasiyi modern burjuvazinin partisi olarak görenler, buradan hareketle fiilen burjuvaziye karşı prensler, feodaller, kiliseyi destekleme durumuna düşüyorlar.

Bayraklar toplumsal güçlerin gerçek karakterlerini anlamayı sağlamaz ve yanıltırlar. Ekonomik ilişkilere, sınıfların anatomilerine bakmak gerekir. Yunuslar bizimce balığa benzerler ama anatomilerine bakınca onların memeli olduğu görülür. Toplumda da aynı yöntemi izlemek gerekir.

Türkiye'de ise, Cumhuriyet ve Ulus bayrakları, Türkiye'nin Junkerleri, Asilleri, Kralları olan Askeri Bürokratik Oligarşinin bayrağıdır; buna karşılık, Türkiye'de Din bayrağı, özellikle de İslam bayrağı, burjuvazinin bayrağıdır. Tam da 19. yüzyıl Avrupa burjuvazisiyle aynı korkaklık ve açmaz nedeniyle bu günün Türkiye’sinde aynı öz tamamen zıt görünümlerde ortaya çıkmaktadır.

Bu zıtlığın temeli Türkiye’nin tarihide ve Osmanlı’da yatmaktadır. İslam bayraklı bir burjuvaziyi ve bu bayrağı mümkün sıkılan bizzat bürokratik oligarşinin kendisidir.

Müslüman Osmanlı bürokratik oligarşisi, egemenliğin korumak için, Hıristiyan halkları ve burjuvaziyi katliam ve sürgünlerle yok etti tıpkı Sen Barthelmi katliamında olduğu gibi. Müslüman ahaliye ise, katledilen ve sürülen Hıristiyanların mallarını peşkeş çekerek satın aldı ve o burjuvazinin yerini Müslüman derebeylik ve tefecilik aldı. Yani laikliğin zorlayıcı temelini bizzat yok eden, askeri bürokratik oligarşidir. Sadece demografik olarak ele alındığında bile, Rum ve Ermeniler katledilmeseydi ve sürülmeseydi, bu gün Türkiye’nin nüfusunun yarıya yakını Hıristiyan olurdu. Böyle bir ülkede, burjuvazi Müslümanlığı bayrak yapamazdı.

Dolayısıyla bu Anadolu burjuvazisi, burjuvazi olmadan önce, daha doğuşunda, Hıristiyanların katli üzerinden ilk sermaye birikimini yapmıştır. Yani bu gün “Anadolu Kaplanları” denen ve AKP’nin temelini oluşturanlar, yüz yılın başında Ermeni ve Rum mallarına konarak ilk sermaye birikimi yapanlar ve Ermeni ve Rumların zanaatkarlardan öğrenilmiş işçi yeteneklerini üretimde kullananlardır.

Bu burjuvazi, Liman şehirlerinin burjuvazisinden farklı olarak neden kıyafet üzerinden bir savaş yürütmektedir? Bu zıtlık nasıl bir mekanizmayla ortaya çıkmaktadır? Bunu daha önce “Kıyafet Kavgasının Anlamı” başlıklı bir yazıda kısaca şöyle açıklamıştık:



Baş örtüsünde sembolize olan kıyafet kavgası niçin bu kadar önemlidir? Benzeri kavga ne nüfusunun çoğu Müslüman olan diğer ülkelerde, ne de başka ülkelerde görülmez. Niçin Türkiye'ye has bir görüngüdür ve bunca önemlidir?

Baş örtüsüne karşı çıkanlar da, onu örtmek isteyenler de aynı neden ve kaygılarla bunca zıt gibi görünen konumlardadırlar, bu zıtlık onların temeldeki özdeşliğinden kaynaklanır.

Bu tersliği açıklayacak iyi bir örneklerden biri, İngiltere, onun eski kolonileri ve Japonya'da trafiğin soldan, Fransa ve sonradan Fransız devriminin etkisiyle bütün dünyada sağdan olmasının, yani bu iki zıt ilkenin aynı nedenden kaynaklanması olabilir. İkisinin de temelinde insanların büyük çoğunluğunun solak değil de sağlak olması vardır. Soldan ve sağdan gibi, birbirine zıt bu trafik ilkelerini yaratan aynı sağlaklıktır. Çoğunluk sağ kolunu kullandığı için, atı ve kalkanını sol; kılıcını veya silahını sağ elle tuttuğu ve soldan gidildiği takdirde sağ kolla dahi iyi savunma ve saldırı yapılabileceği için eskiden karada soldan gidiş yaygındır; yine insanlar bir sandala bindiklerinde küreği sağ ellerinin gücünü kullanacak şekilde tutmaları nedeniyle, suda sağdan gitme daha rahat hareket ve özellikle iskelelere yanaşmalarda daha geniş bir manevra ve daha yüksek bir isabet olanağı sağladığı için su trafiği sağdan çalışır. İngiliz sistemi kara trafiğine, Fransız sistemi de su trafiğine dayandığı için biri sağdan, diğeri soldan olmuştur. Aynı neden, farklı koşullarda birbirine zıt ilkeleri ortaya çıkmaktadır.

Türkiye'deki bu kıyafet kavgasının temelinde de, yani bir tarafın açık başı, diğerinin baş örtüsünü siyasetinin temel ilkesi yapmasının ardında da, sol ve sağ trafiği yaratanın aynı ilke olması gibi, burjuvazinin farklı zümrelerinin aynı kaygısı vardır: burjuvazinin egemenliğini sürdürmek için, egemeni olduğu ulusun çoğunluğundan biçimsel farklılıkları olmaması gerektiği.

Kapitalizm ve kapitalizm öncesinin sınıfları ve sınıf mücadeleleri arasında temel bir fark vardır. Kapitalizm öncesinde, egemen sınıflar, zümreler, kastlar, giyinişleri, davranışları, mekanları dilleri ve hatta kavimleriyle diğer sınıflardan ayrılırlar. Sadece egemen sınıflar değil, bu ayrım bütün toplum için geçerlidir. Her mesleğin, her sınıfın, her cemaatin kendine has giyinişleri; mekanları; hatta dilleri ve "ulusları" bile vardır. Her şey çok açık ve kesin olarak belirlidir. Bu nedenle kapitalizm öncesi toplumlar sistematik bir kastlaşma eğilimi gösterirler. Eğer "barbar" denen kavimlerin akınları sık sık o kapitalizm öncesi uygarlıkları alt üst etmeseler bütün antika uygarlıkları bu türden, Hindistan'daki gibi bir kastlaşma beklerdi.

Kapitalizmde ise, durum tam tersinedir. Ulusun ve ulusçuluğun nedeni de budur. Geniş yeniden üretim strandartlaşma gerektirir. Ulus da bu standartlaşmanın bulunmuş en son biçimidir zaten.

Ama kapitalizmde, kapitalizm öncesinden daha farklı bir durum daha vardır. Kapitalizm öncesinde, silah taşıyanlar zaten aynı zamanda egemen sınıftırlar. Ama kapitalizmde, bütün ulus gereğinde silahlandırılır. Hem diğer uluslara, hem de Fransız devriminden sonra olduğu gibi, bütün Kapitalizm öncesi dünyaya meydan okuyabilmek, onun tehditlerine karşı koyabilmek için de bu zorunludur. Ama bu çok riskli bir durumdur. Egemen sınıf, yani burjuvazi, çok küçük bir azınlıktır; buna karşılık ücretliler ve diğer emekçiler çok büyük çoğunluk.

Bunun mahzurlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi, kapitalizm öncesinin tamamen tersi bir savaş yöntemi izler ve kendisi ve ezilen sınıflar arasındaki bütün biçimsel dil, giyim, yaşam alanı gibi farklılıkları ortadan kaldırır. Ancak bu koşulda kendisinin ayrı bir sınıf olduğunu gizleyip egemenliğini sürdürebilir. Bu ideolojiden kıyafete kadar her alanda yapılır.

İşte bu gerekçe ve kaygı, yani zeytinyağı gibi açıkta kalmama kaygısı, büyük şehirlerin batılı burjuvazisinin tüm ulusu kendi gibi giyinmeye zorlamasına yol açmıştır; herkesin başı açık olur ve herkes şapka giyerse, kimin Müslüman, kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılamazdı.

Ama bu zorlamaya yapanlar egemeni oldukları ulusa refah getiremedikleri için, ezilenler arasında buna duyulan tepki, bu dayatılan sembollerin zıtlarının bayrak yapılması sonucunu doğurmuştur.

Böylece, yükselen, Müslüman taşra burjuvazisinin, baş örtüsünü böyle bayrak yapmasının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. Bu bir yandan, burjuvazinin diğer kesimlerine karşı, bir karşı stratejinin savunusudur. "Eğer egemeni olduğunuz geniş yığınlardan farklı bir yaşam ve giyim içinde olursanız, bu sizin tecridinizi getirir ve sonunuz olur. Biz sizin yaptığınızın aksini yaparak ve savunarak aslında sizin de egemenliğinizi savunuyoruz." demektir.

Ama aynı zamanda, burjuvaziye ve devlet sınıflarına duyulan tepkiyi, onların egemenliğinin sembollerine tepkiyle ifade eden geniş yığınların direnişinin bayrağını da ele geçirmiş olur.

Bu nedenle, hem kapitalist sistemi koruyabilmek, hem de burjuvazinin diğer kesimleri ve devlet bürokrasisine karşı ezilenlerin tepkisini kendi değirmenine akıtabilmek için, baş örtüsünde sembolleşen tartışmalara ekmek su kadar ihtiyacı vardır bu burjuvazinin. Ama bu aynı zamanda, devlete egemen bürokrasinin de işine gelir. Ancak böyle bir tartışma içinde şehir orta sınıflarını ve Alevileri kendi yedeğine alıp zeytinyağı gibi açığa çıkmaktan kurtulup, politik iktidar üzerindeki egemenliğini ve ayrıcalıklarını sürdürebilir.

Bu tartışmanın Türkiye dışında hiçbir ülkede olmamasının ardında, Osmanlı'nın tarihi vardır. Osmanlıya Egemen Müslüman kast, ticareti "haşa min huzur tüccar taifesinden" diye hor gören bir kasttır. Geriye kalan Müslüman nüfus ile ya başı ezilecek isyancı ve çoğu kez alevi göçebe, ya da yoksul köylüdür. Bu nedenle bunların içinden bir burjuvazi çıkamazdı. Burjuvazi, ticaret ve sanayide güçlü Ermeni ve Rumlar ve Yahudiler arasından çıkabilirdi. Ermeni ve Rum burjuvazisinin kendi dil ve dinlerinde, içinden bir ulus yaratabilecekleri birer halkları vardı. Ama liman şehirlerinde palazlanmış bu Yahudi burjuvazinin böyle bir kitlesi yoktu. Öte yandan, Yahudiler ile, Müslüman egemen kast arasında, sığınma ve ayrıcalıkların da beslediği bir yakınlık da bulunuyordu. Böylece içinden kendi ulusunu yaratabileceği, kendi dili ve dininden bir halkı olmayan Yahudi burjuvazisi ile; burjuvazisi olmayan ama içinden bir ulus yaratabileceği bir Müslüman halkı olan Müslüman devlet kastının çıkarları tencere ve kapak gibi birbirine denk düştü. Atatürk'ün kendisi bizzat bu çakışmanın sembolü ve ürünüdür. Selanik Yahudilerinin okullarında okumuş bir Osmanlı generalidir.

Bu nedenle Türk milliyetçiliğinin yaratıcılarının ve en büyük savunucularının bu Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Yahudilerin iki devlet kurup iki ulus yarattıkları söylenebilir. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu; ikincisi İsrail ve İsrail ulusu.

Müslüman olmayan, Müslüman'ı bile "dönme" kabul edilen bu egemen sınıf ile egemeni olduğu ulus arasındaki din, dil, kültür ve yaşam farkını kapatmanın tek yolu vardı: herkesi kendi gibi yapmak. Hikmet Kıvılcımlı'nın dediği gibi, herkes şapka giyerse, kimin Müslüman, kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılamazdı.

Ama şimdi köprülerin altından çok sular geçti. Bu burjuvazi için, post-modern, çeşitliliğin zenginlik görüldüğü çağda, şöyle ya da böyle giyinmenin önemi yok. Müslüman burjuvazi de, herkese baş örtüsü taktırmaya kalkmanın kendini zayıflattığını görüyor ve baş örtüsüzlüğü bir zenginlik olarak görüyor. Burjuvazinin klasik egemen batıcı kanadının zaten son yıllarda, Kürdistan'daki savaş vesilesiyle, Devlet sınıflarıyla arası epeyce açılmıştı. Karşılıklı bu adımlarla, burjuvazi, Müslüman burjuvazinin önderliği altında bütünüyle birleşmiş ve işçi ve yoksulların tepkisini yedeğine almış bulunuyor. Seçim sonuçlarını belirleyen bu bileşimdir. Burjuvazinin iki büyük fraksiyonu bakımından, baş örtüsü olaylarca aşılmış bir sorundur. Şimdi o devlete egemen kastın, bu egemenliği zayıflatacak ve politik iktidarı bütünüyle burjuvazinin eline almasını sağlayacak; ayrıcalıklarına son verecek düzenlemeler karşısında direnişinin; şehir orta sınıfları ve Alevileri arkasına çekebilmesinin bir aracıdır.

Yoksulların tepkisini yedeklemiş; tüm burjuvaziyi kendi bayrağı altında birleştirmiş; cepheden saldırı yerine; onu kendi silahlarıyla vurup, tecrit ve kuşatma uygulayan AKP iktidarı karşısında uzun vadede hiçbir şansı bulunmamaktadır. Devlet kastının tek şansı, savaş ve gerginliktir. Bu noktada, Almanya ve Avrupa Birliği ile kesin bin çıkar ortaklığı içindedir. Türkiye'yi içine almak istemeyen, dolayısıyla bir parça bile olsun demokratikleşmesini istemeyen Avrupa, ona istediği gerginlik araçlarını bol bol sunacaktır. Dünya çapında Avrupa ve Amerika çelişkisi, Türkiye'de Burjuvazi ve Devlet sınıflarının çelişkisi olarak yansıyacaktır.”

Elbette buna ek olarak, Kürt burjuvazisinin ayrılmasına karşı Türk ve Kürt burjuvazisinin bir ittifakının biçimi olarak da İslam bayrağı büyük bir işleve sahiptir.

Sanılanın aksine AKP ya da Anadolu Burjuvazisi şeriatçı değildir. Ulusu, yani politik olanı, din veya İslam ile tanımlamanın, burjuvazinin sınıf olarak egemenliği için, yani hem ezilenlerin örgütlenmesine imkan vermeyen ve demokratik olmayan hem de burjuvazinin sınıf olarak iktidarı elinde tutabileceği bir sistem için olabilecek en optimum biçim olacağı noktasından hareket eder.

Bu günkü dünya dengeleri, böyle bir burjuvazinin ve programın desteklenmesine uygundur. Avrupa, kapısında tutabilmek için, ulusu İslamiyetle tanımlamış bir Türkiye’ye gükte ararken yerde bulduğu bir nimet olur. ABD ise böyle bir “Ilımlı İslam”ı stratejik bir hedef olarak zaten desteklemekten çıkarlıdır.

Bu program karşısında hala ulusu Orta Asya kökenli ırkçı bir Türklükle tanımlayan; toplumun iliğini kanını sömüren, en küçük bir demokratikleşmeye tahammülsüz bürokratik oligarşi aslında egemenliğini ve gücünü tam da bu korkak Müslüman burjuvazinin verdiği destekle devam ettirebilir.

Bu destek binlerce biçimde her gün ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Genel kurmay bildirisi ile darbe yapıldığında, Hükümet ve Meclisteki tüm milletvekilleri, bunları görevden almamız gerekir ama gücümüz yetmiyor deyip istifa edebilirlerdi. Bırakalım demokrasiyi sadece parlamentarzmi ve parlamentonun gerçek iktidarı elinde bulundurmasını savunan bir burjuvazi bile bunu yapabilirdi. Sadece böyle bir davranış bile, ordunun egemenliğine kesin olarak son verme anlamına gelirdi. Ama bu kadar basit bir davranışı bile göstermedi bu burjuvazi.

Ya da iktidara geldiği an imam hatipleri kapatabilir, Diyanet İşlerini lağvedebilir; orta sınıfları Askeri bürokratik oligarşinin arabasına bağlayan laiklik silahını onun elinden alabilir; Kürtçe’yi serbest bırakabilir ve seçilmiş mahalli idarecilere Vali ve Kaymakamlık yetkilerini devredebilirdi. Bu durumda bütün Kürt ve Alevilerin desteğini alır ve Ordu’nun vesayeti altında olmayan, istediği gibi bir sistem kurabilirdi.

Bütün bunları yapmadı, yapmıyor, yapmayacak ve böyle bir sorunu bulunmuyor bu burjuvazinin.

Ama bunu yapmamasının nedeni, kapitalizm öncesi bir sınıf olması değil, tam da burjuvazi olduğu için, tam da kapitalizm öncesi Osmanlı yadigarı, Büyük Toprak sahipleri, Asiller, Junkerler benzeri Askeri bürokratik oligarşinin desteğine muhtaç olduğu için. Sanılanın aksine, bürokratik oligarşinin egemenliğini sürdürmek, şehir orta sınıflarını ve Alevileri yedeğine alabilmek için nasıl AKP’ye ihtiyacı varsa; AKP’nin de Mazlumu oynayabilmek; İslam’ı ve kıyafeti bayrak yapabilmek için askeri bürokratik oligarşinin gücüne ihtiyacı var.

15.05.2007



Yüklə 1,4 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin