(s. 8) Kıyâsât
Kıyâs fıkhen nusûsun (nassların) hükmünü ahzeder (alır) çünkü kıyâs, mansûsun hükmünü illetin mevcud olduğu ğayr-i mansûsa ta’diye etmekten (iletmekten) ibarettir. Binaen aleyh kıyâsta âmil yine nass ile illet-i nasdır. Kıyâs fıkhen ahkâm-ı şer‘iyyenin usûl-ı erba‘asındandır (dört asıllarındandır).
Kıyâs-ı mantıkıyyede tertîb-i mukaddemât ameliyesi vardır. Kıyâs-ı fukahada tertîb-i mukaddemât ameliyesi bulunmak şart değildir. Mantıkiyyûn kıyâs-ı fukahâya temsil derler. Gerçi kıyâs-ı mantıki her bir hükm-i şer‘înin izahında istima’ olunabilir. Mesela deynin men aleyhi’d-deynin gayrısına bey’inde garar-ı infisâh vardır.
Kendisinde garar-ı infisah olan her bir bey’-i bi’n-nass, fâsittir deynin men aleyhi’d-deynin gayrısına bey‘i fâsittir denilerek deynin medyunun gayrısına bey‘inin fâsid olduğu hükm-i şer‘îsi izah edilir ma‘lûmdur ki;
İntac ve istilzâmda lâzımın katıyyeti suğra ve kübrânın kat‘ıyyetleriyle hâsıl olup bu suretle teşekkül eden kıyâs burhan olur.
Lâzımın zanniyyeti ise mukaddemiyyetten birinin zanniyyetiyledir ki emâredir. İşte kıyâs-ı mantıkıyyenin eşkâl-i müntecesinde kübrâ ya bir nas veya bir icma veya bir kıyâstır. Bunlar fıkhın külliyât ve desâtiri, kavânîn-i istinbatiyyesidir.
Fıkhın kıyâs-ı mantıki ile münasebeti kavânîn ve külliyât-ı fıkhıyyenin müntec olan kıyâsât-ı iktirâniyenin kiberiyâtı ve kıyâsât-ı istisnaiyyenin şartıyyâtı olmaya salahiyet ve kabiliyeti ve kıyâsât-ı mantıkıyyenin ol külliyâtın intacât ve istilzâmâtına hâdim birer mi‘yar olmasından ibarettir. Bu sebepledir ki desâtir-i fıkhıyye, nass-ı kati‘, icma‘ gibi delil-i kat‘îden me’hûz ise onlardan teşekkül eden kıyâs-ı burhan ve hüccet-i kat‘iyye olur.
Ve eğer kıyâs gibi delil-i zannî olursa kıyâs ale’l ıtlâk bir delil olur. Binâen aleyh fıkıh, zan olduğu gibi sıdk ve kizbi daire-i nazardan haric, akvâl-i müellefe, kazayâ-yı müleffekadan (uydurma hühümden) ibaret değildir.
Kıyâsât-ı mantıkıyyenin fıkıhdaki dahl ve alakasını takdir etmek için ılm-i usûl-i fıkhı anlamak lazımdır.
(s. 9) Ma‘lûmdur ki ilm-i usûl-i fıkıh bir takım kavâid-i istinbâtıyyeden ibarettir. Hâdisât, ahkâm-ı şer’iyyesi matlub olan bir takım cüziyyattır ki ahkâm-ı matlûbesi ol cüziyyâtın kavâide usûl ve külliyâta, kavânîne ircâ‘ıyla (döndürülmesiyle) ma‘lûm olur. Binaen aleyh hâdisâttan hasıl olan kazâyâ mahsûsattan terekküp etmek itibariyle hükm-i şer‘înin istinbatı için teşekkül edecek olan kıyâsat-ı mantıkıyyenin sehletü’l-husûl birer suğrası olup külliyât-ı fıkhıyye dahi birer kübra olarak onlara zamm edilince matlup hasıl olur. Mesela “لا تقربوا الزنا” bir nehiydir veyahut iş bu âyet-i kerîmeye işaret ederek bu bir nehiydir ki hâsse-i sem’ veya basar ile mahsustur. “Buna her bir nehiy tahrim içindir” kaide-i külliyesi zamm edilince “لا تقربوا الزنا” ayetinin tahrim için olduğu neticesi kuvveden fiile çıkar. Bu misal usûlîdir. Fıkıhtan misal, “Mûsâ bih (vasiyet olunan şey) üzerine varid olan şu akd-i bey’, musa bihde zevâl-i mülkü mucip bir tasarruftur.” Sehletü’l-husûl suğrâsına “mûsâ bihte zevâl-i mülkü mucip olan her günâ tasarruf vasiyetten rücu‘dur” kânûn-ı fıkhıyyesi zamm edilince “Şu bey’ vasiyetten rücu‘dur” netice-i fıkhıyyesi kuvveden fiile çıkar.
-Mukaddemât-ı mantıkıyye- ulûmdan hiç birine has olamaz. Ve bilakis ulumun her birine nisbeti müsavidir (eşittir). Çünkü her ilimde “bahs” vardır; “bahs” ulûmun araz-ı zatiyyesidir. Bahs, delil ile mevzu’ üzerine hamilden ibarettir. Delilin sıhhati ise nazarın sıhhati, fesadı da nazarın fesadı iledir. Binaen aleyh metâlib-i ilmiyyenin hatası ile sevabı bilinmek için nazar-ı sahih ile fâsidi ayırmak lazımdır.
Delil, ilm-i kat‘î ve yahut zan ifade eylemek itibariyle iki kısma munkasımdır. Binaen aleyh ilimde, ilmi, zanni, vehmi, şekki, cehli, taklidi tanımak lazımdır.
Delil, kendisine nazar kılınmakla herhangi bir matlub-ı cüziye tevessül olunmak mümkün olan şeydir.
Delil-i fıkhî müfreddir ki bazen matlub-ı haberide mahkûmun aleyh olur ve bazen kıyâs-ı mantıki ile metâlib-i cüziyye-i sem‘iyyenin isbatında hadd-ı evsat (orta hüküm) olur. Nazarın fesadı, vasatın matluba adem-i münasebeti ile yani adem-i delaleti iledir.
Vasatın matluba adem-i münasebeti evvelen fesâd-ı maddedir ki kıyâsın mukaddimeleri nefsul emirde kazib olmasıyladır. Saniyen fesad-ı surettir ki kıyâsta matlûbu müstelzem olacak vech ve şeklin mefkudiyyetidir (bulunmamasıdır). Bu da kıyâsın şerâit (şartları) intacı (meydana getirmesi) cami’ olmaması demektir. Binaen aleyh kıyâs-ı maktıkıyede vasat olan şey hakikatte ve nefsul emirde matluba delalet etmez. Çünkü mukaddimeler hakikatte (s. 10) kâzib olur ise nazar fâsit olur. Ve böyle bir nazar-ı fâside mübteni olan (dayanan) matlab-ı ilmî (hedeflenen bilgi) de savab (doğru) mevcud olamayıp (bulunmayıp) bilakis ol matlab-ı hata âlud (karışmış) olur.
Kezalik kıyâsın hakikatte sadık olan mukaddemaâtı yekdiğere olan mensubiyet-i istilzamiyeye göre tertib edilmiş olur ise yine nazar-ı fasid olur. Ve böyle olan bir nazarın neticesi olan matlab-ı ilmi hata âlud (karışmış) olur.
Burhan-ı mantıkıyyenin (akli delilin) mukaddemâtı (öncülleri) kat‘îdir. Binaen aleyh kat‘îyi (kesin hükmü) müntec olur (doğurur). Zira netice kat‘an (kesin olarak) hak olan mukaddemâtın lazımıdır (gereğidir). Hakkın lazımı da kat‘an (kesinlikle) hakdır (doğrudur). Burhanın mukaddemâtı kat‘î olmakla beraber zaruri kısmından olması şart değildir. Bilakis nazarî dahi olabilir ki nazarî olması kat‘iyyetine münafi (aykırı) olmaz. Çünkü nazariyyat dahi bazen kat‘î olur. Burhanın mukaddemat-ı kat‘iyyesi mutlaka zaruriyyâta müntehi (ile sonuçlanır) olur. Yoksa devir ve teselsül lazım gelir ki bunlar iktisaba yani matlubi (istenileni) istihsale (elde etmeye) manidir (engeldir). Emârâtta (göstergelerde) mukaddemat-ı kat‘iyye olmadığından netice (sonuç) zanniyye yahud itikadiyye olur. Ma‘a hâzâ emârâtın mukaddematı dahi zarûriyyâta müntehi olmak labüddür (gereklidir). Yoksa devir veya teselsül lazım gelir.
Matlubi (istenilmesi) müstelzem (gerekli) olan vecih (şekil) ise kıyâsın maddesi (asıl kısmı) olan mukaddimelerini (öncüllerini) yekdiğerine (birinin diğerine) olan mensubiyete (ilgisine) göre muayyen bir had (seviye) üzerine tertib etmekdir (düzenlemektir) ki dört tariktir (yol, vasıtadır). Bunlar kıyâsât-ı selâse-i ma‘lûme ile istikradır (tümevarımdır). İşte aklen, ilmen makbul olan turuk-i istidlal (hüküm çıkarma yolları) bunlardır.
Ve bunlar her ilmin mebâdisidir (ilkeleridir). Temsil namıyla yâd edilen kıyâs-ı fıkhî ilm-i usûlun icrasındandır (uygulamasındandır).
Mevzu-u bahs (sözkonusu konu) olan beyânâtın (açıklamaların) mefhumuna göre alel ıtlak (mutlak olarak) kıyâsât-ı mantıkıyye (aklî kıyâslar) netayiciyle (sonuçlarıyla) hak ve adalet biri birinden ayrı ayrı şeylerdir.
İşte gayr-i müsellem olan (teslim edilmeyen) nukât-ı zühulün (atlanan hususlardan) birisi budur. Alel ıtlak kıyâsat-ı mantıkıyye netayici (sonuçları) ile hak ve adaletin biri birinden ayrı ayrı olduğu pek naşide (söylenen) bir iddiadır.
Beyanât-ı mezkurede kıyâsat-ı mantıkıyye tabiri umum-i mecaz tarikiyle gerek ıstılahi mukaddemat (öncüller) ile istintacat (sonuçlar) ve gerek alal ıtlak ma’kulât (akla uygun şeyler) kast olunduğunu izaha hacet yoktur.
Istılah-ı mukaddemat-ı burhaniyyenin netaici (sonuçları) olan kazâyâ-yı burhaniyye ile hak ve adalet arasında muğayeret (aykırılık) ve muaraza (zıtlık) iddiası nasıl ma’kul olabilir ki beşer için hak ve adle vusûlun yegâne alet-i kânûniyyesi mantık namıyla ifade olunan ameliye-i mezkureden ibarettir.
(s. 11) Beşer herhangi bir hadisede meçhul olan hulasa-i hak ve adli mantıkla bulup tayin eder ki bundan başka da hiçbir alete malik değildir. Nasıl ki meçhulât i‘dad (hazırlığı) ve makâdîr (miktarları) ve ib‘âdı kavâid ve riyâziyye (matematik, hesap) ile keşf ve tayin eder. Ve ondan başka alete de malik değildir.
A‘mâl-ı riyaziyye akl-ı beşerde tabi‘î olarak merkuz olduğu (sabit kılındığı) gibi kıyâsât-ı mantıkıyye dahi öylece aklın a‘mâl-i tabiiyyesindendir. Bunu inkâra mecal (imkân) yoktur.
Hak ve adlin mi‘yarı (ölçüsü) mantıktır. Bunun başka bir şekli olamaz. Mantıki olmayan herhangi birşey hak ve adl değil butlan ve dalaldir.
Kavânîn-i mevzua, tabi‘î olan kıyâsât-ı mantıkıyyenin netâic-i zaruriyesinden başka birşey değildir. Herhangi ma‘kulâtta kıyâsât-ı mantıkıyyenin haricine çıkmanın imkânı yoktur.
Kânûn, ayn-ı mantıktır (mantığın kendisidir). Sınâ‘î mantık, fikrin sahih veya fasidini ta‘yine medar (kaynak) olan bir alet-i kânûniyedir. Mantıki olmayan herhangi bir hüküm kânûn olmak şöyle dursun ma‘kûl bile değildir. Kânûn-i şinas olan (kanundan anlayan) bir kimse hak ve adaleti tayinde mantıktan başka birşey düşünemez. Ve herhangi bir mesele hakkında insana söz söylemek iktidar ve salahiyeti bahşeden mantıktır.
Artık hak ve adaletin yegâne mi‘yarı kânûn-i siyâsîsi olan ve tabir-i diğerle ruh-i kavânîn (kanunların ruhu) olan kıyâsât-ı sahiha-ı mantıkıyye aleyhinde söz söyleyen kendi mevzuunu hedm (yıkmış) ve nakz etmiş (bozmuş) olur. Sahih kıyâsât-ı mankıyye netâici (sonuçları) ile hak ve adalet arasında fark gören, zât-ı hak ve adli (hak ve adaleti) görmeyendir.
Kavânîn, ya semaviyyedir ki mevzuat-ı ilahiyyedir. Bunlar hep salah ve sa‘âdet-i beşer için olduğuna mebni kâffesi (tümü) ayn-ı mukteziyât akıl ve mantıktır. Ve ya re’sen mevzuât-ı beşerdir ki akıl ve mantıktan başka bir menba‘ı yoktur. İşte bu iki türlü kânûndan başka da kânûn yoktur.
Fıkh-ı Hanefî’nin kıyâsât-ı mantıkıyyeye müstenid (dayanan) ve hak ve adlden mütebâid (uzaklaşan) olduğunu iddia etmiş olan kânûn-ı şinas (kanundan anlayan) esas kânûnun bir kıyâs olduğunu düşünememiştir.
MEZHEB-İ HANEFİ’DE HAK VE ADALETE İSTİNAD
Değil mezheb-i Hanefîde herhangi bir mezheb-i fıkhıyyede hakkaniyet ve adalet esasâtına istinad edilmediğini iddiaya imkân yoktur. Mezâhib-i fıkhıyyenin müstenid-i aslisi (asıl dayanağı) kitap, sünnet, icma-ı ümmet oldukça herhangi birinin hakkaniyete muğayereti (aykırılığı) tasavvur olunamaz (düşünülemez).
(s. 12) Kitap, sünnet, icma-ı ümmet hep akıl ve hikmete muvâfık (uygun) kıyâs-ı mantıkıya mutâbıktır. Hiç bir hususta aralarında teâruz (zıtlık) bulunamaz.
Kitap ve sünnet icma-ı ümmet ayn-ı mukteza-yı akl ve hikmettir ki ayn-ı hak ve adldir.
“ان الله يأمر با لعدل” (Allah şüphesiz adaleti emreder)32 mantukunca kitap ve sünnet mahza (sadece) adl ve ihsanı emir ve fahşa ve münker ve bağîden (azgınlıktan) nehy ederler.
Kitabullah ve sünnet-i Resulullah’tan istinbât-ı ahkâm eden (hükümler çıkaran) müçtehidîn-i kiram dahi hep aynı adl ve ihsan ile emir ve fuhşa ve münker ve bağiden nehyi tebliğ ederler. Sade mezheb-i Hanefî’de değil hiç bir mezheb-i fıkhiyyede sırf kıyâsât-ı mantıkıyyeye müstenid ahkâm yoktur. Yalnız ahkâm-ı müstenbita (çıkarılan hükümler) kıyâsâta muvafıktır. Ve kıyâsât ona muârız değildir.
Ahkâm-ı şer‘iyyenin kıyâsât-ı sahiha-ı mantıkıyyenin ayn-ı netaici (bizzat sonuçları) olması ahkâm için bais-i noksan (eksiklik sebebi) değil bilakis hiçbir kânûnda bulunmayan bir sıfat-ı kemaldir. Kânûn, kıyâs, kaide, zâbıt, asıl hep elfâz-ı müteradifedir ki hadisât-ı cüziyyenin medâr-ı tatbiki (uygulama sebebi) olan külli demektir. Kavânîn, burhanı olan kıyâsât-ı mantıkıyyenin mahsulâtından (ürünlerinden) ibarettir. Her hangi bir fende ve herhangi bir mesele hakkında olan kazıyye (hüküm) kânûn olmak için mantıki bir kıyâsın neticesi olmak zaruretinden kurtulamaz. İşte hak ve adl ancak orada tecelli eder. Ma‘a hâzâ beyanatta fıkh-ı Hanefî’nin müstenidi olmak üzere gösterilen kıyâsât öyle ıstılahi kıyâsât-ı mantıkıyye değil kıyâsât-ı fukahadır.
KIYÂSÂT-I FUKAHÂ
Kıyâsât-ı fıkhıyye iki kısımdır. Biri kıyâs-ı fukahadır ki mantıkiyyûn (mantık âlimleri) ıstılahında buna temsil (benzetmek) denir.
İki ma‘lumun birinde olan illetin misli diğer ma‘lumda bulunması hasebiyle ma‘lum-i evvelin ol illete müstenid olan hükm-i şer‘îsinin mislini ma‘lum-i saniyede izhar eylemektir (ortaya çıkarmaktır).
Bu kıyâsa, kıyâs-ı usûlî dahi denilir ki usûl-i şer‘iyyenin dördüncüsüdür.
Bu kıyâs ile amel ancak müctehidîne mahsustur. Ve hicretin dört yüzüncü senesinden sonra munkatı‘ olmuş (kesilmiş) dedikleri kıyâs budur.
İkincisi, asl, kaide, külli, ma‘kul, muktezâ-yı delil (delilin gereği) manasına olan kıyâstır. “Bey‘ icab ve kabul ile mun‘akid olur”, “Ayn, müteaayyin olan (belirlenen) (s. 13) şeydir”, “Deyn zimmette sabit olan bir vasıfır”, “Duyûn (borçlar) emsaliyle kaza olunur”, “Deynin tarik-i ifası (ödeme şekli) kısastır”, “Makdûru’t-teslim olmayan (teslim edilemeyen) malın bey‘i batıldır” gibi. Bu kıyâs dahi ya bir nassın mantuk veya mefhumu veya icma‘ın mevridi veya müçtehidin mahsul-i rey ve ictihadıdır. Bu kıyâs furu‘da müçtehidin kaide-i mezhebiyesi (mezhebinin kaidesi) demek olmasıyla müçtehidin ashab ve etba‘ı mesâil-i furu‘iyyi ol kaide tatbik ederler. Binaen aleyh bu kıyâs ile amel müçtehidîne mahsus değildir. İmdi ne edille-i erba‘adan olan kıyâs usûlînin ne de edille-i erba‘adan me’huz olan (alınan) kıyâs furu‘înin hiç birisi doğrudan doğruya kıyâs-ı mantikî olmadığı gibi bunların hiçbirisine hak ve adle muğayir (aykırı) denilmenin imkânı yoktur.
Kıyâs-ı fukahâ ile kavâid ve kavânîn-i ictihadiye mezheb-i Hanefî’ye has olmayıp bilakis mezheb-i erba‘a-i İslamiyenin cümlesinde mevcuddur. Kıyâs-ı fukahâ, mezheb-i Zahirî’nin gayri olan (dışındaki) bilcümle (bütün) mezâhib-i fıkhiyyede (fıkıh mezheplerinde) ma‘mulun bihtir (kullanılmaktadır). Alel ıtlak, mezâhib-i fıkhıyyede kıyâs denilen usûl ve kavâid temhid edilmeden (hazırlanmadan) hiçbir ictihad olamaz.
ŞEYH-İ EKBER MUHYİDDİN ARABÎ HAZRETLERİNİN KIYÂS HAKKINDAKİ BEYANÂT-I ARİFÂNESİ
Şeyh Muhyiddin Arabî hazretleri Futûhât-ı Mekkiyye’de ahkâm-ı şer‘iyenin usûlu hakkındaki babta gerçi kıyâs bir delil-i kat‘î değilse de haber-i ahada şibihtir (benzerdir). Haber-i ahad ilm-i kat‘î ifade etmezken onunla ahza ittifak olunmuş ve bu suretle haber-i ahad, ahkâm-ı şer‘iyyenin usûlünden bir asıl olmuştur. Binaen aleyh kıyâs, şüpheden azade bir surette olarak vücuda gelir ise varsın haber-i ahad gibi usûl-i ahkâmdan bir asıl olsun.
Biz, kıyâs-ı Hanefî’ye kail olmaz isek de ictihaden mucib-i kıyâs (kıyâsın gereği) ile hükmedenin hükmünü tecviz ederiz. Müçtehid gerek hata ve gerek isabet etsin. Çünkü Şârî‘, müçtehid hata etse de onun hükmünü kabul ve kendisini me’cur addetmiştir. İmdi müçtehid; kıyâsı, bir asıl olarak tanımak hususunda kitap veya sünnet veya icma‘a veya bunlardan me’huz olan asla istinad etmemiş olsaydı mesele-i ictihadiye hakkında kıyâs ile hükmetmesi kendisine helal olamazdı. Belki çok kere nazariyatça sahib-i insaf indinde kıyâs-ı celi hükme delalette adilden menkul olan haber-i vahid-i sahihden daha kavi (kuvvetli) olur. Biz haber-i âhadı, mücerred ravisine olan hüsn-i zannımıza binaen sened ittihaz ederiz (alırız). Hâlbuki ilmen Allah’a karşı kimseyi tezkiye edemeyiz. Zira şer-‘i şerif (s. 14) insanları Allah’a karşı tezkiyeden bizi men etmiştir. Biz ancak bu hükmü böylece zan ediyoruz diyebiliriz.
Doğrusu budur ki nazar-ı aklî; kıyâs-ı celide bize müşareket eder. Şer‘an “اَوَلَمْ يَنْظُروُا فيِ مَلَكوُتِ السَّمَواَتِ وَالْاَرْضِ؛ اَوَلَمْ يَتَفَكَّروُا ماَ بِصاَحِبِهِمْ مِنْ جِنَّه” misilli ayat-i kerime ile memur olduğumuz nazar-i akli ile isbat olunması lazım gelen ahkâm-ı mahsuseyi ispat etmiş idik. Kur’an’da bu ayetin emsali çoktur.
Hak Teâlâ hazretleri evvela rukn-i a‘zam olan vucud-ı ilahiyi isbat bahsinde nazar-ı aklinin hükmünü tesbit saniyen nazar-i aklinin hükmünü tevhid-i ulûhiyetinde muteber addetti. Bize kendisinden ma‘ada (başka) ilâh bilhak olmadığını bilmek için ukulumuz ile (aklımızla) nazari teklif etti. Biz ondan sonra delil-i akli ile bu ilaha vacip olan hükümlere nazar ettik ve bunu müteakip taraf-ı Bârî’den bizim gibi beşer olarak bize gelmiş olan Rasulun min indellah getirdiği şeyleri tasdikle bize emredildiği nazar-ı akliyi isti‘mal ettik. Ve aklen Peygamberin âyâtıyla sıdkına delil nasb ettiği (getirdiği) şeylere nazar ederek subutunu idrak ettik. Bunların cümlesi öyle usûldur ki: Biri münhedim olsa (yıkılsa) bütün şerai‘ batıl olur. Çünkü bütün bunların müstenid-i subutu nazar-ı aklidir. Nazar-ı akliyi şari‘ itibar ve istimalini kullarına emretmiştir. Kıyâs ise mahza (sırf) böyle nazar-i akliden ibarettir.
Artık Hak Teâlâ hazretleri ümmühât-ı din olan iş bu erkân-ı azimede nazar-ı akliyi ibaha ettiği halde kitapta, sünnette, icmada serahatine tesadüf edemediğimiz bir mesele-i fer’iyyede istimalini bizden men’ edeceğini takdir eder misin?
Kati olarak biliyoruz ki mesele-i feriyyenin elbette bir hükm-ü ilahisi, bir muayyenî vardır. Bu hükmü bilmenin tarikleri ise kitap ve sünnette sarahatin fıkdanına mebni ilca-yı zaruretle usûl-i şeriyyeden olan nazar-ı akliye müracaat ettik bu usûlün esasat-ı subutiyesini de kitap ve sünnetten ahzettik. Ve bu esasata nazaran kıyâs-ı edille-i ahkâmın usûlünden bir asl-ı müstakbel olarak kabul ettik. Maa ma fih bundan kitap veya sünette muayyen bir hükmü olmadığı surette hasrettik. Binaen aleyh yalnız bir mantukun bihde maksud-i şari’ olması baid (uzak) olmayarak meskûtun anh ile mantukun bihin beynini cem eden bir illet-i ma’kulenin vücudu halinde meskûtun anhı mantukun bihe kıyâs ile iktifa ettik.
İmdi kıyâs ameliyesine ancak mevazi-i zarurette ve aradığımız hükm-i şer‘î hakkında muayyen (s. 15) bir nass-ı mahsusa zaferyâb (muzaffer) olamadığımız takdirde tevessül ederiz. İşte şu mesele de mezhebimiz budur. Ve benim indimde kıyâsı usûl-i şer‘îyeden asıl olarak kabul edeni veya herhangi bir asıl veya furu‘da bir müçtehidi tahtie (hatalı ilan) eden, şari‘a karşı su-i edeb etmiş olur.
Zira şari‘ alelıtlak müçtehidin hükmünü tesbit etmiştir. Şari‘ ise batılı tesbit etmez. Binaen aleyh müçtehidin re’yi hak olmak lazım gelir. Ve bu müçtehide hatanın nisbeti muhalifin bu müçtehid indinde delil olması sahih olamayan delile nispeti mesabesinde olur.
Şer‘de muhti birdir ve gayr-i muayyendir. Binaen aleyh müçtehidin kavliyle amel olunmak labuddur (gereklidir). Kıyâs dahi müçtehidin kavlidir. Nefsul emirde hata bile olsa Şâri‘ bize onunla amel edilmesini emretti.
Bu babdaki beyanatımız ilmen infirat ettiğimiz (tek kaldığımız) bir meslek-i mahsusun iktizasıdır. Yoksa şahsen kıyâsa kail değiliz. Ancak sevk-i ictihad ile kıyâsa kail olanlara nazaran bu sözleri söylüyoruz. Çünkü Şâri‘ müeddâ-yı ictihad olan (içtihatla elde edilen) hükmü kabul etmiştir. İmdi muhalif insaf etmiş olsaydı bu meselede bizimle niza‘dan sükût ederdi. Zira bu mesele münaza‘un fih olmaya layık olmayacak derecede vazıhtır. İnteha.
EİMME-İ ERBA‘ANIN İCTİHAD HAKKINDAKİ HİMMETLERİ VE BAB-I İCTİHAD
Eimme-i Erbaa, edille ile hadisâtı tetkik ederek cümlesinin ahkâmını istinbata kâfî olacak usûl ve kavâid vaz‘ ettikten sonra ahkâm-ı ictihadiyelerini tedvin ve ictihadın turuk-i mahsusasını izah ve tenvir, mesail-i ictihadiyeyi tehzib ile tafsil ve cem‘ eylemişlerdir. Bu suretle mezâhib-i rabia mazbut, ıtlakatı mukayyed, umumatı muhassas şurut-i lazimesi muharrer ve muvazzah olarak vucuda gelmiş ve bu meziyet mezâhib-i erbaa haricinde kalan mezâhib-i saire-i ictihadiyyede mefkud bulunmuştur ki muteahhirinden İbnu’s-Salah bu sebepten naşi (dolayı) hakkiyyeti ve hakkıyyeti ve hakkıyla subutu ma‘lûm olamayan mezâhib-i saireyi taklitten avamın memnu‘ olduklarını (engellendiklerini) zikretmiştir.
Şüphesizdir ki bab-ı ictihad bugün açıktır. Ve hiç bir vakit kapanmamıştır ve hatta usûliyyundan Fahru’l-İslam kıyâsa muhalif olup da ravisi fekahetle (fakihlikle) müştehir (meşhur) olmayan bazı ehadise bab-ı re’y ve ictihadın büsbütün insidadı (kapanması) lazım gelmek zaruriyetiyle kıyâsın takdimine kail omuş ve İmam Malik hadis ile kıyâsın ta‘ârruzu halinde alel ıtlak kıyâsı takdim etmiştir. Ma’a hâzâ eimme-i erba‘adan sonra muşarun ileyhim ka‘binde (kabında) kavâid ve esasât-ı ictihadiyesi mazbut olmak şartıyla (s. 16) müstakil hiç bir müçtehid gelmemiştir. Eimme-i mezâhib ashabından ictihad-ı mutlak derecesine ve asıl olanların her biri taklit etmiş olduğu imamın daire-i kavâidinden huruc edememiş olmak itibariyle onun ictihadı “ictihad fil mezhep” derecesinden yukarı çıkamamıştır. İmam Malik’in ashabından İbn Kasım ile Esbağ, İmam Ebû Hanîfe’nin ashabından Ebû Yûsuf ile Muhammed, İmam Şafiî ashabından Müzenî ile Rabi‘ gibi. Eimme-i erba‘adan sonra kimse Şer-î Muhammedî cümlesinden ol babta müşarun ileyhimin kitap ve sünnetten istihrac etmemiş (çıkarmamış) oldukları herhangi ahkâmı re’sen istihraca kadir olamaz. Çünkü muşarun ileyim şer-i Muhammedinin nusûstan istihracı mümkün olan bilcümle ahkâmını istihrac etmişler ve kendilerinden sonra kimseye külfet bırakmayarak dinin ekmeliyetini izhar eylemişlerdir. İmdi muşarun ileyhimin nusûstan istihrac edememiş oldukları hangi bir hükm-i islamiyi istihrac eylemek kudretinin kendisinde mevcud olduğunu iddia eden, ahkâm-ı diniyye-i İslamiyeden olup da mezâhib-i erba‘ada mecvud olmayan hangi hüküm var ise onu ortaya koyup re’sen kitap veya sünnetten istihraç ettiğini isbat etmesini kendisine teklif ederiz.
Binaen aleyh bab-ı ictihad nazariyyeten (teorik olarak) daima küşâdedir (açıktır). Ve hiç bir nazariye hiç bir zaman için insidadını (kapatılmasını) tecviz etmez. Fakat ictihad maddeten (esasen) eimme-i erba‘aya inhisar etmiştir (özelleşmiş, bırakılmıştır).
İctihad için kavâid ve esasat lazım olup bu esasatı ise eimme-i erbaa ihzar etmiştir (hazırlamıştır). Ve onlardan sonra müçtehidim diyen ya aynı esasta müraca‘at edecek veya esasât-ı cedide ihdas eyleyecektir. Ayn-ı esasata müraca‘at ederse mertebe-i ictihattan onların mukallitliği derecesine sukut eder. Esasat-ı cedide ihdasına da imkân yoktur. Çünkü ictihad namına ilmen mutasavver (düşünülmüş) olabilen esasat dahi onların ihzar ettiği esasattan ibarettir ve ilmen başka türlü esasat ihzar (hazırlama) ve tertibi (düzenlemesi) mutasavver (düşünülmüş) değildir. Binaen aleyh (كم ترك الاول للاخر) mantukunca evvel gelen müçtehidîn ahirde gelenlere ictihad namına esaslı hiç bir iş bırakmamışlardır.
Binaen aleyh müşarun ileyhim’in mezâhibinde, hakkında nakl-i sarih bulunamayan hadisat-ı cüziyyenin (meselelerin) ahkâmı da onların kavâid-i ictihadiyesine bina suretiye tahric olunur.
MEZÂHİB-İ ERBA‘ADA RE’Y VE KIYÂS VEYA HADİSİN TAKDİM VE İTİBARI HUSUSUNDA KAVAİD VE ESASÂT-I İCTİHADİYENİN MUKAYESESİ
Mezâhib-i fıkhiyyenin esasât-ı sahihasına vakıf olmayanlar mezâhibi ehl-i hadis mezhebi ile (s. 17) ehl-i re’y mezhebi namlarıyla ikiye taksim ederek Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Malik mezhebini ehl-i hadis ve Hanefî mezhebini ehl-i re’y ve kıyâs mezhebi olmak üzere tasvir ederler (şekillendirirler). Ve her kıyâs yapanı ehl-i re’y ad ederler. Hâlbuki mezâhib-i erba‘a arasında hakikatte asla öyle bir fark ve inkısam mevcud değildir. Çünkü hedef-i itiraz ve intikad (tenkit) olan re’y, şüphesiz ki mutlaka akıl ve zekâ mahsulu olan herhangi fikir demek değildir. Zira akıl ve zekânın ulemâ-i İslamiyenin birinde mefkudiyeti (yokluğu) kâbil-i tasavvur (düşünülmesi mümkün) değildir. Keza maksud olan (hedeflenen) re’y hiçbir güna (şekilde) sünnete istinad etmeyen (dayanmayan) re’y-i şahsi de değildir. Zira bunu eimme-i müşarun ileyhim değil müslim olan ve hiç bir ferd irtikab etmez.
Keza mevzu bahis olan re’y kudret-i istinbatıyye ile kıyâs dahi değildir. Zira munhasıran ehl-i re’y olmadıkları muttefekun aleyh olan İmam Şafiî, Ahmed, İshak dahi nusûstan istinbat ve meskûtu mantuka kıyâs eylemişlerdir. Bu halde ehl-i re’y demekle ehâdis ve âsâra iltifat etmeyip mücerred mütekaddiminden birinin usûl ve kavâidine tahric-i ahkâma hasr-ı iştiğal edenler (çalışmalarını yoğunlaştıranlar) maksud olmak lazım gelir. Hâlbuki mütekaddimînin usûl ve kavâidi nusûsun ve iktizââtına, îmâât ve işârâtına Şari‘in makâsıd ve esasât-ı teşri‘iyyesine müsteniddir. Ve hep şeri‘atın ruhundan me’huz ve nurundan müktebestir (alınmıştır).
Ma‘lumdur ki Hanefîye indinde ravi-i hadis, fukâhet ve ictihad ile maruf ise hadisi alel ıtlak kabul olunur. Hâlbuki İmam Malik indinde kıyâs hadise takdim olunur. Malikiyyeden Karâfî’nin Tenķîhu’l-Fusûl’ünde “Kıyâs, İmam Malik indinde haber-i vahid üzerine mukaddemdir. Çünkü haber tahsil-i hüküm için varid olmuştur. Kıyâs kavâide muvafıktır. Zira kıyâs tahsil-i mesâlih (maslahatı elde etmek), der-i mefâsid (zararı def etmek) hikmetini mutazammındır” denilmiştir.
Hanefîye indinde bir hadis ravisi yalnız rivayet ile maruf olup fıkıh ve ictihad ile maruf olmadığı takdirde kıyâsa muvafık ise veyahut kıyâslardan birine muhalif olduğu halde diğerine muvafık ise kabul olunur. Yalnız ekyisenin (kıyâsların) cümlesine birden muhalif olur ise kabul olunmaz. Kabul olunsa bâb-ı re’yin (içtihat kapısının) büsbütün (tamamen) insidadı (kapanması) lazım gelir. Bundan dolayıdır ki Hanefîye Ebû Hureyre’nin daman-ı udvanın misil veya kıymet ile olacağına dair olup kitap, sünnet, icma ile sabit bulunan kıyâsa muhalif olan musarrat hadisiyle amel etmemişlerdir.
Bu mebhaste ashab-ı Şafiî, kıyâsın illetine nazar ederek illet, delalet hususunda habere muraccah olan (tercih edilen) bir nas ile sabit olmuş ise kıyâsın ve racih olan (tercih edilen) bir kevne nas ile olmayarak sabit olmuş ise haberin takdimine kaim olmuşlardır.
(s. 18) Hanefîye indinde adalet ve zabtı meçhul olan bir ravinin hadisini sikattan (güvenilir) bazısı kabul ve diğeri red eylediği takdirde kıyâsa muvafık ise kabul olunur. Ma’kil ibni Sinân’ın “بَرْوَع”33 hakkındaki hadisini Hazreti Ali red eylemiş ve “Abdullah ibn Mesud” kabul eylemiştir. Bu hadis Hanefîye indinde vucub-ı mehirde mevt, duhul gibi olmak dolayısıyla kıyâsa muvafık olduğundan ma‘mulun bihdir.
“Şafiiye indinde ise mehir ancak ya terazi (karşılıklı rıza) ya da kaza-yı kâzî (hâkimin hükmü) ve ya ma‘kudun aleyhin istifası (alacağın tamamını tahsil) ile vacip olabileceği cihetle kıyâsa muvafık olmadığından onunla amel olunmamıştır” ve eğer bir ravinin hadisi ahd-i selefde (selefin döneminde) şuyu‘ bulmamış ise kıyâsa muvafık olduğu takdirde yalnız Ebû Hanîfe hazretlerinin zamanında onunla amel caiz olur. Zira karn-ı tabiin (tabi‘in dönemi) olan zaman-ı mezkûrda sıdk galiptir. Karn-ı salisden (üçüncü asırdan) sonra ise ahd-i selefte ma‘ruf olmayan hadis ile amel olunmaz. Zira karn-ı salisden sonra kizb galiptir ki keyfiyet “خَيْرُ الْقُروُنِ قَرْنىِ” “Asırların en hayırlısı içinde bulunduğum asırdır” hadis-i şerifinin mantukıdır.
İmam müşarun ileyhin asrında bir mantuk-ı hadis, haberiyyet-i sabit ve sıdk-ı galip olmasına mebni müşarun ileyh indinde şahidlerin adalet-i zahiresiyle iktifa olunarak şehadet mucebince kaza caiz ve karn-ı salisden sonra olan imameyn asrında kizb galip olmasıyla adalet-i zahire ile iktifa ve bila tezkiye şehadetle kaza gayri caiz olmuştur. “Ve işte şu meselede olan ihtilaf eimme-i ihtilaf-i burhani olmayıp ihtilaf-ı zamaniden ibaret bulunmuştur.”
Tahrir’de kıyâs ile haber, beynlerini cem‘ ve tevfik kabil olmayacak surette te‘aruz ederler ise ekserin yani Ebû Hanîfe, Şafii, Ahmed indinde alel ıtlak haber takdim olunur. İmam Malik’e mensub olan kavilde kıyâs takdim olunur. Şu kadar ki müşarun ileyh mecmu‘u dört hadis olan “غَسْلُ الْاِناَءِ مِنْ وُلوُغِ الْكَلْبِ , مصَرَّاة , عَرَايا , قرعه” hadislerini bu kaideden istisna ile kıyâs üzerine takdim etmiştir.
İsa ibn Eban; ravi, ehl-i zabt olup mervisinde (rivayetinde) tesamüh (gaflet) ve tesahülden (ihmalden) muhteriz (sakınan) ise onun haberi kıyâs üzerine takdim olunur. Bunun aksine ise mesele içtihada tabi olur demiştir.
Fahrul İslam; ravi Hulefa-ı Raşidin gibi müçtehidinden ise onun haberi kıyâsa takdim olunur. Ve eğer yalnız zabt ve adaletle meşhur olup da fukahet ve içtihad ile meşhur değilse (s. 19) aslolan onun haberiyle amel olunmak ve haberi terk olunmamaktır. Meğer bil umum kıyâsata muhalif olması suretiyle bab-ı re’y ve kıyâsın büsbütün insidadı (kapatılması) zarureti hâsıl olup da terkini mucib ola demiştir.
İşte eimme-i erba‘anın usûl-i ictihad hakkındaki mezâhibini muarref olan şu izahat-ı beyanat-ı sahibinin “mezheb-i Hanefî’nin mezâhib-i saire-i İslamiyeden kıyâsât-ı mantıkaya müstenid olduğunu beyan zımnında mezheb-i müşarun ileyhde alel ıtlak kıyâsın, kitap veya sünnete tercih olunduğu noktasına ma‘tuf olan imaatının (işaretlerinin)” kıymet-i ilmiyesini meydana çıkarmağa kâfidir. Binaen aleyh mezâhib-i fıkhıyye meyanında mezheb-i Hanefî, kavâid-i ictihadiyesi en çok hadise ehemmiyet atfeden bir mezheptir ki bu hususta İmam Malik ve İmam Şafii, mezheplerinden iftirak etmektedir.
Şu kadar ki İmam Ebû Hanîfe bulunduğu asr-ı tabi‘inde Irak ikliminde meşhur olan fukaha-yı tabi‘in arasında maruf olmayıp ya sonraki asırlarda veya Hicaz ve Medine ve Şam havalisindeki fukaha arasında maruf olan bazı ehadis ile amel etmemiştir. Bundan müşarun ileyhin hadisi görüp sıhhatine kani‘ olduğu halde onu terk ile kıyâsât ve usûl-i kavâid ile amel etmiş olduğu neticesi çıkmaz.
Bizzat İmam Ebû Hanîfe hazretleri; “Biz zarureti şeriyye olmadıkça kıyâsa tevessül etmeyiz şöyle ki evvela meselenin kitapta, sünnette, sahabenin hükümlerinde delilini ararız eğer bulamaz isek beynlerinde (aralarında) bulunan illet-i cami‘aya binaen meskûtun anhı mantukun bihe kıyâs ederiz” demiştir.
Yine imam muşarum ileyh “ماَجاَءَ عَنْ رَسوُلِ اللهِ صَلىَّ اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَعَلىَ الرَّأْسِ وَالْعَيْنِ بِاَبىِ هُوَ وَ اُمىِّ وَلَيْسَ لَناَ مُخاَلَفَتَهُ وَماَجاَءَ عَن اَصْحاَبِهِ تَخَيَّرْناَ وَماَجاَءَ عَنْ غَيْرِهِمْ فَهُمْ رِجاَلٌ وَنَحْنُ رِجاَلٌ” buyurmuştur. Yani Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemden vurud etmiş olan bir hadis-i şerif baş ve göz üstünedir. Ona anam babam fedadır ve ona muhalefete haddimiz yoktur. Ashabından gelmiş olursa onda hakk-ı ihtiyar ve tercihimiz vardır. Ve onların gayrilerinden gelmiş olursa ol gayriler ricaldirler biz dahi ricaliz.
Balada zikr olunduğu (yukarıda geçtiği) üzere kıyâs, hazret-i imama mahsus birşey de değildir. Belki ulema-yı mezâhibin cümlesi zik-ı ahvalde (zor durumlarda) bir meselenin hükmünü kitapta, sünnette, akzıye-yi sahabede (sahabe hükümlerinde) (s. 20) bulamadıkları takdirde kıyâs etmişlerdir. Ulema-yı müşarun ileyhimin mukallidleri de hiç bir itiraza uğramaksızın böylece kitapta sünnette, icma‘da akziye-i sahabede (sahabe hükümlerinde) delilini bulamadıkları meselenin hükmü için kıyâs edegelmişler ve belki kıyâsı, edille-i erba‘anın dördüncüsü ad etmişlerdir (saymışlardır). İmam Şafii dahi mesele hakkında delil bulamaz isek onu diğerine kıyâs ederiz demiştir. İnteha (bitti).
Şeyh Muhyiddin Arabî: Futuhat-ı Mekkiye’de İmam Ebû Hanîfe’ye muttasıl olan senediyle rivayet etmiştir ki imam muşarun ileyh “ اياكم والقول في دين الله تعالى بالرأى و عليكم باتباع السنة فمن خرج عنها ضل” “Din-i ilahide re’y ile söz söylemeden hazr ediniz (sakınınız). İttiba-ı sünnete i‘tina ediniz. Çünkü sünnetten ayrılan dalalate düşer. Yine İmam müşarun ileyh “اياكم و آراء الرجال” yani آراء ara-i ricalden hazr ediniz der idi. “ عليكم بآثار من سلف واياكم و رأى الرجال و ان زخر فوه بالقول فان الامر ينجلى حين ينجلى وانتم على صراط مستقيم” “وايكم والبدع و التبدع والتنطع و عليكم بالامرالعتيق” sözleri dahi müşarun ileyhin sünnet ve asar-ı selefe fart-ı i‘tinasını (aşırı özenini) gösteren akval-i aliyesindendir.
İmam Şarani Mizan-ı Kübra’sında; “Ben Edilletü’l-Mezâhib namındaki eserimi telif ederken İmam Ebû Hanîfe ile ashabının akvalini birer birer tetebbu‘ ettim (inceledim) ne müşarun ileyhin ne ashabının akvalinden ya bir ayete ya bir hadise ya bir esere ya bunlardan birinin mefhumuna ya tarikleri çoğalarak kuvvetlenmiş olan bir hadis-i zaife veya bir asl-ı sahiha bina olunmuş bir kıyâs-ı sahiha müstenid olmayan (dayanmayan) hiçbir kavl (görüş) göremedim. Bu hakikate re’yel ayn vakıf olmak isteyen zikr olunan eserimi mutalaa etsin” demiştir. Ma‘a hâzâ İmam Şafii’nin mukallidlerinden iken mezheb-i Hanefîye tahavvul etmiş olan İmam Tahavi Şerhu Ma‘ani’l-Asar’ında hakikat-ı mezkuriyeyi en büyük bir salahiyet-i fıkhıyye ile izah ederek mezheb-i Hanefî’nin bütün muarızlarını iskat etmiştir (susturmuştur). Mezheb-i Hanbelî de gayet vasi (geniş) ma‘lumat ve tedkikatıyla meşhur olup beynel Hanabile Şeyhu’l-İslam ünvanını ihraz etmiş (kazanmış) ve bütün mezâhib ve ulum-i İslamiyede müceddidane bir hareket-i azime ihrasına (bekçiliğine) teşebbüs etmiş olan İbn Teymiye her mezhep hakkında şiddetli tenkidat ile idare-i kalem etmiş iken “رفع الملام عن الائمة الاعلام” namıyla meşhur olan risale-i mahsusasında “Bilinsin ki ümmet nezdinde kabul-i ammeye mazhar olan eimmeden hiçbiri büyük küçük hiçbir sünnet-i nebeviyyeye muhalefeti ta‘ammüd edemez. Çünkü eimme-i müşarun ileyhim Rasulullah’a ittiba‘ın vucubuna ve herkesin bazı kavli (s. 21) ahz ve bazı kavli terk olunup yalnız bir Rasulullah sallallahu teala aleyh ve sellem Efendimizin bil umum akval-i seniyeleri ahz olunacağına ittifak etmişlerdir. Şu kadar ki eimmeden birinin hilafına hadis-i sahiha dest-res (kuvvetli) olunan bir kavli görüldüğü halde mutlaka imam müşarun ileyhin hadis-i mezkûr ile amel eylememekde bir özrü vardır. A‘zarın cümlesi üç sınıftır. 1. Ol imamın bizzat Rasulullah sallallahu aleyh ve sellem Efendimizin ol hadisi söylemiş olduğunu, 2. Mesele-i müçtehedün fîhânın mervi olan hadis-i nebevi ile murad olduğunu itikad etmemesi 3. Hadis-i mervinin beyan edildiği hükmün diğer bir delil-i şer‘i ile mensuh olduğunu itikad etmesidir. Dedikten sonra esnaf-ı mezkurenin esbab-ı müteaddideye müstenid olduğunu beyan ile esbabı tafsil ve mezâhib-i eimmede bazı ehadis ve asar ile amel olunmayıp kıyâs ile amel olunması meselesini tamamıyla hal eylemiştir.
İmam Tahavi Şerhu Ma‘âni’l-Âsâr’da herhangi bir meseleyi tetkik ederken “من حيث النظر و من حيث الاثر” diyerek yazdığı izahât-ı vasi‘â-i ictihadiye bast eylediği (açıkladığı) ihticâcât-ı bâri‘a-yı burhaniye (açık, mükemmel delillerle) İmam Ebû Hanîfe etba‘ı olan fukahanın imam müşarun ileyhin asrında ma‘ruf değil iken karn-ı salisten sonra iştihar etmiş (meşhur olmuş) olan ehâdis ve âsâr ile amel etmeyip yine imam müşarun ileyhten menkul olan kıyâsât ve usûl ve kavâid-i mezhebiye üzerine tahric-i mesaile (meselelerin hükmünü çıkarmaya) devam etmiş olduklarına dair olan mülahazatı (düşünceleri) da en katı‘ bir belağat-ı fakihane ile red eylemiştir.
Binaen aleyh artık mezâhib-i fıkhiyye meyanında mezheb-i Hanefî’nin kıyâsât-ı mantıkıyyeye müstenid ve hadis ve esere gayr-i mültefit olduğu meselesi kalmamıştır.
Ma‘lûmdur ki her hadis bilen müçtehid olamaz. Müçtehid başka, muhaddis başkadır. Nitekim her hafız-ı Kuran da müçtehid olamaz, o sade hafızdır.
Müçtehid cemi-i medârik-i şer‘i muhit, bunlara nüfuz edecek zekâ ve nazar-ı fıkhiyye malik olmak şarttır.
Müçtehidin nusûs-ı şer‘iyyenin (şer‘î nassların) menatıklarını tabir-i diğerle müstenid oldukları (dayandıkları) ilel (illetler) ve esbabı (sebepleri), bu ilel ve esababın da mübtenî bulundukları (üzerine bina edildikleri) hikmet-i teşri‘î ile makâsıd-ı Şari‘î, bilmesi ve takdir etmesi şarttır. Binaen aleyh fakihu’n-nefs (kavrayış sahibi) olması labüddür (lazımdır). Hikmet-i teşri‘î, makâsıd-ı Şari‘î bilmeyen ve ictihadât ve istinbatâtında onları nazar-ı i‘tibara almayan veya almasını bilmeyen bir hafız-ı hadisin ictihadât-ı alel ekser hatadan salim olamaz. Makâsıd-ı şerî‘adan mütebâid (uzak), hikmet-i (s. 22) teşri‘iyeye munakız (aykırı) olur. Sadece ehl-i hadis olan bir kimse delailin (delillerin) tesadüm (çarpışma) ve tearuzu (zıtlığı) halinde yüksek bir kudret-i ilmiye ile vücuh-ı tercihe (tercih şekillerine) vakıf olmaz ise hayrette kalır.
İşte fıkha müntesib olmayan ashab-ı hadisin çoğu böylece fakâhet-i nefsiyeye malik değillerdir. Bu zevat, fukahanın bilmediği nice hadisleri bilirler. Lakin fıkıh gibi ehâdîsin me‘âni-i şeriyyesine, menatât-ı teşri‘iyyesine (yasama sebeplerine) nüfuz edemezler. Fukaha, ehadisi onlardan ahzederler (alırlar) onların ehadisden istihrac edemedikleri (çıkaramadıkları) ahkâmı istihrac ile yine onlara izah ederler.
Devr-i tabi‘inde eimme-i hadisten İmam A‘meş ile eimme-i Hanefî’den İmam Ebû Yûsuf arasında cereyan eden hadise-i meşhura (meşhur olay) bu halin şevâhidindendir (şahitlerindendir).
Şöyle ki; İmam A‘meş İmam Ebû Yûsuf’tan bir meselenin hükmünü istifsar eylemesi (sorması) üzerine müşarun ileyhin verdiği cevabı A‘meş kabul ve istihsan ederek nereden ahz eylediği sualine cevaben Ebû Yûsuf, “Senin bana rivayet ettiğin hadisten” der ve hadis-i şerifi okur. Bunun üzerine A‘meş, “Ben bu hadisi sen dünyaya gelmeden evvel ta‘allüm ettiğim (öğrendiğim) halde bu güne kadar manasını anlamamış idim” der.
“نضر الله امرأسمع مني مقالة فوعاها ثم اداها كما سمعها فرب مبلغ اوعى من سامع”
“فرب حامل فقه غير فقيه و رب حامل فقه الى من هو افقه منه” وفي رواية
“يحمل هذا العلم من كل خلف عدوله ينفون عنه تحريف الغالين و انتحال المبطلين وتأويل الجاهلين”
Hadis-i şerfleri mertebe-i fakahetin derece-i tahdise tefevvükünü (üstünlüğünü) ve emanet-i ilim ve dinin fukahaya mevdû‘ bulunduğunu (emanet edildiğini) izah etmiştir.
İmdi ictihad da hıfz-ı hadis, rivayet, fakahet dahi dirayettir. İstinbat-ı ahkâmda rivayetsiz dirayet muteber olamayacağı gibi dirayetsiz rivayet dahi kâfi değildir
Fahrul İslam Pezdevi’nin Usûl’ünde İmam Muhammed’in Edebü’l-Kâzî’sinden naklen لا يستقيم الحديث الا بالرأى ﻻﻳﺴﺘﻘﻴﻢ ﺍﻟﺮﺃﻱ ﺇﻻ ﺑﺎﻟﺤﺪﻳﺚ ﺣﺘﻰ ﺃﻥ ﻣﻦ ﻻﻳﺤﺴﻦ ﺍﻟﺤﺪﻳﺚ ﺃﻭ ﻋﻠﻢ ﺍﻟﺤﺪﻳﺚ ﻭﻻ ﻳﺤﺴﻦ ﺍﻟﺮﺃﻱ ﻓﻼ ﻳﺼﻠﺢ ﻟﻠﻘﻀﺎء ﻭﺍﻟﻔﺘﻮﻯ” denilmiştir.
Dostları ilə paylaş: |