Şems-i tebriZİ'Nİn eseri



Yüklə 1,65 Mb.
səhifə14/39
tarix20.11.2017
ölçüsü1,65 Mb.
#32406
növüYazı
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   39

Yüce Allah'ın nurdan yedi yüz perdesi, yahut nurdan yedi yüz örtüsü vardır; bunlardan biri açılsa, hem dünyayı, hem içindekilerin! yakar, denildiği vakit o hangi perdedir" ki, yavaş yavaş kalkınca zat nuruna varılabilir, zatdan parlayan ruha erişilebilir? sorusu hatıra gelir.

Abdest üzerine abdest almak, doğuşta, yaratılışta temiz ve abdestli olanın üzerine nur üstüne nur iner. O, iki defa abdest almış demek değildir. O, benim okumadığım bir meseleden bahsetti, İzzeddin onu kabul etmedi, yalanladı. Nasıl olur da, «Evet ben onu okudum,» diyebilir? Mevlânâ'dan bir işaret aldım; sandım ki Mevlânâ da bunu anlatmak istiyor. (Kendi kendime) «Bugün Mevlânâ da o türlü sözler söylüyor ki ben şimdiye kadar asla bahsetmedim,» dedim. Sana güvenerek söyledim ki, sen hem kadıya, hem de adalet bakanına karşı savunasın. O demiştir ki: «Eğer benden bir şey götürmez ve gelmezse onun kuvvet ve kudretini hiçe indiririm. Bu tıpkı şuna benzer: Bir köle var mıdır ki, Sultana karşı, «Sen ki Padişahsın, meclise gel de seni göreyim,» diyebilsin; bu nasıl olur? Biz bu nefsi ne Aksaray'dan, ne de Kaymaz Kervansarayından getirdik. Eğer sen bu fikirde isen, Halep' te oturmuş, bir ülkeden başka bir ülkeyi seyrediyorsun demektir.

Zavallı ihtiyar! Başında bu teslim taşı ve aramızda bu yakınlık olmasaydı. Hele senin, «On beş seneden beri sende bu ne sabır» deyişin yok mu; bunda azıcık bir samimiyet kokusu olmakla beraber taşınca yüz bin misli artar. Bu hal ve sözler bir soru sormak maksadı ile değildir. (M. 81) Ancak bu da hakikatte bir soru olabilir. Yani iş böyle olunca hemen cevap vereyim. İyi dikkat edin ki, sual daima cevap cinsinden olur. Mevlânâ ona lâyıktır. Bana dost olan bir kul, onun bütün sıfatları ile vasıflanmış olur. Bu takdirde onun kahrı da, sabrı kadar sonsuz olur. Sen onun sabrını başkalarının sabrı ile karşılaştırdığın için ondaki bu sabır, sana çok görünüyor. Ama onun sabrını bir de Allah’ın sabrı ile karşılaştır. On beş sene çok kısa kalır. Ne on beş sene ne bin sene!

Allah'ın misk ve amber kokusunu andıran, her zaman burunlarda tüten bir kokusu vardır. Ama hiç misk ve amber kokusuna benzer mi o? Allah tecelli etmek, yani kendini kuluna göstermek isteyince o koku önceden duyulur. İnsanı mest eder, baygın hale getirir. Böylece, o sözün de arkası kesilmez. Hazreti Muhammed (S.A.) buyurur ki: «Ey Hıristiyan! Sen İsa'yı tamyamadın, bari beni tanı. Eğer onu tanımış olsaydın beni daha çok tanırdın!» Bugün Hazreti Peygamberi, bütün peygamberlerin sonuncusu olarak anlatırlar. Derler ki: Onun «Her kim benim nefsimi bildi ise Rabbimi de bildi,» ve ayrıca «Kendi nefsini bi len Allahsını da bilir!» buyurması utancından mı ileri geldi? Onun, «Her kim nefsini bildi ise,» sözünü, herkes nefsinden habersizlikle yorumladı. Akıllı kişiler kendi kendilerine dediler ki: «Bu alçak, murdar, azgın ve karanlık nefisciğimizi tanıyoruz; ama bundan, Allah'ı bilme marifeti elde edilebilir mi?» Sırra erenler onun ne dediğini anladılar. Kendi kendime dedim ki: Benim için yemenin, içmenin, uyumanın ne yeri var? Ulu Allah beni bu iş için mi yarattı? Benimle hiç bir aracı olmadan konuşmaz mı? Ben ondan bir şeyler sor amam. O da bu yemenin, uyumanın ne olduğunu söylemez. Acaba ben körükörüne yiyip içmek için mi geldim bu âleme? Eğer iş böyle olsa ve ben onunla karşı karşıya konuşup anlaşabilseydim, şu yiyip içtiğimden dolayı buraya nasıl geldiğimi, nereye gideceğimi, beni kurtaracak olanın kim olduğunu; sonumun nereye varacağını anlar ve kaygısız yaşardım. Bu, akıl yönünden nasıl olur? dedim; yüzümü ona çevirdim. Nasıl ki bir annenin âlemde bir tek çocuğu vardır. Çok güzel, yakışıklı bir yavru! Elini yanan ateşe sokmuştur. Bunu gören anne nasıl yerinden fırlar ve çocuğunu nasıl kaparsa, Hak kokusu da beni öylece ateşten kaptı.

Kadı Şemseddin'in dediği gibi, nasıl olur da Yusuf'un o cihanı aydınlatan güzelliğine gölge düşer, onun gül renkli yanakları solar? Bu ilim kızmadıkça o ilimlerdeki soğukluk anlaşılmaz. Sıcaklık soğukluğa, soğukluk sıcaklığa karışır.

Bu sözümüz Mevlânâ'ya değildir. O, bu türlü insanlardan değildir. (M. 82) Kuran'da, «Semadaki bulut dağlarından dolular yağdırır, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğine ettirmez,» (Nur sûresi, 43) buyurulmuştur. İşte Kuran'da bulduğumuz bir deyimdir bu. Başkalarının başına gelen her kötülük yorumlanırken, Allah yolunun yolcuları hakkında iyilik olarak yorumlanır.

Allahın güzel isimlerinden biri de Mürid'dir nihayet bu müridin bir M ura d'ı olacaktır. Onun bir adı da Talib olunca bir Matlub'u olmak gerektir. Biri sordu: «Bu herkes için midir? Nihayet ben de önce talip idim.» Dedim ki: «Herkes talip değildir, o talepten âlem halkı üzerine bir ışık düşse hiç kimse takat getiremez hepsi yanar, mahvolur gider.» Bu taliplerden biri Musa Peygamberdir. Dağda, Allahdan bir iz aradı; kendinden geçti, geri döndü. Şu halde rastgele herkes nasıl matlub yani aranan kişi olabilir? Manası pek lâtif olan şu beyitdeki nükteye asla itirazın yeri yoktur. Şair:

Bizi şehrimizden kovarlarsa ne çıkar?

Şehir dışındaki kırlar bizimdir,

demiştir.

Allah başarı verirse, ben de öyle bir yere gideceğim ki, hiç ses seda gelmesin oraya. Çeşitli yönlerden esen rüzgârlar birbirini kovalasın. Ben bir şey okuyayım, onların kulaklarına üfleyeyim; sen de oraya kulaklarını tutasın.

Senedi, .dayanağı olan kişinin gönlü şendir, arkası kuvvetlidir, hiç bir şeyden gam yemez.

«Şeyh İbrahim burada olaydı,» dedim, «bana iftiharla hizmet eder, gönül hoşluğu ile yoldaşlık yapardı.» Diyorlardı ki: «Biz de hizmet için kalmıştık, ama sen kendinden geçmiş unutmuşsun.»

Şimdi kapalı bir sırrı açıklıyorum. Diyordum ki: «Siz bir konak ilerden gidin ki, ben de arkadan geleyim.» Onlar bundan başka manalar çıkararak, «Sen bizimle beraber olmaktan rahatsız mı oluyorsun?» di yorlardı. Ben kendi kendime «Siz her vakit kendinizle cenkleşiyorsunuz, nefisleriniz dipdiri. Yol işidir bu,» dedim. Dediler ki: «Eğer şunu yap bunu yapma gibi sözler size ağır geliyorsa, bu şundan bundan konuşma ne oluyor? O kadar niyazlarımızı da mı boş lâf sanıyorsunuz?» Ancak ben İsrar ediyordum: «Ben sizin peşinizden gelirsem arada bir konak farkeder. Hem acemi mekkâreci (hayvan sahibi) beni ne tanır. Ona ben teklifsizce hükmederim, onunla istediğim gibi pazarlık ederim. Bu işten bir o anlar, bir de hayvanı. Ben hayvandan iner bir köşede dinlenirim.» «Hiç olacak bir şey mi bu!» dediler. «Biz bir menzil ileri gidelim de sen on menzil geri kalasın!» O zaman gözümün rahatsızlığından bahsettim. Şimdi bu benim elimde değil, bu gaip âleminden gelen bir engeldir. Siz gidin! Bana yalnız Mevlânâ'mn mektubu kâfidir. Bana gönderdiği oğlu (Sultan Veled) dedi ki: «O zaman Mevlânâ bana ne der? Bana, 'Behey ahmak, behey eşek, behey apdal akılsız! Ben seni gönderdim ki, o zatı geüresin. Mademki sen de gittin, (M. 83) onu buldun, sana gözünün ağrıdığını söyledi; o zaman sana yaraşan orada beklemek, ona hizmet etmek, iyice afiyete kavuşuncaya kadar orada kalmaktı,' demez mi?» Delikanlının bu sözlerinden anladım ki o güzel bahaneleri ona Mevlânâ öğretmiştir. O sözleri, o alçak gönüllüğü Mevlânâ öğretmiştir. O sözler, o incelik o lâtif cevaplar hep Mevlânâ'mn öğretmesi ile olmalıdır ki, bana bu hususda olağanüstü bir ilgi gösterdi. Bundan daha üstün bir sözün misalini söylesem bilgisiz halkın kafasına girmez. O anladı ki, kendi sözünü henüz karısı bile kavrayamadığı gibi oğlu da anlayamaz! Ne güzel sıfatlar ki hiç biri ötekiyle çelişmez; bu onunla, o da bununla uyuşma halindedir. O sıfat, bu sıfatı artırınca bu da ötekini artırır. Bir aralık bir sıfat ötekilerden ileri geçse bile yine aralarında düzenlik ve adalet bulunur.

Şimdi sen diyorsun ki: Bu karanlık sözlerden benim sorduğum şeylere bir karşılık gelmedi. Onun kapısında karanlık ne oluyor? O aynı zamanda nefsin pusu kurduğu bir yerdir. Nasıl ki Attar buyurdu: «Yüz yıl gece gündüz çile doldursan, perhizler yapsan bile, senden, o günde, ne bu çileyi, ne de bu halveti sorarlar. Sen ilerisini düşün, oraya bak! Bu istiyor ki o düğümleri kendine engel saymayasın. Mademki o engel oluyor, o halde bu ayrılığın sebebi nedir?»

Bir gün gelecek ki, «Haber, gözle görmek gibi değildir,» nüktesi açıklanacak. O gözle görmek, sana göredir. Onlara dedi ki: Bir işin seninle ilgisi yoksa bırak onu. Yolculukta sana yük olur, ölüm korkusu vardır onda. Çünkü bu yolculukta bir çok perdeler kapanır.

Sana deseler ki: Elinde bulunan yüz altım ya bana ver, yahut da birlikte kadıya gidelim. Sana, o yüz altını bana vermek mi daha hoş gelir, yoksa «Hayır bu bana lâzımdır,» mı dersin? İşte asıl maksat budur. Eğer hayır bana gerekmez diyorsan o da der ki: «Sen, bizim aradığımız, bizim matlubumuzsun. Sizin gelmenizden başlıca umudumuz bize yardım etmeniz, şu veya bu dileğimizin yerine getirilmesinde bize yararlı olmanızdır.» îşte bu söz hiç yorum götürmez.

Biri der ki: «Filan zatın oğlu, Tebriz'li bir yabancının arkasından niçin yürüsün? Horasan toprağı, Tebriz toprağına mı uyruk ve bağlı olsun?» O sofuluk ve safa ehli olmak davasındadır. Onda bu kadar akü yoktur ki toprağa itibar olmadığını anlasın.

Bir İstanbullu, «Mekke bu âlemden, madde âlemindendir; iman ise öteki âlemden yani mana âlemindendir,» dese, burada Mekkeliye düşen vazife İstan bulluya uymaktır. «Vatan sevgisi imandandır,» hadisinde Hazreti Muhammed'in maksadı nasıl Mekke sevgisi olabilir ki, Mekke bu âlemdendir, iman ise bu âlemden değildir. Şu halde iman konusundan olan şeyler bu âlemden değildir; öteki âlemdendir. Nasıl ki, «İslâm garip olarak başladı, garip olarak da geri dönecektir,» hadisinde de maksat aynıdır. Mademki İslâm gariptir, o başka âlemden gelmiştir; nasıl Mekke'ye mahsus olabilir? Bunun sadece Mekke'ye ait olacağını söyleyenler sevginin ilk basamağında kalmış olanlardır.

(M. 84) Bu anlayıştan kurtulmak da çok zordur. Bu sevgi sarhoşluğundan kurtulmak için çok koşmak gerek. Bundan sonra da ruh âleminin sarhoşluğu gelir. Ruh, henüz görünmemiştir, ama sarhoşluğu büyüktür. Nasıl ki, Allah erleri son derece sarhoşluklarından ona bakamazlar. Peygamberler de böyledir. Söze başlarken onun hatırına âyetten, hadisten başka hiç bir şey gelmez. Ona şundan bundan işitilmiş sözleri aktarmak da utanç verir. Meğer ki halka bir konuyu anlatmak için olsun. Aşkın bu ikinci mertebesinden geçmek zor ve çetindir. Ancak ulu Allah, tek yarattığı sevgili kullarından birini gönderir de ona ruhun iç yüzünü gösterirse, onu hak yoluna yöneltir, maksadına eriştirir.

Allah yolunun sarhoşluğu üçüncü mertebede de belirir. Bunda da büyük sarhoşluk vardır, ama ayıklığa yakındır. Çünkü her neyi, odur sanırsa, Allah onu, o şüphenin dışına çıkarır. Bundan sonra da dördüncü mertebe gelir. Bu da, doğrudan doğruya Allahdan sarhoş olmaktır. Bu mertebe, kemal mertebesidir. Bundan daha sonra da ayıklık ve akıl mertebesi gelir.

Aşkın yorumuna gelince; önce bilmelidir 'ki, aşk deyince, kadın, altın, dünya sevgisi gibi şeylerden söz etmek istemiyoruz. Belki, bu sevgi sarhoşluğu azalır korkusu ile dünya çevresinde dolaşmak da gerekmez. Pek çok rahiplerde de bu aşk sarhoşluğu vardır. Bundan dolayıdır ki içlerindeki duyguları açığa vururlar.

İmad ve onun gibiler aşk sarhoşluğunda olgun kişilerdi. Onlarda ruh sarhoşluğundan da bir 'koku vardı; ona yol bulmuşlardı. Evhad (Kirmanî), aşkın son mertebesine daha yakın idi. Firavunun sihirbazları aşkda tamam olmuşlardı. Şüphe yok ki onlar, ruh kokusu almışlardı. Ama Firavun, aşkda tamam değildi. O mantıkçı idi; o yolun adamı idi. Sihirbazlarda bir hüner vardı ki, bu Firavunda yoktu. Seyyid'de (Burha-neddin) ruh kokusu, ruh sarhoşluğu fazla idi. Mev-lânâ'nın da, onun da bilgileri çoktu. Ama o sarhoşluk hiç bir şey ile ilgili değildir.

O Şeyh Ebûbekr'in (Sellabâf) sarhoşluğu, Allahdandı. Ama o sarhoşluktan sonra gelen ayıklık onda yoktu. Bu nokta, bana ilim yönünden bildirildi. Bu kulun kendi saadeti de belli oldu, ama yakın ve kesin değildi. Has kullarından birini gönderdiler ki, ona saadetini yakın olarak öğretsin, onu okşayıcı eliyle terbiye etsin. O azıcık kendi hakkında uygunsuz sözler söylerdi; kendini incitir ama Allah'ı nasıl incitebilir? Onların ağızlarından böyle sözler nasıl çıkabilir? Meğerki Allah'ı bilmemiş olsun. Nasıl ki Hakîm Senâî şu anlamdaki mısrada: «Ey taptığı Allahlar, Allah'ı inciten zavallı!» diyor.

Hadiste, «Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki aramıza ne en yakın bir melek ne de kitapla gönderilmiş bir peygamber girebilir,» buyurulmuştur. Bu onun tertemiz ruhu, kitapla gönderilmiş peygamber ise onun tertemiz bedenidir. Mademki melek ile peygamber araya giremiyor, bu perdeyi açmak kimin haddine düşmüştür? Bu Tebriz'li oğlundan başkası bu konuda konuşamaz.

(M. 85) Bu, Hazreti Muhammed'in (S. A.) makam ve hal mertebesi değildir; bu davettir. Bu konuda bir çok sözler söylenmiştir. Sözü geçen hadisteki mana, nasıl Hal deyimi ile ifade edilebilir? Ben de diyorum ki bu, onun Hal mertebesi değildir.

Bir insan ki hakkı aramaktadır, talep davasında-dır. Sevgi ve heves çevresinden dışarı çıkar, ruh kokusuna erişir. Bu davacılardan bazıları acaba gerçek midir, değil midir; şüphelenirsek bakarız. I^.ğcr onun eğilimi dünya işlerine daha çok dönük ise yalancıdır; sadece kuru davacıdır. Bu söz her ne kadar sıcak bir sözdür, ama benim açıklamak istediğim sözün sıcaklığı yanında soğuk ve donuk kalır. Bugün burada biz ve siz varız. Zannediyoruz ki, kıyamet günleri gelmiştir. Dervişte, Allah kullarında, öyle bir inanç var ki, sanki bu saat kıyamet saatidir, son gündür.

Bir gün, Eba Yezid, mimber üzerinde şu sözleri «oyuyordu: «Ben, içinde söz konuşulan (tartışılan) bir meclis istiyorum. Yoksa bu tahta mimberdc konuşmaktan ne çıkar?» O sırada bir kadın ayağa kalktı yüzünü ona çevirdi. Vaiz hemen, «Otur ey avrat!» dedi. Kadın atıldı, «Ey şeyh! Ey kuru davacı! Biliyorsun ki, şu senin halin ilk defa Jeğil! Her ne kadar sözün doğrudur, ama sen kimsin? Bu sözler mademki senin sözlerin değil, bu iş senin işin değil; kıyametin belirtisi odur ki heybetten ve siyasetten erkekle kadını ayırmak mümkün olmasın. Her ikisi birbirine karışmış olsun.» dedi. Eba Yezid sustu.

Bu âleme seyir ve temaşa için gelmiştim. Her harf siz, işaretsiz sözü, her sessiz kelâmı dinliyor; bu taraftan da sözler işitiyordum. Diyordum ki, «Ey harf-siz söz! Sen söz isen söyle, bunlar nedir?» «Bana kalırsa bu oyuncaktır,» dedi. «O halde, beni oyuncak için mi gönderdin?» dedim. «Hayır, sen istiyorsun ki, her şey kendi arzuna göre olsun. Suda, toprakta bir yerin olsun da, ben bilmeyeyim ve görmeyeyim,» dedi.

Şimdi her sözü işitiyor, ibretle her tarafa bakıyor, her sözün derecesini anlıyorum.

Hazreti Peygamber Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: «Bir din bilgini bir gün bir sokaktan geçse, o sokaktan kırk gün Şeytan geçemez.» Burada, Peygamberimiz sadece bilgin demiyor din bilgini diyor.

İsa'ya. Allah'ın oğludur diyenler, onun birleşme yolu ile Allahdan kopmuş olduğunu söylemezler. Belki o, çeşitli doğuş örneklerinden bir örnektir. Diyelim ki, bu söz filandan çıkmıştır. Bu, bilinen manada doğmuş demek değildir.

Sultanı görmekte benim için bir zarar yoktur. Ama onun için bu şeyhleri görmekte ve emirlerle konuşmakta fayda vardır. Onlar eğer Allanın has kulu iseler, bir havuzdan veya ırmaktan demiyorum, denizden bile geçseler etekleri ıslanmaz. (M. 86) Ama bunlar onlardan değildir. Bunların etekleri ıslanmak değil, belki baştan ayağa suya batar; boğulur giderler, işte bu sebeple, sultanlara onları görmekten ancak ziyan gelir. Çünkü onlardaki yetenek ve iş yapmak ar/usu, o din vurguncuları yüzünden kapalı kalır. Mademki bizde de bir eğilim var, bu doğuştaki beraberliktendir. Nasıl ki herkesin kendisi ile birlikte doğan bir Perisi veya Şeytanı vardır, derler, tnsan onu sever ve fazla sevgisinden bir eser bırakır; bir şeyler koparır. Bir kimse vardır ki, bizden uzak kaçar, ama başka biri de bizimle sohbete, dostluğa lâyıktır. Bizim hoşnutluğumuzu ister sırasında, ferman senindir, der. Ama onun gösterdiği bu bağlılıktan bizden razı olmadığı sezilir. Her ne kadar, ferman senindir dese bile yine bizden hoşlanmadığı anlaşılır; bu yüzden duraklamalar görülür onda. Başka bir yorum: Âleme gelen herkesin kendisi ile birlikte gelen bir yoldaşı vardır. Bazılarına hevesler, sevgiler yoldaş olur, bazılarına da aşk. Aşk, denildiği gibi, ezelden beri vardır. Ama ruh hakkında fikir ayrılığı başgöstermiştir. Bazı filozoflar, ruh ezeldendir, kadîm'dir, diyorlar. Bazıları da sonradan yaratılmıştır görüşünü ileri sürüyorlar. Yani önce yoktu sonradan var oldu. Hele ruhlar topluluğu daha sonradır. Hadisde, «Ruhlar toplanmış ordulardır,» buyurulmuştur. Ama bu topluluk da çeşitlidir. Meyhane düşkünlerinin de bir topluluğu vardır, bozguncuların da. Biz ancak ruhla ilgili olan o topluluktan bahsedeceğiz. «Allah bilgisi her şeyi kaplamıştır,» dediğimiz zaman, bu toplulukta Allah vardır. Nasıl ki âyette, «Allah takva ehli kişilerle beraberdir,» (Nahil sûresi, 128) ve ayrıca, «Allah bizimle beraberdir,» (Tövbe sûresi, 41) buyurulmuştur.

Şu hale göre Tatarlar, ilk yaratılışta bizimle birlikte (aynı topluluk içinde) tanışmış olsalardı bu gün ve bu saatte de bizimle birlik olur, barışık yaşarlardı. Böylece îmad ile o H'ye Allah, «Topraktan ve sudan yarattığım âlemde bir Halife yaratacağım, sizi de o toprak ve su âleminin Halifesi olan zatın soyundan üreteceğim,» diye hitap etti. Onlar, «Yarabbi! Biz bu topluluk âleminde seninle birlikte rahat ve mutluyuz. Korkarız ki sonra dağılalım, bu mutluluktan uzak kalalım!» dediler. Tanrı buyurdu: «Ben biliyorum, siz bu sözü itiraz ve edepsizlik yönünden söylemediniz. Ancak bana sığındığınız için, topluluğunuzun dağılmasından korkuyorsunuz. Halbuki benim gücüm her şeye yeter, benim kudretimde eksik bir taraf yoktur. Ben sizi yine toplarım, hep birbirinizle;. hep bir arada, aynı kılıkda yeniden yaratırım!»

Hiç şüphe yok ki, şu âlemin yaratılışında bir maksat ve sebep vardır. Bir mutlu kimse vardır ki, bu sarayın içi dışı, onun için döşenmiştir. Geri kalan ne varsa onun uyruğu, onun kölesidir. Her şey onun içindir. Bu kâinat (M. 87) binası onun için yaratılmış, o bu kâinat için yaratılmamıştır. Nasıl ki, bir zenginin aziz bir konuğu vardır, onun şerefine güzel bir konak yaptırmış, döşemiştir. Sonra o başka bir yere göçmüştür. Bu konak boş kalır mı hiç? Aradığımız Allah yolunun yolcuları vardır. Ama onu akıl aracılığı ile arayanlar, bulmak istiyenler asla yol bulamazlar. Meğer ki, aradığı zat doğrudan doğruya ona yolunu göstersin. Bu yolcu isterse bütün âlemi ayağına çeksin, her yana ve her yöne başvursun, bilgiyi kendisine kılavuz edinsin ve kendinden daha üstün, daha yetkili ve gerçeğe susamış bilginlerle düşüp kalksın. O aradığı sevgili kendini göstermezse, şüphe yok ki hiç bir şey elde edemez.

Allah yolunun bilgisi mücahede ile, çalışmakla da elde edilemez. Bir kimse bu bilgiye ermek için yerde, gökte durmadan uğraşsa bile eli boş kalır. Karanlığa gömülür. Meğer ki Allah bilgisine ermiş erenlerden birinin eteğine yapışsın da onunla birlikte çalışsın. Zaten, o Allah velisinin arzusu da bu maksadı gerçekleştirmek değil midir?

Bugün, size, aradığınız o Allah adamı, benim dersem, Mevlânâ bizden uzakta mı kalır? Onun için ne mutluluktur ki, aradığını bulmuş, ona erişmiştir. Yoksa aksilik aksilik üstüne olurdu. Bugün size vereceğim öğüt şudur: Önümüzde bir gün var ki, o güne Tegabün yani Kıyamet günü derler. O gün, «Ah, biz ne yaptık!» demenin hiç bir faydası olmaz. Ama Kıyamet bu saatte faydalıdır. Hazreti Peygamber buyurmuştur: «Size gelecek olan o zatın yüzünün rengini hatırmızda tutun. O, gam vaktinde bana sevinç verecektir.» Bulunduğunuz topluluk derin bir uykuya dalmıştır. O evde, sende hoş ve yüksek bir hal vardı, yüzün kızarmıştı. Sarhoşluk ediyordun. Ben de sana, «Şimdi sarhoşluk etmenin yeri var mı?» diyordum. O sırada oraya, beni ziyaret için başka bir cemaat geldi. Ben önlerine çıktım, gelmesinler diye oyaladım, îmad da onlarla beraberdi.

Sultan o kişidir ki, Sultan olduğunu bilir. H, nefsine düşkün bir sofudur, isterse gelir isterse gelmez. Geciken vaatler unutulur derler. Âşıkın hali böyle değildir, îşe önceden başlamak gerektir. Bu günün işi, yarına bırakılmamalıdır, îşe başlarken de Allahdan yardım dilemelidir. Artık bundan daha açık söz, bundan daha beyaz yoğurt olamaz. Kadı işaret yolu ile şöyle demiştir: «Diken asla yenilmez, kendin de yiyemezsin.»

Şeyh ibrahim'e dedim ki: «Bu tatsızlık hep senden mi?» Onu kendime muhatap ettim. Ahvalin ne olduğunu zaten biliyor-dum. O kimdir ki, onun gönlüne perdeler çekilsin. Ona bizim âlemimizden bir hayal, o hayalden de başka bir hayal doğsun.

(M. 88) Ben bu mânâları öylesine söylüyorum ki, Hazreti Peygamber Aleyhisselâm bile bu kadar açık söylemez. Gerçi bu onun güçsüzlüğünden değil, belki onun bu sözü "fazla uzatmak ve incelemek için yeterli vakti olmadığındandır. Çünkü o çok meşguldü. Ama benim için o mânâyı olduğu gibi, açıkça söylemekte hiç bir engel yoktur. Ben her ne kadar kendimi sözle oyalamaktaysam da, o mânâ bana şu beyitten geliyor'.

Beyit:


İşlediğim günahtan nereye kaçsam bilmem,

Her günahın ardından karşıma gufran gelir.

Nasıl ki Kuran'da, «Rabbiniz size güzel bir şehir verdi. O çok yarlıgayıcı bir Allahdır,:» (Sebe sûresi, 15) ve «Ya Muhammedi Biz senin için aşikâr bir fetih ve zaferin yolunu açtık, bundan önce ve bugüne kadar gelip geçmiş günahlarını yarlıgamak ve sana nimetlerini tamamlamak için Allah seni en doğru yola yöneltti,» mealindeki âyetler bu gufran'a işarettir. Peygamber Aleyhisselâm, içki içmezdi, onun günahı ancak şu sözdeydi. O buyurdu ki: «Gufran senden daha eksik ve güdük değildir. Sen ne zaman dilersen, bu günahı işle ve söyle.» Bu, Peygamber i^in, görünüşte bir nevi ayrılma ve uzaklaşmadır, diyebilirsin. Ama onun bu uzaklığından binlerce yakınlık doğar. Hazre-ti Peygamber, bu nükteyi daha tatlı söyleyebilirdi. Ancak daha fazla açıklayamazdı. Çünkü o açık beyanın halka bir faydası olmaz, belki yalnız -anlayışı yüksek olanlara faydalı olurdu. Böyle olmasaydı o zaman iş çığırından çıkar neticesine takat getiremezdi. Ama onun dostları, bu tatsız görünen korkutucu sözlerinde de, tatlı sözlerinde de, yüz bin lezzet bulur, son derece hoşlanırlardı. Ebubekr mest olur, Ömer'e bambaşka bir hal gelir, Ali keskin kılıç karşısına göğüs gererdi. Onun ö tatsız (korkutucu) gibi görünen sözlerinden o kadar kuvvet alır ve o derece beslenirlerdi.

Bazılarının aradıkları şey arzularına uygun olarak karşılarına çıkar. Bazılarına da, ölüm sırasında yüz gösterir. Bazıları da, onu arama yolunda can verir giderler. Ama bu yolda dileğine kavuşma hevesiyle öimek de büyük bir iştir.

Önce senin bir işin yoktu. Ayağımıza el uzattın. Bugün mademki gidiyorsun hiç olmazsa kendine meşgul olacak bir iş buldun, kârın bu oldu.

Hazreti Ayşe bir rüya görmüştü. Onu Hazreti Peygambere anlatmayı unuttu. Eğer o rüyayı Peygambere söyleseydi, asla o evden dışarı çıkmazdı. Semadan beş yüz kere vahiy gelse bile! Bütün peygamberlerin, ve velilerin özledikleri bir sevgili, kavuşmak için çırpındıkları bir dilekti bu. Bu öyle yüce bir Allah Peygamberi, öyle ulu bir zat olduğu halde, böyle zatları niçin özlüyordu? «Ah! Kardeşlerime bir kavuşabil-seydim!» diye hep onları sayıklardı.

Bu bir kaç meseleden ancak en kudretli Peygamberlerin haberleri oldu. Bir gün, onları yakından yahut uzaktan görmek bunlara nasip oldu. Ama geri kalanlardan bir kısmının onlardan haberleri olmadı, bir kısmı da onları görüp, görüşmek mutluluğuna ereme-diler. Mevlânâ'ya dedim ki: Bu konuyu destekleyici bir kaç söz söyle. Meclistekilerden biri gitti ama yine gelir bir şeyler dinlemek ister. (M. 89) Mevlânâ'da gerçi konuşmak arzusu yoktu, sözünü bitirmişti. Ancak emrimi yerine getirmek için şu bir kaç sözü söylemeye ve şu öğütleri vermeye başladı:

İblis, sizinle çok savaşlar yapar. Bundan sonra öyle görünüyor ki, size vesvese (kuruntu) vermekte zorluk çekecektir. Onu görmekten, sözünü dinlemekten çok zahmet çekeceksiniz ki, size bir ziyan vermesin.

Hazreti Peygamber şöyle buyuruyor: «Ulu Allah'a kırk sabah içten ibadet edenlerin kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, lisanından dökülür.» Bu kırk sabah, müminin gönlünün anahtarıdır. Yoksa yüz bin sabahın bile ona faydası olamaz.

Şeytan, Yahya'ya, İsa'ya gizlice secde etti. Bu nedir? Korkudan, umutsuzluktan ileri gelen iman makbul değildir, derler. O halde Allah'a gerçek iman hangisidir?

Gerçek iman, bu cihanın renklerine boyanmadan, o cihanın nakışlarını görenlerin ve o ilâhî âlemin seslerini işitenlerin imanıdır. O halde Firavun için neden öyle olmadı? Onun imanının da kabul olunması gerekirdi. Madem ki son nefesinde, tek kelime ile imanlı gitmek mümkündür. Firavun da öyle olmalıydı. Kuran' da bu konuda üç kereden başka müsamaha yoktur. Nasıl ki şöyle buyurulmuştur: «O kimseler ki, önce iman ederler, sonra kâfir olurlar, sonra yine iman ederler ve tekrar inkâr ederler, küfürlerini artırırlar. Allah onları yarlıgamaz, doğru yola da yöneltmez.» (Nisa sûresi, 135). Allah, kâfirin küfründe devam ve ısrar etmesini istemez. Belki iki defa imandan uzaklaştığı için üçüncü defasında kâfir olmuştur. Onun geçmişteki küfrü imandan artık bir dereceye varmış, yani küfrü imandan üstün gelmiştir. Küfrün o kadar fazla gelmesi onun imandan yoksun kalması sonucunu doğurmuştur. Ama eğer işin öteki tarafını anlatırsam, ortada hiç bir şey yokmuş gibi olur. «Kuran'daki bu müjdelerden, korkutmalardan, ürkütmelerden hangisini dilersen onu yap; hangi gidişte ve yolda yürümek istersen yürü; nihayet ömür bakımından, şeriat yönünden iman sözü dile gelince, mümin olarak gidersin,» demek, halka cesaret vermek ve onu ölüme götürmektir. Kuran'a aykırı konuşmaktır. Bu yolda konuşmalar, şu cihetten doğru değildir ki, neticesi halkı uyutmak, onları gaflete sürüklemek, işinden gücünden alıkoymak olur. Zaten halk, tarife sığmayacak kadar tembeldir. Halk, bu «Her ne istersen yap!» sözünü işitince, «son nefeste bir kelime ile anadan yeni doğmuş gibi olursun, mümin olarak gidersin,» sözüne güvenir. Evet, filân zat görünüşte kâfir olarak gitmiştir ama gerçekte o imanla gitmiş olabilir. Hatta o zat üçüncü defasında dil ile inkâr etse kâfirdir. Ama hakikat yo-nünden o, gerçek mümin olabilir. Çünkü hakikatte, âyette bildirilen, «Küfürlerini artırırlar,» yolundaki açık ifadenin dışındadır. Ama, «Bu ne biçim şeriattır "ki, halkın mahvolmasına sebep oluyor?» denirse, biz de deriz ki: Onları bu gibi korkutucu öğütlerden güvenli bir halde bırakmak, yüz bin kere daha korkunçtur. Bu, onları kuyuya düşürmektir. Eğer bu yolda yürür, bu yolda savaşır ve gece gündüz uğraşırsan, gittiğin yol doğrudur, gerçektir. Ama niçin başka birine bu yolu göstermiyorsun, onu tavşan uykusuna yatırıyorsun? Yoksa bu işte taklitçi misin? Yoksa doğru yol bu değil midir? Gel söyle bu nasıl olur! Onunla konuşmanın ne yeri var?


Yüklə 1,65 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   39




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin