Seyyid mehmed nesîB’İn hanefi mezhebi MÜdafasi yrd. Doç. Dr. İsmail BİLGİLİ1 Özet



Yüklə 261,83 Kb.
səhifə2/4
tarix02.11.2017
ölçüsü261,83 Kb.
#26664
1   2   3   4

SONUÇ

Mecelle’nin hazırlandığı, yürürlüğe girdiği ve lağv edildiği döneme tanıklık eden Nesib Efendi, Mecelle’nin tadiline yönelik özellikle dönemin günlük gazetelerinden Vakit’te Hukuk Fakültesi müderrislerinden Yusuf Ziya Bey’in beyanatı olarak yayımlanan “Bazı hükümlerin ilavesiyle Mecelle’nin ta’diline imkân yoktur” iddialarına yer verdiği, “Kânûn-i Medenimiz Nasıl Ta’dîl Olunmalıdır?” başlıklı yazıya geniş açıdan yaklaşmak suretiyle cevap niteliğinde “Fıkh-ı Hanefînin esasâtı ve kıyas ve deyne müte‘allık mesâil” isimli eserini yazar.

Nesib Efendi bu iddiaları cevaplarken Avrupa kanunları ile gerek Mecelle ve gerekse Mecelle’nin kaynağı olan Hanefi fıkhı arasında iki açıdan esaslı fark olduğuna dikkat çeker. Hanefi fıkhının gerek diğer mezheplerden, gerekse Avrupa medeni kanunları hükümlerinden ayrıldığı noktalardan birinin adalet, hakkaniyet, kamu yararı (maslahât-ı âmme) esaslarından ziyade Hanefi fıkhında mantıki kıyas ve istihsanın yer alması olarak belirler. Hanefi fıkhında kullanılan mantıki kıyasın, yerinde bir uygulama olduğunu da borcun ödenmesi meselesiyle açıklar.

Nesib Efendi’ye göre asıl konu Mecelle’nin tadiline yönelik değerlendirmeler olması gerekirken eleştirel anlamda yapılan açıklamalarda Mecelle bırakılarak Mecelle’nin kaynağı olan Hanefi mezhebi ve mezhebin esasları hedef alınmakta; bu şekilde de Mecelle’de bulunmayan bazı kaide ve konular ile özellikle de kıyas ve istihsan aleyhine gündem oluşturulmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki yapılması gereken şeyin Mecelle’nin tadiline ilk önce yürürlükteki medeni kanunun dayandığı esasların tespit edilmesiyle başlanması sonra da bunların yerine başka esasların konulmasının gerekip gerekmeyeceğinin kararlaştırılması gerekirdi.

Osmanlı Devlet anayasası İslam’ın hükümlerine mutabık olması şarttır. Devlet insanların işlerine en kolay gelen ve zamanın ihtiyaçlarına en uygun fıkhî ve hukuki hükmü alması gerekirki bu bir anayasa emridir. Devlet başkanı olan halife, içtihadı gerektiren konularda müçtehitlerin içtihatlarından birini tercih ettiğinde halkın onunla ameli zorunlu hale gelir.

Hanefi mezhebi, İslam mezhepleri içerisinde ilk önce oluşan ve etkisi daha kapsamlı olan bir mezheptir. Mezhebin esasa yönelik yaklaşımları ve mantıki kıyasa verdiği önem sebebiyle bilinmesi ve bilenlerin de bunu açıklamalarla bildirmesi gerekir. Müçtehit olmayan birinin herhangi bir müçtehidin içtihadıyla fetva verebilmesi için hükmün kaynağına vakıf olması gerekir. Bu şartı taşımayan kişinin fetva vermesi uygun değildir.

Kesin, katî delil üç kısımdır. Bunlar katî nass, icma ve yakin ifade eden akli delil/burhandandır. Aklın kesin bir şekilde onayladığını din onaylar; dinin onayladığı bir hükmü de akıl mutlaka onaylar. Taabbüdi olmayan hükümler talili yani akılla kavranabilir olup bu bağlamda Din asla akla aykırı hüküm koymaz.

İçtihat, şerî hüküm hakkında hata ihtimaliyle beraber zannı galiptir. İçtihatla elde edilen hükümlerin hak ve adalete aykırı olduğunu söylemek kesinlikle mümkün değildir. Dört fıkıh mezhebinin kesinlikle hata ettiklerini, hak ve adalete aykırı olduklarını iddia etmek doğru değildir. Zira bu mezhepler kitap, sünnet, ümmetin icma‘ı ve fakihlerin kıyasına dayanmışlardır. Eleştiri konusu yapılan Hanefi mezhebinin içtihat olan zanni hükümlerinin geneli kıyasa değil doğrudan doğruya nasslara dayalıdır. Ayrıca Hanefi mezhebi’nin zanni hükümlerinden kıyasa dayalı olanları ise mantıki kıyaslara değil, fıkhî kıyaslara dayanmaktadır. Fıkhî kıyas da nasslar hükmündedir. Zira kıyas fıkhen nassların hükmünü alır. Ayrıca bir meselenin hükmü hakkında özel bir nass bulunmadığında kıyasa müracaat edilir.

Mantıki kıyas ile fıkhi kıyas arasında farklar vardır. Mantıki kıyasta önermeler bulunduğu halde fıkhi kıyasta önermelerin bulunması şart değildir. Bununla birlikte mantıki kıyas şerî hükmün izahında katkı sağlayabilir. Mantıki kıyasın fıkıhla ilgisini tespit ve takdir etmek için de fıkıh usulü ilmini kavramak gerekir. Mantıki kıyas, aklın tabii ameli olmakla beraber her mantıki kıyas mutlak adalet ve hakikat olmayabilir.

Kanunlar menşe itibariyle ilahi ve beşeri kısımlarına ayırır. İlahi kanunların tamamı insanın maslahat ve saadetini hedeflediği için bizzat akıl ve mantığın gereğine uygundur. Beşeri kanunların ise akıl ve mantıktan başka bir kaynağı olmadığından mutlak anlamda adaleti ifade edemez. Mutlak adalet, mutlak hakkaniyet ve kamu yararını sadece beşerin küçük dimağının faaliyetinden elde etmek mümkün değildir, zira akıl bunları tam anlamıyla kuşatamaz. Beşer aklı, bir işin bir açıdan maslahatını görürken diğer bir açıdan zararını gözden kaçırabilir. Beşer aklı dini hükümleri anlamaya elverişli olduğu halde onlara hâkim değildir. Allah’ın hükümleri ise her türlü dış etkenlerden uzak mutlak anlamda adalet ve maslahattır. Hikmeti de bir maslahatı elde etme veya bir zararı uzaklaştırmaya yöneliktir.

Dört fıkıh mezhebi, içtihat yollarını belirleyip fıkıh kitaplarında tedvin ettiler. Diğer mezheplerde bu özellik bulunmadığından insanların onları taklid etmesi uygun değildir. Dört imamdan sonra onların seviyesinde müstakil müçtehit gelmemiştir. Mutlak müçtehit seviyesine ulaşanlar da mezhebi içerisinde içtihatta bulunmuşlardır.

İçtihat kapısı hiçbir zaman kapanmadığı gibi günümüzde de şüphesiz açıktır. Fakat içtihat esas itibarıyla dört imamın usulleriyle sınırlıdır. Zira içtihat için gerekli olan esasları dört imam hazırlamıştır. Sonraki dönem müçtehitleri de bu esaslar vasıtasıyla içtihat ettiler ve edeceklerdir. Sonuç itibariyle içtihat usulleri zaten belirlenmiş ve uygulanmış olduğundan yeni içtihat usulleri icat etmek mümkün değildir.

Hanefi mezhebi kıyası kitap veya sünnete tercih etmemiş tam aksine fıkıh mezhepleri içinde hadislere ençok önem veren mezhep Hanefi mezhebidir. Bununla birlikte Ebu Hanife’nin içinde bulunduğu tabiin asrında Irak bölgesinde bilinmeyen bazı hadislerle amel etmemiş olabilir. Bundan Ebu Hanife’nin sahih kabul ettiği halde bazı hadislerle amel etmemiş, kıyas ile amel etmiştir sonucuna varılamaz. Zira bizzat Ebu Hanife, “Biz şerî bir zaruret olmadıkça kıyasa müracaat etmeyiz. Meselenin hükmünü kitap, sünnet ve sahabede bulamazsak aralarındaki ortak illet sebebiyle hakkında hüküm verilmeyeni, hükmü verilene kıyas ederiz” demiştir.

Her Kur’an hafızı müçtehit olmadığı gibi her hadis bilen de müçtehit değildir. Müçtehit ile muhaddis ayrıdır. Hadisleri kullanabilmek için dirayet de gereklidir. Bununla birlikte hüküm çıkarmada rivayetsiz dirayet muteber olmadığı gibi dirayetsiz rivayet de yeterli değildir. Fıkıh mezhepleri de İslam dininin yolları olup İslam’ın nurunu yayan vasıtalardır. İlim ve din de fakihlere emanet edilmiştir.

Müçtehidin asıl vazifesi, şeriatın maksadını ve ona dayalı hükümleri ortaya çıkarmaktır. Bu sebeple müçtehitlerin fıkhî görüşlerinin tamamı kanun koyucu Şarî’e izafe edilmiştir. Şarî’ de içtihadın netice itibariyle kendisine döneceğinden hürmet edilmesini emretmiş bu amaçla isabetli olmayan içtihadı bile mükâfatlandırmıştır. Peygamberler hüküm koymada Allah’ın şahitleridir. Müçtehitler de Peygamberlerin vekilleri olmakla bizzat ilahi şahitler kabul edilmiştir.

Mecelle’nin başında yer alan külli kaideler, Hanefi mezhebinin hak ve adalete, kamu yararına ve özellikle de akit yapan tarafların amacını gerçekleştirmeye elverişli olduğunu ispat için yeterlidir. Bu kaidelerin bir kısmı kitaptan, bir kısmı sünnetten, bir kısmı da selefin görüşlerinden elde edilmiştir.

FIKH-I HANEFÎNİN ESASÂTI VE KIYÂS VE DEYNE MÜTE‘ALLIK MESÂİL” ADLI ESERİN LATİN HARFLERE AKTARILMASI

Bu kısımda eserin birinci bölümünün latinizesi yer alacaktır. Metnin anlaşılmasına katkı sağlaması amacıyla parantez içi kısa açıklamalara da yer verilecektir.

Müellif eserine “Mecelle’nin Ta’dîli Münasebetiyle İzahat /Mecelle’nin Düzeltilmesi Sebebiyle Açıklamalar” başlığıyla başlayarak Mecelle ile Avrupa kanunları arasındaki belirgin iki farka yer verir.
(MECELLE’NİN TA’DÎLİ MÜNASEBETİYLE)

ÎZÂHÂT

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidi’l mürselîn ve alâ âlihî ve sahbihî ecmain.

Eyyâm-ı âhirada (son günlerde) kanûn-i medeniyyemiz olan Mecelle’nin ta’dili (düzenlenmesi) münasebetiyle gerek Mecelle ve gerek onun me’hazı (kaynağı) olan Fıkh-ı Hanefî (Hanefî fıkhı) hakkında muhtelif gazetelerde mütenevvi’ (çeşitli) beyânât (açıklamalar) neşrolunmuş (yayınlanmış) idi. Bunlardan bilhassa Vakit gazetesinin, biri 9 Teşrîn-i Evvel sene 1336 ve diğeri 11 Teşrîn-i Evvel sene 1336 tarihli 1018 ve 1020 numaralı nüshalarında münderic (yer alan) beyânât (açıklamalar) câlib-i dikkat (dikkat çekici) ve mûcib-i izah (izahı gerekli) görüldüğünden bu beyânâtta mevzu-u bahis (söz konusu) olan noktalar hakkında icab eden izâhât-ı ameliyenin tahririne (yazılmasına) müsâra‘at (hızlıca teşebbüs) olundu.

1018‘nci nüshada -Mecelle’nin esasları ve esasların mukayesesi- bahsinde ve Avrupa kanunlarına göre “fark nerelerde” ünvanının altında -Mecelle komisyonunun vazifesi Mecelle ta’dilinden ibaret olunca evvel emirde kanun-i medeniye-i hâzıramızın (mevcut medeni kanunumuzun) müstenid bulunduğu (dayandığı) esâsât-ı evveliyeyi zâhire (ortaya) çıkararak bunların yerine başka esâsâtın vaz’ı (konulması) lâzım gelip gelmeyeceğini kararlaştırmak iktizâ eder (gerekir). Bu nokta-ı nazardan icra-yı tedkîkât olunduğu (incelendiği) surette Mecelle ahkâmıyla Avrupa kanunları ahkâmı beynindeki (arasındaki) tefâvütün (farkların) başlıca iki sebepten ileri geldiği görülür. Bunlardan birincisi ahkâm-ı medeniyemizden bir kısmının sırf esâsât-ı mantıkıyyeye (akli esaslara) müstenid (dayalı) bulunmasıdır. Ve bu sebep kadîm (eski) olup fıkh-ı Hanefî’nin mezâhib-i sâire ahkâmıyla tefâvüt etmesinin en mühim sebebi olduğu zannındayım.



Birinci Sebep: Ahkâm-ı medeniyemizin müstenid olduğu fıkh-ı Hanefî’nin gerek sâir mezahipten (diğer mezheplerden) ve gerek Avrupa kavânin-i medeniyesi (medeni kanunları) ahkâmından (hükümlerinden) ayrıldığı bazı nukâtta (noktalarda) adl (adalet) ve hakkâniyet ve maslahat-ı âmme (kamu yararı) esaslarından ziyade (daha fazla) kıyâsât-ı mantıkiyyenin (akli benzetmenin) yer tuttuğu görülür.

(3) Adl ve hakkâniyet ve menâfi-i umumiye (kamu yararı) esaslarının ahkâm-ı Hanefî’de dahi mündemic olduğu (yer aldığı) ve bu itibar ile mezkûr esâsâtın eimme-i Hanîfe hazeratınca (Hanefî imamlarınca) dahi makbûl tutulduğunda (kabul gördüğünde) şüphe yok ise de ekser-i ahkâm-ı feriyyede (ferî hükümlerin çoğunda) bu esâsâttan tebâ‘üd edilmiş (uzaklaşılmış) ve bunlara yalnız mantık hâkim kılınmıştır. Nitekim bir hakikât-ı ilmiye (ilmi bir gerçek) emsile-i âtiye (aşağıdaki örnekler) ile tavazzuh eder (anlaşılır).

1- “Duyûn (borçlar) emsâliyle (benzerleriyle) kaza olunur (ödenir). A’yanı (bizzat kendisi) ile edâ olunmaz” kâidesine göre bizde tediye (ödeme) zimmetin beraatını îcâp etmez (gerektirmez). Bu kâide eda (ödeme) ile beraat-ı kat’ıyye (kesin kurtuluş) istihsâline (elde edilmesine) müsâit (elverişli) değildir. Ve adl ve hakkâniyet ve maslahât-ı âmme esaslarına değil, sırf mantıkî bir esasa müsteniddir ki o da deynin zimmette sabit bir vasf olup vasfın ise mevsûf ile kâim ve ancak mevsûfun zevâliyle (giderilmesiyle) zâil olabilmesidir. İşte bu esas-ı mantıkıyyeye göre deyn edâ (ödeme) ile sâkıt olmaz (düşmez), dâin istîfayı (alacağını tamamen almayı) matlûp ettiği (istediği) surette medyûnun (borçlunun) evvelce (önceden) te’diye ettiği (ödediği) şeyi istirdâde (geri almaya) salâhiyyetdâr (yetkili) olmak iktizâ eder (gerekir) ki bu netice-i mantıkıyyenin gerek maksad tarafına gerek îcâb-ı muadelete (denkliğin, eşitliğin gerekliliğine) muğayir (aykırı) olduğu bedîhidir (gayet açıktır).

2- Sâlifü’z-zikr (yukarıda geçen) esas-ı mantıkıyyenin diğer bir neticesi olarak bize deynin (borcun) medyûnun ma‘adasına (borçludan başkasına) temlîki câiz değildir. İş bu kâide-i mantıkıyye yerine menâfi-i umumiye (kamu yararı) esası nazar-ı itibâra alınırsa deynin âhara (bir başkasına) temlîkini tecvîz etmek (onaylamak) lazım gelir (gerekir).

Kıyâs ve İstihsân: Elhâsıl (kısacası) ahkâm-ı Hanefîyye’nin (Hanefî hükümlerinin) birçoğu “kıyâsa muvâfık” ta’bîr edilerek mevzu’ (konu) bazı esâsâttan istihrâc edilmiş (çıkarılmış) netâic (neticeler) mahiyetinde olup ancak maslahat-ı âmmeye muğâyeratı (aykırılığı) görülmüş olan bazı netâic-i mantıkıyyemantıkıyye terk olunarak yerlerine “istihsân” ta’bir olunan maslahata muvâfık (uygun) ahkâm vaz’ olunmuştur (hükümler konulmuştur). Avrupa kavanîn-i medeniyesi ahkâmı ise mücerred (sadece) adl ve hakkâniyet ve menâfi-i âmme esâsât-ı evveliyesine müsteniden (dayanılarak) vaz’ edilmiş (konulmuş) diğer bir kaim esâsât-ı umumiye mevcuddur.

Şu sözlerin mutâlaasından müstefâd oluyor (anlaşılıyor) ki saded-i bahs (asıl konu) ve mekâl-ı kanun-ı medenî olan Mecelle’nin ta’dîline (düzeltilmesine) ait iken beyânâtta (açıklamalarda) zât-ı Mecelle (Mecelle’nin kendisi) terk olunarak ânın menbeî (kaynağı) olan fıkh-ı Hanefî ile bunun esâsâtına sırf anân-ı kelâm (söz bulutları) ve bu meyanda Mecelle’de mevcûd olmayan bazı kavâid ve furû’ ve bâ husus (özellikle de) kıyâs ve istihsân ile iştiğâl olunmuştur.

Beyânâtın sarâhatine göre “Mecelle komisyonunun vazîfesi Mecelle’nin ta’dîlinden (düzeltilmesinden) ibaret olunca evvel emirde (ilk önce) kanun-i medeniye-i hâzırımızın müstenid olduğu esâsât-ı evveliyeyi zâhire (açığa) (4) çıkararak bunların yerine başka esâsâtın vaz’ı (konulması) lâzım gelip gelmeyeceğini (gerekip gerekmeyeceğini) kararlaştırmak iktizâ eder (gerekir).” Ahkâm-ı medeniyyemizin müstenidi olan fıkh-ı Hanefî’de gerek sair (diğer) mezâhipten ve gerek Avrupa kavânîn-i medeniyesi ahkâmından ayrıldığı bazı nukâtta (noktalarda) adl ve hakkâniyet ve maslahat-ı âmme esaslarından ziyade kıyâsât-ı mantıkıyyemantıkıyye (mantıkî kıyâslar) yer tutmuştur. Avrupa kavânîn-i medeniyesi ahkâmı ise mücerred adl ve hakkâniyet ve menâfi’-ı âmme esâsât-ı evveliyesine müsteniddir. Binâen aleyh kanun-i medeniye-i hâzırımızın zâhire (ortaya) çıkarılan esâsât-ı mantıkıyyesini ve ona müstenid olan ahkâm-ı mevcudeyi (mevcut hükümleri) terk ile mücerred (sadece) adl ve hakkaniyet ve menâfi-i amme esâsât-ı evveliyesine müstenid ecnebi esâsât ve kavâid-i cedîdenin (yeni kanunların) vaz’ı lâzım gelir. İşte beyânattan (açıklamalardan) zâhire (ortaya) çıkan mana budur.

Kânun-i esâsîmizin (anayasamızın) üçüncü maddesinde “Zât-ı hazret pâdişahı hîn-i cülûslerinde (tahta oturduklarında) meclis müctemi’ (toplanmış) değil ise ilk ictima’ında (toplantısında) şer-i şerif ve kânun-i esâsî (anayasa) ahkâmına (hükümlerine) riayet ve vatan ve millete sadâkat edeceğine yemin eder.”

Dördüncü mâddesinde zât-ı hazret-i pâdişahı hasebil hılâfe din-i İslâm’ın hâmîsi ve bi’l cümle teba‘a-ı Osmaniyye’nin hükümdâr ve pâdişahıdır.

Ve hukuk-i mukaddese-i pâdişahiyi ta’dad eden (sıralayan) yedinci mâddesinde “Her nev’ (türlü) kavânin teklîfî (kanunların teklifi) ahkâm-ı şer’iyye (şer’î hükümler) ve kanuniyyenin muhâfaza (koruma) ve icrası (yürütmesi).”

118’inci mâddesinde kavânîn ve nizâmâtın tanzîminde (düzenlenmesinde) muamelât-ı nâsa (insanların işlerine) erfak (en kolay) ve ihtiyacât-ı zamana evfak (zamanın ihtiyaçlarına en uygun) ahkâm-ı fıkhıyye ve hukukiyye ile adâb ve muâmelat esas ittihâz kılınacaktır (alınacaktır).



Ve 115’inci mâddesinde “Kânûn-i esâsiyyenin (anayasanın) bir maddesi bile hiçbir sebeb ve bahane ile ta’dîl veya icrâdan (yürütmeden) iskât edilemez (çekilemez)” denilmiş olmasına nazaran (bakarak) kavânîn ve nizâmâtın tanzîminde ahkâm-ı fıkhiyyeye vücub-i müraâ’tın (gözetilmesi gereğinin) derecesi âşikâr bulunmuş ve kânûn-i esâsîmizin sâlifü’z-zikr üçüncü mâddesinden itibaren ta’dad olunan (sıralanan) her bir maddesinin her bir cümlesi ol bâbta itnâb-ı kelâm (ayrıntılı açıklama) külfetini külliyen iskât eylemiştir. Hususiyle (özellikle) mesâil-i ictihâdiye diye de (içtihat konularına da) imamü’l-müslimîn hazretleri müçtehidîn (müçtehitler) seleften herhangi bir müçtehidin kavliyle amel edilmesini emrederse onunla amelin vâcip olacağını mu’teberât-ı fıkhıyyede ve onlardan naklen Mecelle’nin esbâb-ı mûcibe (gerektiren sebepler) mazbatasıyla (kararnamesiyle) 1801’inci maddesinde musarrah olmasına (açıklanmasına) göre ba’de ma mesâil-i içtihadiyenin umumunda veya bazısında mezâhib-i ma’lume-i fıkhiyyeden herhangi birine tehavvül olunması (dönmesi) ve yahut da hulefâ-yı Abbasiye devrinden beri makam-ı hilâfet azmi (niyeti) olan memâlik-i İslamiyenin ekserîsinde esas kavânîn-i devlet ve rehber-i muâmelât ve hükümet olarak (5) mer‘î olagelen (gözetilen) mezheb-i Hanefî ile kemâ kân (olduğu gibi) amele devam edilmesi imâmu’l-müslimîn olan zat-ı satve de sıfât-ı cenâb-ı hılâfet penâhîye âit hukuk-ı âliyedendir. Yalnız mezâhib-i fıkhıyye-i İslâmiyenin akdem (daha önce) ve a’zami (daha büyüğü) olan mezheb-i hanefîde kıyâsat-ı mantıkıyyemantıkıyyenin hâkim ve hak ve ald ile mesâlih-i âmmenin ma’zûl olduğu (azledildiği) hakkındaki za’miyane (zanna dayalı) ilmen cevap i’tâsı “وَإِذْ أَخَذْناَميِثاَقَ الَّذِينَ أوُتوُا الْكِتاَبَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلاَ تَكْتُموُنَهُAllah, kitap verilenlerden onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz diye söz almıştı”30 ayet-i kerimesi mısdakınca (tasdikıyle) ulema üzerine vacip (zorunlu) vazâiften (görevlerden) olup bu âciz dahi huddâm-ı şerîatten (şeriat hizmetçilerinden) bir ferd olmak itibariyle ayet-i kerîmenin mazmûn-i âlîsine (yüce kapsamına) ittiba’ı (uymayı) zaruri görerek izahât-ı âtiyeyi (aşağıdaki açıklamaları) tahrîre (yazmaya) tasaddi eyledim (başladım, giriştim).

Evvelâ şunu söyleyim ki Vakit gazetesinin neşreylediği birinci beyânâtın “Mezheb-i Hanefî’nin gerek esâsâtı ve gerek mezâhib-i sâire ile olan farkı hakkında” müstenedi (dayanağı) olan tetkikâtın (incelemenin) bu meseleden ne i’ta-yı re’y (görüş bahşetme) ne de ısdâr-ı hüküm edebilecek (hüküm çıkarabilecek) mertebeye îsâl edilememiş (ulaşmamış) olduğu vâzihan (açıkça) müsteban olmaktadır (anlaşılmaktadır). Şüphesizdir ki beyânât-ı mezkûre neşr edilmezden evvel mezheb-i Hanefî’nin esâsâtı hakkında icrası (yapılması) zaruri olan tetkikât-ı ilmiye (ilmi araştırma) ikmâl edilmiş (tamamlanmış) olsaydı mezheb-i Hanefî’nin hak ve adlden (adaletten) mütebâid (uzaklaşan), esâsât-ı mantıkıyyeye müstenid olup bu noktadan dolayı mezâhib-i sâire-i İslamiyye ile Avrupa kânûnlarından iftirâk etmiş (ayrılmış) olduğu hükmünü dermeyân eylemek (ortaya dökmek) cür’eti münselib (kalmamış) olurdu. Binâen aleyh beyânât-ı mezkûredeki hükm-i mezkûrun noksan tetkîk mahsûlu (eksik inceleme sonucu) olduğu hükmünü i’ta etmek (vermek) zaruridir.

İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretlerinin mezhebi kıyâsât-ı mantıkıyyeye müstenid hak ve adâletten mütebâid (uzak) bulunduğu ve bu mezheb mesâilinden “Deyn edâ ile sâkıt olmaz. Deynin, men aleyhi deynin gayrisine temlîki câiz olmaz” meselelerini ortaya koyup mezheb-i mezkûr hakkında ayn-ı mezheb meselesiyle i‘ta-yı fetva edercesine (fetva verircesine) beyan-ı efkâr edene imam müşarûn ileyhin “لاَ يَنْبَغىِ لِمَنْ لاَيَعْرِفْ دَليِلىِ اَنْ يُفْتىَ بِكَلاَمىِ” “Delilimi bilmeyenin iftâya salâhiyeti yoktur” ve imam-ı sâni (ikinci imam) Ebû Yûsuf ile İmam Züfer’in “لاَ يَحِلُّ لِاَحَدٍ اَنْ يُفْتىَ بِقَوْلِناَ ماَ لَمْ يَعْلَمْ مِنْ اَيْنَ قُلْناَ” “Bizim hangi menbadan (kaynaktan) ahzedip (alıp) söylemiş olduğumuzu bilmedikçe kimsenin kavlimiz ile iftâ etmesi (fetva vermesi) helâl olmaz” sözleri cevaptır.



Çünkü bir kavlin (görüşün) delilini bilmeden o kavl ile iftâ sahih olmadığı gibi ona karşı i’tirâz dahî muhik (haklı) olmamak lâzım gelir. Asam b. Yûsuf rahmetullah hazretlerine “Sen Ebû Hanîfe hazretlerine çok muhalefet ediyorsun” denilmesine31 cevaben müşârun ileyh “Çünkü Ebû Hanîfe (6) hazretleri bizim hâiz (sahip) olamadığımız bir kuvve-i âliye-i idrâkiyeyi (üstün anlama gücüne) hâiz olup bizim idrâk edemediğimiz (anlayamadığımız) şeyleri idrâk etmiştir. Bu halde biz müşârun ileyhin sözünü anlamadan onunla iftâya muktedir olamayız.” “لِاَنَّ اَباَ حَنِيفَةَ رَحِمَهُ اللهُ تَعاَلىَ اوُتِىَ مِنَ الْفَهْمِ ماَ لَمْ نُعْطِ فَاُدْرِكَ ماَلَمْ نُدْرِكْ وَلاَيَسَعْناَ اَنْ نُفْتِىَ بِقَوْلِهِ ماَلَمْ نَفْهَمْ

Müçtehit olmayanın herhangi bir müçtehidin kavâidine bina ve onlardan tahrîc ve istinbât suretiyle iftâ edebilmesi için asıl müçtehidin mebâniyesine (esaslarına) yani meâhiz-i ahkâmına (hükümlerin kaynaklarına) vâkıf ve onları tetkîke ehil ve salâhiyettâr (yetkili), kavâid-i mevzûa üzerine tefrî-i mesâile (meseleleri ayırmaya), muhtelif kavâid ve furû’ beynini (arasını) fark ile cem’ ve tevfîka ve ol babta münâzaraya sâhib-i iktidar (güç sahibi) olması şarttır. Bu şartı hâiz olmayan gayr-i müçtehidin tahrîc suretiyle iftâsı (fetva vermesi) câiz olmaz. Bu babta bazı eimmenin (imamların) “مَنْ حَفِظَ الْاَقاَوِيلَ وَلَمْ يَعْرِفِ الْحُجَجَ فَلاَ يَحِلُّ لَهُ اَنْ يُفْتَى فِيماَ اخْتُلِفَ فيِهِsözü de meşhûrdur. “Ekâvîl-i ulemâyı (âlimlerin görüşlerini) ezberleyip her birinin edille-i mahsûsasını (özel delilini) bilmeyen kimsenin mesâil-i muhtelefun fîhâda (görüş ayrılığı bulunan konularda) iftâsı helâl olmaz.” Binâen aleyh ulemânın delillerini bilmeyenin, onların akvâline (görüşlerine) itiraz etmesi de becâ (uygun) olamaz.

Esâsât-ı fıkhıyyeyi mukayese namına (adına) fıkh-ı Hanefî aleyhinde bilâ tetkik (araştırmaksızın) katî ve mutlak olarak söz söylemek nasıl kâbil olabilir ki. Dünyada ilm-i fıkhı en evvel tedvîn ve kütüb-i ma’lûme ve ebvâb-ı mahsûsesini tertîp ve tasnîf eyleyen İmam Ebû Hanîfe hazretleridir. Ve bu sebepten nâşîdir (dolayıdır) ki, Firuzabadî, Şafiî’nin Tabâkât-ı Fukahâ’daki nakli vecihle İmam-ı Şafii “Fıkıh ile iştiğâl eden kim varsa Ebû Hanîfe’nin ıyâlidir” yani Ebû Hanîfe’nin perverde-i infakıdır (büyütüp yetiştirdikleridir) demiştir. Binâen aleyh Ebû Ebû Hanîfe Ebü’l-Fukahâdır. Artık fakîhim diyen kimse veli nimetini tebcîl etmek (saygı ve hürmetle anması) gerektir.

Mutarrizî’nin izâhatında -İmam Serahsî’den nakline göre Serâmedân Şafii’den, İbn Süreyc bir şahsın İmam Ebû Hanîfe hakkında ıtlâk-ı lisan (ağzına geleni söyleyerek) gıybet edildiğini işiterek o şahıs nezdine (yanına) davetle (çağırarak), “Sen nasın (insanların) kendisine ilmin üç rub‘unu (dörtte üçünü) terk ve teslim eyledikleri halde kendisi onlara rub-‘i mütebâkiyi (kalan dörtte biri) teslim etmemiş olan bir kimseyi gıybeti mi ediyorsun?” demiş ve şahs-ı merkûmun (sözkonusu şahsın) ol babtaki istifhamına cevaben “Fıkıh, hadd-ı zâtında suâl ile cevaptan ibâret ve binâen aleyh iki nısfdır (yarımdır). Fıkhın suâl kısmını bizzat Ebû Hanîfe vaz’ ve onda teferrüt (yegâne kalmıştır) etmiştir. Bu i’tibârla ilmin nısfı ber-vecih (olduğu gibi, aynen) peşin kendisine teslîm olunmuştur.” Ondan sonra müşarun ileyh suâllerin hepsine birden cevap vermiştir. Hasımları ise cevapların cümlesinde (tamamında) müşarun ileyhin hata etmiş (s. 7) olduğuna kâil olmuyorlar. İmdi muşarun ileyh muvâfakat ettiklerini muhâlefet ettiklerine mukâbil tutar isek ilmin üç rub‘u müşarun ileyhe kalarak rub-‘i bâki (kalan dörtte biri) kendisiyle cemi-i nas beyninde (bütün insanlar arasında) müşterek (ortak) kalır demiş. Ve bu ihtâr üzerine şahs-ı merkûm Ebû Hanîfe hakkında ıtlâk-ı lisan (bilmeden konuşma) eylemeğe tevbe etmiştir.

Delîl-i kat‘î üç nevi’dir: Nass-ı kâtı‘, icma‘, mukaddemat-ı yakiniyyeden (tereddütsüz kabul edilen ilk sözlerden) terekküp eden (oluşan) burhân-ı aklîdir (akli delildir). Binaen aleyh akıl dahi bir delil-i şer’îdir. Ve aklın suret-i kat‘iyye de iptal ettiği şeyi nakl-i şer’î iptal etmez. Şer’in tecviz ettiği (onayladığı) şeyi de akıl iptal eylemez. Aklen muhal olan şey şer’an mümkün olmaz. Aklın hılafına şer‘in vürudu müstahildir (imkânsızdır).

İctihâdiyyât (içtihatlar) zanniyyâttır. İctihadın hükmü hata ihtimali ile beraber hükm-i şer‘î hakkında galebe-i zandır.

Binaen aleyh gayr-i kat‘î olan furuda ahkâm-ı ictihadiyenin ihtimal-i hata ile beraber savap olması maznûn (kesin değil) ise de kat‘iyyen hilaf-ı hak ve adl olduğuna hüküm olunmak caiz değildir.

Furû-ı fıkhiyye hakkındaki mezâhib-i İslâmiyyenin hiçbirisine ve hususiyle mezâhib-i erba‘a-i ma‘lumeye hak ve adle muğâyirdir (aykırıdır) denilemez. Ve suret-i mutlakada hatadır dahi denilemez. Çünkü bu mezâhibin cümlesi kitap, sünnet, icma-ı ümmet, kıyâs-ı fukahaya istinât etmiştir. Bu dört menba-ı âlîden (üstün kaynaktan) feyezân eden (dolup taşan) mezâhibin hiçbirine muğâyir-i (aykırı) hak ve adl denilmek câiz olamaz. Hele ahkâm-ı kat‘iyyede ihtimal-i hata dahi yoktur. Bunların sarîh ve kat‘iyyu’d-delâle (kesin delil) olan bir kitap veya sünnet veya icma‘ın müdevvelleridir ki ayn-ı hak ve adl, ayn-ı savab (bizatihi doğru) ayn-ı maslahât-ı âmmedir.

İşte bu izahât tamamiyle mezheb-i Hanefî hakkında câridir (geçerlidir). Ma‘a hâzâ (bununla birlikte) mezheb-i Hanefî’nin birçok ahkâm-ı zanniyyesi dahi doğrudan doğruya nusûsa (nasslara) istinad etmiş (dayanmış) olup asla kıyâsâta istinad etmemiştir. Binaen aleyh mezheb-i Hanefî’nin bil cümle ahkâm ve mesâili sırf kıyâsâta müsteniddir denilemez.

Mezheb-i Hanefî’nin ahkâm-ı zanniyyesinden kıyâsâta istinad etmiş olanlar ise kıyâsât-ı mantıkıyyeye değil kıyâsât-ı fıkhiyyeye istinad etmiştir. Kıyâsât-ı fıkhiyye ise nusûs hükmündedir. Bu itibar ile ahkâm-ı kıyâsâta dahi muğayir-i hak ve adldir (hak ve adalete aykırıdır) denilemez.


Yüklə 261,83 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin