MEZÂHİB-İ FIKHİYYEDE HAK VE ADALET, MASLAHAT-I ÂMME
Beyanat-ı mezkure içinde en çok calib-i dikkat ve muhtaç izah olanlar mezheb-i Hanefî’nin hak ve adalet, maslahat-ı amme esasatından ba‘îd bulunduğu hakkındaki sözlerdir. Bu beyanat (s. 23) mezheb-i Hanefî hakkında değil şer-i İslami dâhilinde olan hiç bir mezheb-i fıkhi hakkında varid olamaz.
Alel umum mezâhib-i fıkhiyye şeri‘ât-ı mutahhara-i İslamiyenin yollarıdır ve her biri ol meşakkatten muktebes ve onun envarını mufîz (dolduran) ve nâşirdir (yayandır).
Alel umum şerai-i ilahiye mesâlih-i nâs hikmeti üzerine müessesdir (kurulmuştur) ki mesâlih-i nâs ruh-i şerâi‘dir (dinin ruhudur).
Şerâi‘, hikmetten, maslahat-ı nastan mücerred (soyutlanmış) ma fevkat tabi‘î (olağan üstü) bir mu‘amma (anlaşılmaz) değildir. Şerâi‘ bilakis hikmettir, maslahattır, hidayettir. Şerâi‘, eşhasın (şahısların), ulemanın, ahbâr ve ruhbanın evâmir-i varidât-ı şahsiyyesi değil ahkemu’l-hâkimîn, a‘lemu’l-âlemîn, a‘delu’l-âdilîn olan Allah’ın evâmiri, nevâhîsi, iradâtıdır.
Şâri-‘i şerâi‘ ancak Rabbu’l-âlemîn olan Cenab-ı Allah’tır. Ef‘âl ve mu‘âmelât-ı nâs üzerinde hakk-ı teşri‘, salahiyet-i ıtlak ve takyid-i iktidar tahlil ve tahrim ancak Allah’ındır. Ef‘âl ve mu‘âmelât ve harekât-ı ihtiyariyye-i ukalâyı tasnif eden (düzenleyen) vücub, hürmet, nedb, ibaha isimleri Allah’ın ol ef‘alin külliyatında, cinslerinde ma‘lûmu ve âciz, cahil beşerin gayr-i mefhumu olan mesâlih-i âmmenin netâyicidir. Hakk-ı mutlak, adalet-i mutlaka, maslahat-ı amme fikr-i beşerden, küçük bir dimağın faaliyetinden ahzedilmez (alınmaz).
Kâsır-ı dimağ, hakk-ı mutlakı, adalet-i mutlakayı ihata edemez, maslahat-ı âmmeyi bilemez. Allah’ın tayin ettiği hak ve adalet ve maslahat karşısında küçük dimağın bulabildiği şey hak değil nâ-haktır (haksızlıktır). Adl değil zulüm ve ‘udvandır, maslahat (fayda) değil mefsedettir (zarardır).
Kasır-ı fikir-i beşer bir işin bir cihetinde küçük bir maslahat görürken diğer cihetinde olan mefâsid-i azimeden bî-haber bulunur. Hatta bazan ol mefâsid-i azime kendisine ihtar edilse bile maslahat-ı sağireyi mefâside tercih eder. Ve bu mutala‘asında hak ve adl, maslahat-ı amme mulahazasından hariç nice nice mulahazâtın sevk ve icbarına mağlup olur.
Her türlü sevaik (sebepler) ve şevaib-i hariciyeden (dış etkenlerden) azade hakk-ı mutlak, adl-i mutlak, maslahat-ı amme-i sarfa ancak şerai-‘i ilahiyeye mahsustur. Yine fikr-i beşer bazan maslahat-ı amme-i sarfayı hak ve adlin haricinde nice nice mulahazata feda eyler.
Şerâi-‘i ilahiyenin me’mûrât ve menhiyâtındaki hikmetler celb-i mesâlih veya tekmîl-i mesâlih (s. 24) def-i mefâsid veya taklîl-i mefâsiddir. Fikr-i beşer, şerâi‘in hikmetlerini bazan bade’t-teşrî‘ idrak edebilir. İdrak edememesiyle ne meşru-i ilahinin hikmetinden, maslahat-ı ammeden ârî olması ve ne de meşru-i ilahinin terki lazım gelmez.
Fikr-i beşer hâkim değildir ki; şerâi‘in tebdil ve tağyiri, tadil ve tenzili onun idrakine tabi olsun.
Fikr-i beşer muvaffak olmak şartıyla teşrî‘iyyatta ancak müdriktir. Yoksa hâkim değildir. Müdrik olmak başka hâkimiyet başkadır. Alel ıtlak ef‘âl ve ma‘lûmat-ı beşerde, itikadâtta, ma‘lûmat-ı medeniyede adab-ı ictimaiyede, munakehât (evlenme) ve mufarakâtta (boşanmada), hukukta, edyânda, nufusta, insal (nesil) ve ensabta (neseplerde), ukulde, emvalde, arzlarda hakk-ı hâkimiyet fikr-i beşerin değildir. Ancak Rabbu’l-Âlemîn olan Cenab-ı Allah’ındır. Ve herkesin başı, mec‘ûlat ve masnû‘ât-ı beşere (insanın yapıp ettiklerine) değil, Allah’a ve onun inzal eylediği şer‘a bağlıdır.
“اِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلإِحْسَانِ وَاِيتَاءِ ذِى الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ” Nazm-ı celili şer‘in tafsilât-ı ahkâmını hulasa etmiştir. Buna müsteniden (dayanarak) ruh-i şer‘a vakıf olan ulema-yı din, şer’in makâsıd-ı teşri ‘iyesini zaruriyyât, haciyyât, kemaliyât namlarıyla üç nev’de icmal etmişlerdir. Binaen aleyh alel umum meşru‘ât-ı ilahiye hükme müstenid celb-i mesâlih, def-i mefâsid esasâtına mübtenidir.
Nusûs-ı şer‘iye hükmiyyat ve ta’lilat-ı teşr‘iyye ile mu‘alleldir. Alel umum nusûsun menatât-ı ahkâmı hükmüdür ki celb-i mesâlih, def-i mefâsiddir.
Müçtehidîn-i kirâm hazerâtı ruh-i şer‘a, makâsıd-ı şer‘a vakıf olarak nusûsun makâsıd-ı mezkûreyi mutazammın olan menatlarını bilerek bunlara müstenid olan ahkâm-ı âliyeyi istihrac ederler.
Binaen aleyh müçtehidînin vazifesi re’sen teşri‘ ile vaz-ı ahkâm olmayıp şer‘in makâsıdını ve ona müstenid olan ahkâmı izhardan ibarettir. Bu itibar ile müçtehidîn-i ‘ızâmın mezâhib-i fıkhiyyesi hep Şâri‘ Teâlâ’ya müntehi ve ona muzaftır.
Şâri‘, ictihadın kendisine raci‘ olacağını beyan ve bu cihette ona hürmet edilmesini emretmiştir.
Enbiyâ-yı ‘ızâm aleyhimu’s-salati ve’s-selam hazerâtı şerâi‘de Allah’ın şahitleridirler. Müçtehidîn dahi onların nâib-i menâbları olarak ayniyle şühedâ-yı ilahiyedir.
(s. 25) Onların şerâyi‘de bütün söyledikleri şeyler haber anillahtır. Tahammül-i şehadette adalet şart değil ise kabul-ı şehadette adalet şarttır.
Hukuk-ı nâsa dair olan haberlerin kabulünde muhbirlerin adl olması şart olduğu gibi Hak Allah’a dair olan haberlerin kabulünde de adalet şarttır. Ve belki haber anillahın kabulünde adaletin iştiratı (şart koşulması) bi tarikı’l-evleviyye sabittir.
Gerçi ma’lumatına, fehm-i zekâsına (anlama yeteneğine) güvenen herkes ictihad edebilir.
Fakat herkesin ictihadı kabul olunmaz. İctihadın kabulünde de müçtehidin adl olması şarttır. İctihatta adl, kütüb-i usûlde mu‘ayyen olan şurûtu cami‘ yani ulum-i mütenevvi‘a ve kavâid-i ictihadiyeye vakıf olduktan başka mütedeyyin, müteşerri’, gayr-i fasık olandır. Fasıkın fetvası kabul olunmaz. İctihad ve adalet ile ma‘ruf olan kimseden istiftanın halline (sorulan fetvanın çözümüne) ve kendisinde ictihad veya adaletten birinin mefkudiyeti (zan olunan kimseden istiftanın adem-i halline ittifak-ı ulemâ vardır.
Eimme-i erba‘a şurût-i lazimeyi (gerekli şartları) cami‘ oldukları (topladıkları) gibi adildirler. Onlardan sonra yetişecek olan adl müçtehidlerinden şu kadar farkları vardır ki onların hüsn-i halleri, hüsn-i niyetleri makâsıd-ı şer‘a vukufları ahkâm-ı şer‘iyyeye şiddet-i temessükleri onların ictihadâtının makbul-i ilahi olmasıyla olup bu da gerek onların asrında ve gerek sonraları yetişmiş olan bunca müçtehidînden hiçbirinin ne mezhebi ne de ittiba-ı mukallidîni kalmamış olduğu halde mezâhib-i erba‘a ila yevmina haza (günümüze kadar) küre-i arzın (dünyanın) kıt‘at-ı muhtelifesinde sakin cemahir-i İslamiyenin kabul-i umumiyesine mazhariyetle ma‘lûmiyetini muhafazada devam etmesi ve onların hılafına diğer bir mezhebin zuhur ve payidâr olamamasıyla nümayandır (aşikâr görülmektedir). Bu hal mezâhib-i erba‘anın nezd-i Şâri‘de makbul ve mesâlih ve ihtiyacât ve adalet-i nâs ve hak ve adalete muvafık olduğunun burhân-ı maddîsidir (görünen delilidir).
MEZHEB-İ HANEFÎ’DE HAK VE ADALET MASLAHÂT-I ÂMME, MAKSAD-I TARAFEYN
Beyanât sahibinin ifadesine göre mezheb-i Hanefî’de ancak kıyâsât-ı mantıkıyyeye bina-yı ahkâm edilir. Hak ve adalet, maslahat-ı amme, maksad-ı tarafeyn nazara alınmaz. Ve bunlara bina-yı ahkâm edilmez. Muma ileyh tadiliyle meşgul olduğu Mecelle’yi elbette tetkit etmiştir.
Mecelle’nin başında muharrer olan (yazılan) kavâid-i külliye meyanındaki kavâid-i âtiye fıkh-ı Hanefî’nin hak ve adalete, (s. 26) maslahat-ı âmmeye bâ-husus (özellikle de) tarafeyne ne derece müstenid bulunduğunu ispat külfetini iskat etmiştir. Bu kavâid ki mahiyet ve faide-i ilmiye ve ameliyelerini tevzih ve tefhim için Mecelle’nin mukaddimesinde şöyle denilmiştir.
“Ancak muhakkikîn-i fukahâ mesâil-i fıkhiyyeyi bir takım kavâid-i külliyeye ircâ‘ etmişlerdir ki her biri nice mesâili muhît ve müştemil olarak kütüb-i fıkhiyyede müsellemâttan olmak üzere bu mesâilin istibatı için delil ittihaz olunur ve ol emirde bu kavâidin tefhimi (anlaşılması) mesâile (meselelere) istinas (uyum, alışkanlık) hâsıl eder ve mesâilin zihinlerde tekrarına vesile olur. Ve eğerçe (her ne kadar) bunlardan bazısı münferiden (tek olarak) ahz olunduk da (alındığında) bazı müstesniyatı (istisnaları) bulunur ise de yekdiğerini tahsis ve takyid ettiklerinden min haysü’l mecmu’ (genel itibariyle) külliyet ve umumiyetlerine halel (zarar) gelmez.
Fi’l hakika (gerçekte) bu kaideler fıkh-ı Hanefî’nin külliyat ve esasatından ma’duddur (sayılır) ki birçok mesâil-i furiyye (ferî meseleler) bunlara istinad etmiştir. Bu kaideler ki kimi kitaptan, kimi sünnetten, kimi âsârdan müstenbat bulunmuştur (elde edilmiştir). Bu bahsin tafsilatı Mecelle şerhleriyle el-Eşbâh ve’n-Nezâir’de mebsuttur (uzun uzadıya anlatılmıştır).
Mecelle
Madde 2: Bir işden maksad ne ise hüküm ona göredir.
Yani bir iş üzerine terettüb edecek hüküm ol işten maksad ne ise ona göre olur.
Madde 3: Ukûdda itibar makâsıd ve me‘âniyedir elfâz ve mebâniye değildir.
Madde 5: Bir şeyin bulunduğu hal üzre kalması asıldır.
Madde 6: Kadîm kıdemi üzere terkolunur.
Madde 7: Zarar kadîm olmaz.
Madde 8: Berâet-i zimmet asıldır.
Madde 17: Meşakkat teysiri celbeder.
Yani su‘ûbet (zorluk) sebeb-i teshîl olur ve darlık vaktinde vüs‘at göstermek lâzım gelir. Karz ve havâle ve hacr gibi pek çok ahkâm-ı fıkhiyye bu asla müteferri’dir. Fukahânın ahkâm-ı şer’iyyede gösterdikleri ruhas ve tahfifat hep bu kâideden istihrac olunmuştur.
Madde 18: Bir iş zîk oldukda (daraldığında) müttesi‘ olur (genişler).
Yani bir işde meşakkat görülünce ruhsat ve vüs‘at (genişlik) gösterilir.
(s. 27) Madde 19: Zarar ve mukabele bi’z-zarar yokdur.
Madde 20: Zarar izâle olunur.
Madde 21: Zarûretler memnu’ olan şeyleri mübah kılar.
Madde 22: Zarûretler kendi mikdarlarınca takdir olunur.
Madde 25: Bir zarar kendi misliyle izale olunamaz.
Madde 26: Zarar-ı âmmı def’ için zarar-ı hâs ihtiyar olunur.
Madde 27: Zarar-ı eşed zarar-ı ehaf ile izâle olunur.
Madde 28: İki fesad teâruz ettikde ehaffi irtikâb (hafifinin tercihi) ile a’zamının çaresine bakılır.
Madde 29: Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.
Madde 30: Def’-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır.
Madde 31: Zarar bi-kaderi’l-imkân def’olunur.
Madde 32: Hâcet umumi olsun hususi olsun zarûret menzilesine tenzil olunur.
Madde 33: Iztırar gayrın hakkını ibtal etmez.
Madde 36: Âdet muhakkemdir.
Yani hükm-i şer’îyi isbat için örf ve âdet hakem kılınır; gerek âmm olsun ve gerek hâs olsun.
Madde 37: Nâsın isti’mâli bir hüccettir ki onunla amel vâcib olur.
Madde 38: Âdeten mümteni’ olan şey hakikaten mümteni‘ gibidir.
Madde 39: Ezmânın tağayyürü ile ahkâmın tağayyürü inkâr olunamaz.
Madde 40: Âdetin delâletiyle ma’nâ-yı hakikî terk olunur.
Madde 43: Örfen ma’ruf olan şey şart kılınmış gibidir.
Madde 44: Beyne’t-tüccâr ma‘ruf olan şey beynlerinde meşrut gibidir.
Madde 45: Örf ile tayin ile nass ile tayin gibidir.
Madde 46: Mâni ve muktezi te‘âruz ettik de mâni takdim olunur.
Madde 53: Aslın îfası kabil olmadığı hâlde bedeli îfâ olunur.
(s. 28) Madde 54: Bizzat tecviz olunmayan şey, bitteba‘ tecviz olunabilir.
Madde 55: İbtidaen tecviz olunamayan şey bekâen tecviz olunabilir.
Madde 56: Bekâ, ibtidâdan esheldir.
Madde 58: Raiyye yani teb’a üzerine tasarruf maslahata menuttur.
Madde 72: Hatası zâhir olan zanna itibar yoktur.
Madde 74: Tevehhüme itibar yoktur.
Madde 83: Bikaderi’l-imkân şarta riayet olunmak lazım gelir.
Madde 85: -Bir şeyin nef’i zamânı mukabelesindedir.
Madde 87: Mazarrat menfaat mukabelesindedir.
Madde 88: Külfet nimete ve nimet külfete göredir.
Madde 95: Gayrın mülkünde tasarrufla emretmek bâtıldır.
Madde 96: Bir kimsenin mülkünde onun izni olmaksızın ahar bir kimsenin tasarruf etmesi caiz değildir.
Madde 97: Bilâ sebeb-i meşru’ birinin malını bir kimsenin ahz eylemesi caiz olmaz.
Aşikârdır ki fıkh-i Hanefî’nin esasâtı hep bu kaidelerden ibaret değildir. Ma’a hâzâ bunlar fıkh-ı Hanefî’nin öyle kıyâsât-ı mantıkıyyeye değil, hak ve adle maslahat-ı ammeye makâsıd-ı nâsa ne derece istinad etmiş ve hak ve adl ve mesâlih-i amme ile makâsıd-ı nâsın fıkh-i Hanefî’de ne kadar mer‘î bulunmuş olduğunu hayru’l-evsâf olan adl ve insaf ile muttasıf hakperest erbab-ı zekâ ve nihaye irâeye kâfi olup çünkü fıkh-ı Hanefî’de mesâil-i fer‘iyyenin ahkâmı hep bunlar gibi adli maslahatı, maksadı, örfü, ta‘amülü esasâta müstenid bulunmuştur.
Mezkûr kaidelerden bilhassa “Bir işden maksad ne ise hüküm ona göredir.”
“Ukudda itibar makâsıd ve me‘âniyedir, elfâz ve mebâniye değildir.”
Maddeleri fıkh-ı Hanefî’de maksad-ı tarafeynin ne kadar azim bir esas olduğunu izah etmiştir.
Sahib-i beyanâtın Mecelle’nin müstenedi olan mezheb-i Hanefî’nin hak ve adle maslahât-ı âmmeye maksad-ı tarafeyne muğayir (aykırı) ve sırf kıyâsât-ı mantıkıyyeye müstenid olduğunu irae etmek (göstermek) üzere îrad (s. 29) eylediği edâ-i duyûn, temlik-i duyûn, ibrâ-i duyûn mesâilinden hak ve hakikat ne vech ve şekilde ve ne tarafda olduğu fasl-ı âtideki (aşağıdaki bölümde) tetkikâttan tezahür edecektir.
Dostları ilə paylaş: |