(M. 90) Yetmiş yıllık bir Mecusî'ye bu yol üzerinde, o aranan kutlu varlığın nazarı ilişse; ona, hoşuna gidecek ufacık bir sevgi gösterse, o Mecusîde Mecusîlikten eser kalmaz. Her işi Müslümanlık olur.
Meclisten biri, «Ben, Şemseddin onun velisidir, diyorum,» dedi. «Hayır! Bu bana iftiradır,» dedim. Şemseddin her kime küfür ederse, sövüp sayarsa ve sövülen kimse onu işitmiş olursa; işte o kimse veli olur. Bu çok bir şey değildir. Çünkü ayrılmak istiyor, ayrılacaktır. Ancak bu bir gün gezmek için pazara çıktığımız bir zamanda olacaktır.
Sordum: Şeyhe ne lâzımdır? .Ne eksiği vardır onun? Benim sofîliğimde bir noksan var mı? Gömleğim bile yok! Evet, söyle, söyle! Sofilerin edeplerinden, terbiye örneklerinden hiç bir şey geri bıraktım mı? Bugün tenimde gömleğim bile yok. Yolda aşırdılar. Ama sofîye, safaya ne eksiklik verir bu. «Pek güzel! Bu sofî değil, dinin en dürüst konuşan adamıdır (Fasihuddin),» dedi. «Nasıl istersen öyle say!» dedim. Ben sözü doğru söylerim.
Bir gün bir kapıcı sordu: «Sen kimsin?» «Bu biraz zor soru, hele bir düşüneyim, kıçına zahmet ver, bir otur da kim olduğumu sana anlatayım,» dedim. «Bundan önce büyük bir zat gelmiş geçmişti. Adı Âdem idi, işte ben onun oğullarmdanım.» Arkadaşlarım, «Onu biz" ayırdık, gidince söyleriz,» dediler. Sordular: «Hangi tekkeden geliyorsun?» Ben daha önce onların ne diyeceklerini düşünmüştüm, hep onu araştırıyordum içimden. Biri, «Gel, bu lokma helâldir sana,» dedi. «Biri ben isem, bu lokma bana haramdır,» dedim. İkinci günü hırkamı giyinmiş şeyhin huzuruna çıkmıştım, o saatte iyi bir sofi idim. «Gel sofî budur,» dediler. Şeyh sordu: «Nereden geliyorsun?» «Pencereden,» dedim. «Nereden geleceğim?» Sordum: «Siz Sultanı seyretmek için dışarı çıkmadınız mı?»
«Biz hakikat ve şeriat sultanının hizmetindeydik. Gazneli Sultan Mahmud çağındaki Şeyh Ebül Hasan Harrakanî'nin, o büyük zatın günlerine erişemedik,» dediler ve Şeyhin hikâyesini şöyle anlattılar: Sultan Mahmud uyanık ve Hak sever bir padişahtı. Bir gün niyaz yolu ile Şeyhin huzuruna, onu ziyarete geldi. Ama Şeyh ona i'azla iltifat etmedi. Sultan şöyle dedi: «Kuran'da, 'Allaha, Peygambere, sizden emir veren ulularınıza itaat edin,' (Nisa sûresi, 60) yolundaki öğütler, Allah fermanı değil midir?» Şeyh cevap verdi: «Ey islâm padişahı! Bize ilk önce bu âyette ferman buyu-rulan, 'Allaha itaat edin!' hitabı o kadar zevk ve hayranlık verdi ki, henüz Resul âlemi var mıdır yok mudur anlayamadık. Üçüncü mertebeye nereden geçelim?» Sultan Mahmud bu sözleri işitince ağladı; elleri titreyerek Şeyhin elini tuttu ve öptü.
Yine anlatırlar: Sultan Mahmud, havada uçan bir Hüma kuşu görmüştü. Hemen emir verdi, «Bütün ordu yürüsün! Belki o sizin üstünüze konar ve siz'n olur,» dedi. Herkes sağa sola koşmaya başladı. O sırada, Ayaz gözden kaybolmuştu. Sultan sordu: «Ayaz'ım gitmedi mi? Belki Hüma'nın gölgesi onun da üzerine düşer.» (M. 91) Etrafına bakınırken Ayaz'ın sırtı boş duran atını gördü, bir inilti işitti sebebini anlamak için atından indi. Bir de ne görsün: Ayaz atının altında; hem başı açık hem de feryat ediyor. Sultan sordu: «Sen ne yapıyorsun orada? Niçin Hüma kuşunun gölgesini aramaya gitmedin?» Ayaz şu karşılığı verdi: «Benim Hüma kuşum sensin, aradığım gölge de senin gölgen-dir. Ben Hüma gölgesini senin gölgene erişmek için ararım. Nasıl olur da şimdi seni bırakır da onu ararım?» Sultan Mahmud, onu şefkatle kucakladı. Her ikisinin gölgesi biribirine karıştı. Öyle ki, nice bin Hüma'nın gölgesi onun gölgesine erişemedi.
Sultan, Allah gölgesidir, derler. Ama Allah'ın âlemi nur içinde nur, lezzet içinde lezzettir, kudret içinde kudrettir, kerem içinde keremdir. Bu gördüğümüz gölge âlemi ise, hep dünyadır; hep kötülük, çirkinlik, fânilik ve zevksizlik âlemidir. O nasıl olur da Allah gölgesi olabilir? Evet, eğer ortada bir Şah var da onda şahlığın mânâsı parlamakta ise, bu çok iyi bir şeydir. Ağaca karşı duyulan ilgi ve sevgi nihayet onun meyvesi içindir. Meyvesiz ağaç ancak yakılmaya yarar.
Suret çok iyi olabilir ama mânâ ile birlik olursa. Yoksa suretde söylenen sözlerin mânâ ile bir ilgisi olmazsa neye yarar? Mevlânâ'nın sözlerini anlayabilmek için çok dikkat gerektir. Çünkü bunlarda büyük bir şaka ve lâtife kokusu vardır. Bu bir büyü gibidir. Diyerimki, iki kişi yan yana oturmuştur; ikisinin de gözleri açık ve parlaktır; gözlerinde ne bir kıl, ne de bir çapak ve toz vardır. Bunlardan biri, bir şeyler görüyor ama öteki hiç bir şey göremiyor. Evet, gönül ehli erenlerin sözleri hoştur. Bunlar, belki öğretmek için konuşmazlar ama o sözlerden çok şeyler öğrenmek mümkündür. O ilim ve hikmet üstadı buyurur ki:
Kendi bilgisi ve hüneriyle dolu olan bir insan, içi su ile dolu bir testiye benzer. Ona, «içindeki o acı suyu dok de, seni bu tatlı ve temiz su ile dolduralım,» derler. O can bağışlayan suyun bir damlası bile insanın yanaklarını kızartır, sağlık esenlik getirir. Sende safra, kara kan, balgam gibi anormal ifrazlar varsa, başkaca ne gibi rahatsızlık izleri varsa bunları giderir. Ama o anormal ifrazların biriktirdiği şeyleri dökmek, onu temizlemek için yedi defa temiz su ile yıkamak gerektir. Yoksa bozuk su ile yıkarsan temizlenmez. O ancak sözü geçen tatlı su ile temize çıkar, însan eğer bu testiyi yıkar tatlı su ile tekrar doldurursa, görenler, «Şimdi onu boşaltırken gördüğüm hali doldururken göremiyorum,» derler. O kerem sahibi de, «Eğer sen beni kerem sahibi olarak görüyorsan, doğrudur. Ben kerem sahibiyim, bağışlayıcıyım, sözümde gerçeğim,» der. O halde gerektir ki, bu cihet o kimse tarafından önceden bilinmiş olsun. Yoksa hiç durmadan içindekini boşaltıncaya kadar gecikirse, bu mânâları henüz bilmediğinden geç kalmış demektir". Şüp7 he yok ki o kendi benliği ile doludur. Su ile dolu midenin, tekrar soğuk su içmek için nasıl iştihası olmazsa, ondaki benlik duygusu da onun yüzüne ve gözüne yüz türlü perde çekmiştir. Beni gören bir kimseye bu söz nasıl tesir eder?
(M. 92) Mevlânâ şöyle dedi: Senin avcunda, ağaçlar, bağlar, bahçeler görüyorum. Cana can katan derya gibi geniş, berrak su görüyorum. Öyle ağaçlar var ki kökleri çok derinde demiyorum, ama dalları Sidretül-Müntehâ'yı geçmiş, gölgeleri, yeşillikleri pek hoş. Bunu onlar göremiyorlar.
Aşkta, bir sır ve neşe var ki, onu ancak şehvet düşkünü olanlar arar. Öyle âşıklar da vardır ki sır ile çok uğraşmazlar. Allah buyuruyor ki: «Eğer halk benim böyle olduğumu bilseledi, her taraftan bana yönelir, beni konuşur, beni dinler ve benden hoşlanırlardı.» Ben bu sözleri, cimrilik yönünden söylemiyorum. Ancak seni mazur göstermek, senin temizi'ğini anlatmak için söylüyorum. Bu bana bir bahanedir. O, onlardan değildi. Şimdi pişman oldu, gidiyor. Onlardan utandığı için tekrar geliyor. Onun tarafı, sana her zaman, benim tarafımdan daha güçlü idi.
Bu ilimlerin en kolayı, pislikten temizlenme (is-tinca) ilmidir. Fıkıh yani din bilgisinin dalları da ondan daha zordur. Hele fıkıh metodu daha da zordur. Kelâm metodu ondan da çetindir.
Derler ki: Felsefe ve ilahiyat bilgisi, eğer kılıç korkusu olmasa peygamberlerle pençeleşmektir. Bunlar kendi yollarının doğruluğunu ispat etmek için saçma fikirler yürütürler. Eflatun ve onun izinde yürüyenler derler ki: Eğer herkes bizim gibi olsaydı Peygamberlere lüzum kalmazdı. Bu da saçma sözdür. Eflatun işitti ki, biri ilâç kullanmadan toprağı altın yapıyor; sen de onun gibi yaparsan onun kardeşi oluyorsun. Bugün, mademki bunu yapmaya gücün yetmez ve onu kendinden üstün görüyorsun, o halde niçin ona uymayı gerekli görmüyorsun?
Bugün bütün hikmet ehli kişilerden, bütün filozoflardan daha filozof insanlar var. Bu keramet sahibi de, onlardan daha filozoftur. Çünkü bu topluluktaki-ler, o konuda boş sözler söylerler, onu inkâr ederler, onların bunu kavramasına imkân yoktur.
Mucizeler, kerametlerden daha güçlüdür. Çünkü, Peygamber ne zaman isterse mucize gösterir. Keramet sahipleri ise bunu yapamaz. Her hangi bir kul, eğer bütün peygamberlerin, «Yarabbi! Beni Muhammed ümmetinden kıl!» diye imrendikleri o büyük zatın ümmetinden ise, onların hepsinden daha akıllı ve daha filozof sayılır. Şu halde, siz madem ki böyle bir kimsen'n sohbetine eriştiniz, aklınızı kullanıp o uyanıklıktan niçin bir nasip almayasınız? Sonra ileride işlerinizde size hiç bir pişmanlık getirmeyen; «Keski şöyle yapaydık!» demenize meydan vermeyen o bilgi sizde neden hasıl olmasın? (M. 93) Şu halde, sizden hanginiz onun sohbetinden nasip almak istersiniz? Bu sözler ki, onun sohbetindeki en aşağı derecede öğütlerdir. Bunlardan hiç biri sizi etkilemezse, daha yüksek bir sohbeti nasıl umarsınız? (Sultan önce tahtında yerleşir sonra süslenmeye bakar) Halbuki bütün kuvvetler sendedir senin kuvvetlerinden başkaları da güç kazanır. Nasıl, «Ben güçsüzüm,» diyebilirsin? Evet büyüklük odur ki, büyüklüğünün kuvvetinden dolayı kendini güçsüz görür. Şimdi artık susunuz! Siz beni kendi hakkımda inançsız yapıyorsunuz. Ben eğer sizin sandığınız gibiysem, bu, her büyüklükten daha iyidir. Böyle değ'lsem hiç olmazsa akıllıyım. Benim bu uyanık ve akıllı oluşum, ancak sizin Hak yolcusu olduğunuza inanmış bulunduğum içindir.
Hekimin karşısına gelen bir hasta, «Ey hekim! Bendeki istiska (siroz) hastalığına bir ilâç ver,» dese gerektir ki, başka bir istekte bulunmasın. Ancak ilâç istemeye baksın. Tatlı su aramak için gelen susamış bir adamın önüne ekmek, yahut şekerli helvalar getirseler, o da yese; adam susuzluk davasında yalancıdır. Nasıl ki, açlıktan bahs edeni denemek için önüne berrak bir tatlı su getirseler, o da bunu içse açlık davasında yalancıdır.
Siz bu kadar tatlı konuşuyorsunuz; Sultanın ve başkalarının hikâyelerini anlatıyorsunuz, ben de bir noktaya işaret edeceğim. Haccac'ın (Bin Yusuf) hikâyesini anlatacağım size. Mevlânâ'ya döndüm ve dedim ki: Bir gün Haccac, sıcaktan terlemiş bir insan gibi, kış gününde dışarı çıkmıştı. Dışardaki soğuk onu öylesine çarpmıştı ki, nerdeyse donacaktı. Mevlânâ'ya işaret ettim, bir söz söyle dedim. Mevlânâ, bu sırada pek dalgın bir halde idi. Ama sözümü dinledi ve konuşmaya başladı. Bu sırada Haccac hikâyesi bitti. Birden hali değişti. Gariptir ki, ansızın gözlerinden yaşlar boşandı. Ona emir ve cevheri kırma hikâyesini anlattım. Dostlar hakkında duadan başka bir şeyle meşgul olmadım. «Allahm! onları koru ki, Hazreti Peygamberin sünnetini yerine getirsinler, ona uysunlar!» diye yalvardım. Nasıl ki Kuran'da, «Yarabbi! Sen kavmimi doğru yola yönelt! Çünkü onlar bilmezler,» diye yalvaran ulu Peygamber de Allahdan yardım dilemişti.
Mevlânâ seni nasıl çilede oturtabilir ki! Ona: «Ey mürit! Rüyanda ne gördün? Müridinin halinden haberi olmayan Şeyhi gördün mü? Yani Şeytan sana ne kuruntu verdi? Ben de onun çömeziyim, söyle de bari onun işini tamamlayayım,» deyince ondan öylesine uzaklaşırsın ki, bir daha Allah yolunda beraber yürüyemezsin.
Bu cennet sonradan yaratılmıştır. Bir yer ki orada ancak yaratılmış varlıkların yüzleri görünür; o yer yaratılmışlarla beraberdir. Ancak bu nükteyi anlayabilmek için bir başlangıç gerektir ki onun çevresini kavramak kolaylaşsın. (M. 94) Ona ebedîdir diyorum, ama ezelîdir demiyorum. Hem ezelî hem ebedî olan biri varsa, o .da ancak Allahdır.
Sana cennet ehli kişilerin niteliklerini anlatayım. Ayrıca cehennem ehli olanların nişanını da söyleyeyim. Allah, yaydan fırlayan bir ok gibi şu âlemi yarattığı günden; beri, her gün her an kapılar açıp kapamaktadır'. Bu öyle sınırsız bir çabuklukla olmaktadır ki, insanın aklı durur. Her kimi, güzel huylu, güzel yüzlü görürsen; açık sözlü, geniş gönüllü ise, herkese hayır dua ederse öyle bir insanın konuşmasından insana gönül hoşluğu gelir. Bu âlemin sıkıntılarını, darlıklarım sana unutturur; için öylesine açılır ki, küfür bile etse gülersin. Belki öyle bir tevhitten bahs edince Siraceddin gibi dışından göz yaşı dökersin ama içinden yüz bin neşe duyar, kahkahalarla gülersin.
Biri de vardır ki, kan içer; yüzünde, sözünde insana sıkıntı veren bir soğukluk vardır. Sözlerinde öyle tiksindirici bir ifade vardır ki, onda neşeli bir insanın konuşmasındaki sıcaklığı bulamazsın. İşte öyle bir insan, Şeytan'dır, cehennemliktir.
Şimdi her kim bu sırra erdi ise ona göre davranır, yüz bin Şeyhe iltifat göstermez. Öyle bir insan ölümden niçin korksun? Sadece başa nerede değer verirler? Hayvan başı ile, insan sırrı ve aklı ile diridir. Her kim yalnız başı ile (akılsız kafası ile) yaşarsa, ölüm ona olsun. Ama sırrı ve aklı ile yaşayanlar Allahın kerem sahibi olarak yarattığı insanlardır. Nihayet, sır denilen o Allah vergisi, bu-başa ve külaha nasıl sığar? Mademki burada barınamıyor ben ne yapayım? Ama sırrı mertçe korumak gerektir.
Mevlânâ dedi ki: Biz sizi yalanlamıyoruz, ancak Muhammed Aleyhisselâm dininde taklitçi olmayalım. Bize henüz bir şey görünmedi. Bir doğuş yok. ikiyüzlülük, 'kancıklık etmediler. Şimdi açıkça gördüğümüz şeyleri taklitsiz kabul ettik. Mademki bu konuda senin taklitçin olduk, bilinmelidir ki, onun dışında başkalarının taklitçisi olmayacağız.
Siraceddin, sakallılardan, gençlerden, Zeyneddin-i Tursî'den ve başkalarından birçoklarını dolaştı. O dolaşmanın bereketidir ki, kendisini bu mevkiye yükselttiler.
Şimdi bizde de ilim var ama o büyük zat bunu kesin olarak bilmez. Halbuki ben şimdi halkın anlayışına göre konuşabilirim.
Teravih namazı için, «Bu güzel bir bid'attır,» yani sonradan eklenmiş bir ibadettir buyurur. Onun gönlüne göre bu artık bozulmaz. Halbuki bid'at ancak âşıkların canını dinlendirir. Bu ne demektir?
Bütün Yahudi milleti onu gizlice çağırdılar, halvette dediler ki, bir daha böyle edepsizlik etme. (M. 95) O halde, «Vergilerinizi kaldırayım,» dedi. «Olamaz,» dediler. Kendiliğinden kalkıp gitti. Derler ki: Bundan sonra ustanın üst tarafında dükkân tutma. Allahm! Şu savaş ve uğraşmalar sona erdikten sonra buyuruyorsun ki, «Bu âlem bu aynanın arkasındadır.» Evet,'ben o aynadaki Celâl (ululuk) nuru görüyorum. Şimdi, «Artık bende kuvvet ve kudret kalmadı, meğer ki sen kudret ve kuvvet veresin yarabbi!» diyoruz. Allah da, «Evet ama sen kendinden bir azıcık kımıldanmaya bak ki, ben de sana güç ve kuvvet vereyim!» buyuruyor. Evet kımıldanıyoruz, şu çetin yerden kurtulmak için ne zorluklarla el ayak çırpıyoruz. Ey ulu Allahm!
Hacamatçı, küçük çocuklardan kan almak için onlara nasıl ceviz, kuru üzüm gibi yemişler vererek önce avutur ve duyacakları acıyı unutturmak için ok-şar, sonra neşterini saplarsa; ululuğu en yüce olan Allah da kulunu bu türlü işlerle uğraştırarak önce cemâlini gösterir sonra aynayı kırar. O zaman, gönül ehli erenler Hak ehli olurlar; garip bir şaşkınlık içinde kalırlar.
Sen, hemen hükmü değiştirilmiş olan Kafirûn süresindeki, «Sizin dininiz sizin, benim dinim benimdir,» anlamındaki mensuh (hükmü geçersiz kılınmış) âyeti okuyadur. Nihayet sen de bir din bilginisin; niçin değişmedin? Bir gün benden böyle ayrılmadın mı? Onun yolu ne olduğunu anlayabilmek için, bir gün şeyhliği de, ululuğu da baştan atmak gerekiyor. O, Hazreti Muhammed'in (S.A.) candan, gönülden evlâdıdır. O, ulu Allah'ın besleyip yetiştirdiği bir Şeyh olmuştur. «Allahm beni en güzel edeple yetiştirdi,» anlamındaki hadiste işaret buyrulan edep, onun niteliğidir. Onun seçkin evlâtları da öyledir. Şimdi gel konuşalım! Bana sor bir kere, benim emrimi kaç kere dinledin? Niçin yerine getirmedin? Söyle ki anlatalım. Bu tıpkı Kuran'da işaret buyrulan, meleklerin, «Ulu Allah! Biz seni takdis ve teşbih ederiz. Bizim bir bilgimiz yoktur. Ancak sen bize ne öğretmişsen onu biliriz. Şüphesiz sen hikmet sahibi, en iyi bilensin!» (Bakara sûresi, 32), demeleri gibidir. Bu ne demektir efendi? Sen bundan, onun ne söylediğini anladın mı? Biri anladı, dedi ki: «Bu anlayışın iki yönü vardır.» Boşboğazın biri beni dinlemeye gelir, söz benden ürker ve kaçar sanki. Başka biri de vardır ki, sözlerimdeki mânâların zevk ve lezzeti içinde mest ve baygın bir hale gelir. Hatta o sözleri tekrarladıkça aynı zevki duyar. Mevlânâ da kaç kere bu manalara işaret etmedi mi? Bu konuşmalardan herkesin başka bir mana çıkarmasını önlemek ve işleri geciktirmemek için bu noktaya değinmişti. Siraceddin'e hal diliyle söylediği bir şiirin şu anlamdaki mısralarında der ki:
Bir gün belki sevgiliye kavuşacağım,
Amma o geçip giden ömrü nerede bulacağım?
Ama bütün zaman gitmiş değildir. Giden gitmiştir. Bu saat hasret içinde geçmektedir. Ancak, burada geçen zaman bir iş uğrunda geçiyorsa artık her seferinde boşuna geçiyor diye pişmanlık gösterilmesi gerekmez. (M. 96) Bu iş hesabı değil, işsizlik hesabıdır. Mademki bir iş baştan tutulmuştur, pişmanlık öylesine gerektir ki, sonunda pişmanlığa da tövbe edilsin. Bundan dolayı öyle bir iş ile uğraşmalıdır ki, sonucu yeter derecede lâtif olsun. Onların sözlerinden sana soğukluk gelir, o söz senin çileni soğutursa nihayet dışarı, buradan dışarı acele çıkar gidersin. Başlangıçtaki gidişe göre, çileye göre bu düşüncelerden kurtulursun. Ama, nasıl olur da öyle aydınlık bir gidiş böyle söğüdü, diye meraklanırsın. Bunu kabul etmezsen sonunda kendini aynı kuruntuya kaptırırsın.
Evet beş vakit namaz farzdır; bunu aşikâr olarak kılarsın. Yolun ayrı da olsa, onun farz oluşundan dolayı açıkça kılarsın. Geceden sonra kadını uykuda bırakır, oğlunu kuru üzümle avutur, kızını cevizle oyalar, sabaha kadar namaz kılabilirsin. Bu helâldir. Hazreti Muhammed'in (S.A.) dini böyledir. Ezan okunan yere de gider, halvette de kalırsın. Manevî dalgınlıktan dolayı müezzinin sesini duymadınsa, kaçacak delik aramaktansa Allah gölgesine sığınmak daha uygundur. O zaman bütün soğukluklardan, ölümlerden güvenlik bulur Hakkın sıfatlariyle süslenmiş olursun. Daima diri, varlıkları ayakta tutan o yüce Mevlânın varlığını anlarsın, ölüm seni uzaktan görse ölür; çünkü ilâhi bir hayat bulursun. Bu yolda yürümek sessizce olmalıdır ki, kimse duymasın.
Bu ilim medresede kazanılır mı? Bu, belki altı bin yılda yani altı kere Nuh Peygamber ömrü boyunca da elde edilemez. O yüz binlerce tahsilin, belki kulun bir gün, bir an için Allah huzurunda olması kadar değeri yoktur. Allah kullarından bir kul, Eflatun'un bütün bilgilerini yok ederek onu bomboş bir hale getirmek gücüne sahiptir, bunu yapabilir. Ancak bir gün onunla yavaş yavaş konuşur anlaşırsa, «Bu adam büyük bir filozoftur!» diyebilir. Çünkü Eflatun hem filozof, hemde bilgindir. Nihayet peygamberlerle tartışır. Boş söz değildir bu. Onlar da bu işte bir lezzet bulmuşlardır; isterler ki peygamberlerin vazifelerini kendileri yapsınlar. Nasıl olmaz diyebilirler, o bizim kardeşimizdir. «Bizi o bilir,» derler ve bir tekmede onun aklın altüst eder, onu bomboş bir hale getirirler. Bu imkânsız mıdır?
Hazreti Muhammed (S.A.), iblisin suretinin nasıl olduğunu görmek arzusunu duydu; ama gördü ki hepsinin üstünde Allah var, artık onda nasıl olur da iblisin suretini görmek arzusu kalır. Bunu böylece söylersem başağrısından kurtulursun. (M. 97) Çünkü îblis, manevî bir surete bürünmek isterse, seni Allahdan soğutacak bir surette görünür. Gönlünü ona kapalı tuttuktan sonra da sana bir daha şeytan sevdası gelmez, ama yine de güvenme kendine. Birinin kapısından dışarı çıkar, onun suretinde karşına gelebilir ve seni soğutur.
Süleyman-ı Tirmizî dedi ki: Bari din adamlarının sözlerini söyleyiniz. Bunlar ki, her zaman mimberlerde öğüt verir seccade üstünde otururlar, Muhammed (S.A.) dininin yol kesicileri, vurguncularıdırlar. Bayezid'in seccadesinde kurulur, Şakik-i Belhî'nin mimberinde konuşurlar. Kime öğüt verirler? Oradaki cemaata mı; cemaat nerede? Kalkar çarh vurursun.
Mevlânâ, tuğrak yemeğini yemiyor, ama helva yiyebilir. Gel sen de üzül buna, birlikte konuşalım. Bütün bunlar bir terazi, bir denge meselesidir. Yoksa yemekten önce bugün meydana atılan mesele üzerinde konuşmak gerekiyorsa, o işten maksat ya yapmak ya da yapmamaktır, yahut her geçen zamanın nasıl geçtiğini düşünmek konusudur.
Sohbet sana ziyan vermez, ama Allah'ın has kullarının sohbetini kaçırmak sana ziyan verir, iyi olmaz. Bunun bir misalini anlatayım: Diyelim ki, yanımda duran bir külhancı bana bir iğne batırdı, aynı yere Şah da bir iğne batırdı. Bu, iğne batırılan yerdeki acıların birbiri ile kıyaslanmasıdır. Yoksa iğneyi batıranların birbiri ile ölçülmesi değil. Biri dedi ki: Bel ki böyle bir Padişahın ayağına batırdığı iğnelere karşılık olarak zamanenin kemendi vurulur da boşuna giderse, gerektir ki, bundan hoşlansın. Geri dönmeyen her şey geçip gider. Sen ancak kendine gerekli olan şeye bak. Böyle bir zamanda sana şu hikâyeyi anlatmalıyım. Gerçi bunu birçok kere tekrarladım. Hikâye şudur:
Horasanlı Ebû Müslim'in Halifelik makamına oturttuğu Mansur'u kandırdılar, dediler ki: «Seni bu defa o makama oturtan Ebû Müslim günün birinde dilerse oradan uzaklaştırabilir, bir başkasını oturtur. Şimdi onu temizlemek gerek. Bunu yapmak için de bir çare var. Ebû Müslim seni ziyarete geldiği zaman kılıcını eline verir, hareketine dikkat edersin. Kılıcı elinde oynatıyor mu? O zaman, sorarsın, Halife karşısında kılıç oynatanın cezasının ne olduğunu kadıdan sorarsın. Kadı buna karşı, 'Onu öldürmek gerektir,' der. Bu sana cevap ve hüccet olur. 'Yolda onu yakalayın, öldürün!' dersin.» Halifeye dediler ki: «Kadı nın o sözü senin sorduğun meselenin cevabı değildi ki bunu gerçekleştirmeye imkân olsun.» Halife, «Evet, öyle ama günün birinde Halifeyi bu makama ben getirdim, ben onun memuru olamadığım gibi başkaları da onun memuru olamazlar diyebilir ve nihayet ben bir gün ölürsem o yine ayaklanır,» cevabını verdi. Mansur Halifeye her ne kadar, «Sen bu işten vazgeç!» dedilerse de, halife işi bitirdi. Sonradan pişman olmuştu ama iş işten geçmişti.
(M. 98) Burada dostluktan çok hilafet kaygısı hâkim olmuştur. O şey ki gereklidir, ister bana ait olsun, ister olmasın yapılmalıdır. Çünkü bugün yapılmasa belki yarın da yapılmaz. Senin geç kalmış olman da maksadı ayağa düşürür. «Bunda zorluk vardır,» dersem, «Biz bunu teselli ve aldatmaca olsun diye söyledik,» deme. işin gerçek tarafı sözü apaçık söylemektir. Buna ne engel var? O peygamberlere yaraşan nifak (ikiyüzlülük) gibidir ki, onlar bunu çok güzel yaparlar. Ama, o sözden doğacak menfaat sade sana aitse, sözü söylemektense hiç söylememek daha uygun olur.
Bir gün birisi bana dedi ki: «Ben, senden daha çok Mevlânâ'nın öğütlerinden faydalanıyorum.» Ben de buna karşı dedim ki: «Dostlar topluluğunu bir araya getirelim, onların anlayacağı bir bahsin yorumlanmasını yapalım.» Bundan maksat, cemaat aldatmak değil, ilmî bir fayda sağlamaktır. Nasıl ki, Kuran'da Yusuf Peygamber, Allah'a. yalvarırken, «Yarabbi! Bana mülk verdin, söz ve rüya yorumlamayı öğrettin,» (Yusuf sûresi,101) anlamındaki âyette işaret olunan bu yalvarmayı ona öğreten kimdir? «Semaların ve yerin yaratıcısı,» buyrulması da ona özel bir yoldan öğretilmiştir.
Genel yoldan da yine âyette, «Onun yorumlanmasını ancak Allah ve ilimde çok ileri olanlar bilirler,» denildikten sonra, «Beni Müslim olarak öldür!» diyor. Tuhaf değil mi? Bu açıklamadan sonra Yusuf hangi Müslümanlığı istiyor? Sonra da, «Beni, salihler topluluğuna kat!» diyor. Hangi Salihler? Her peygamberde salihlik vardır ama her salihde peygamberlik yoktur. Bu, «Allahm! Beni peygamberlikten nasipsiz kılmadın; velilerden de nasipsiz etme, ruhumu onlara eriştir!» demektir. Eğer böyle olmasa idi, hem îslâmda, hemde salihlere karışmak yolunda sebat etmek ister miydi?
Emir terk olunamaz. Şüphe yok ki, bu fakirin emrinde de faydalar vardır. Bu emirle maneviyat kapıları açılır. Fakir, dünyaya, onun nimetlerine, onun süslerine göz dikmez; o tavsife sığmayan bir devlettir. Şüphe yok ki, zengin çocuklarından, dünya nimetlerinden faydalanmış olanların bir şeye ihtiyaçları yoktur. Onlar, onun peşinden koşmazlar, ama onlarda yumuşaklık ve büyük bir hoş geçinme isteği vardır. Aşırı davranırlarsa o zaman fesat çıkar; onlardan nefislerinde üzüntü duyarlar ve üstünlüklerine yaraşmayan bir şey bekleyenler, nefislerini dünyadan ayıramazlar. Onlar asla tövbeye de yanaşmazlar. Dünya heveslerine kapılırlar. Onların Kuran'da: «Seni sapkınlıkta buldu, doğru yola yöneltti,» (Duha sûresi) anlamındaki hidayetle de ilgisi yoktur. Hepsi sapkınlık tarafına kaçtılar. Şeytan seni azdırınca sen kendinden hidayet yoluna girebilir misin? O seni azdırınca senin halin sana Cebrailin erişmesinden daha hoş görünür. Belki sadece Allah kuluna karşı olan yardım ve gayreti ile seni bu yoldan çevirir..
(M. 99) Benim nefsim bana öyle uysallık gösterir ki, Önüme yüz binlerce helva ve kebap getirseler, gerçekten isteğim bile olsa, başkalarının can attıkları o yemeklere asla dönüp bakmam. Vaktinde ona vereceğim arpa ekmeği, vakitsiz vereceğim kebaptan daha hoştur. O kapalı kaldı.
Dostları ilə paylaş: |