Allah, Rasûlü Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’i kendilerini ibadete veren bir kavme peygamber olarak gönderdi. Fakat bu ibadetleri Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği batıl bir ibadet idi. Bu kavim sadakalar veriyor ve çeşitli pekçok hayırlar işliyorlardı. Ancak bu hayırların onlara bir faydası olmuyordu, çünkü onlar kâfir idiler. Yüce Allah’a yakınlaşmanın bir şartı, yüce Allah’a yakınlaşmaya çalışan kimsenin müslüman olmasıdır. Bunlar ise müslüman değillerdi.
Onlar ancak bu putlara kendilerini yüce Allah’a daha bir yakınlaştırsınlar diye ibadet ediyorlardı. Onlar bunların Allah’tan başka varlıklar olduğunu, kendilerine bir fayda sağlayamayacak, bir zarar veremeyecek durumda olduklarını bilmekle birlikte, Allah nezdinde kendilerine şefaatçi olacaklarını kabul ediyorlardı. Ancak onların bu şefaat ümitleri batıl bir ümitti. Bunun sahiblerine bir faydası sözkonusu olamaz, çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
”Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermeyecektir.” (el-Muddessir, 74/48)
Buna sebeb ise yüce Allah’ın bu müşriklerin şirk koşmalarına razı olmayışı ve onlara (bu halleriyle) şefaat edilmesine izin vermesinin imkansız oluşudur. Zira yüce Allah’ın razı olduğu kimseler dışındakilere şefaat yoktur. Allah da kullarının kâfir olmalarına razı olmaz, fesadı sevmez. Dolayısıyla müşriklerin tapındıkları ilâhlarına yapışıp;”Bunlar Allah’ın nezdinde bizim şefaatçilerimizdir.” (Yunus, 10/18) demeleri batıl ve faydasız bir sarılıştır. Aksine bu, onların Allah’tan uzaklaşmalarından başka bir şeylerini arttırmaz. Üstelik müşrikler batıl bir yolla putlarının şefaat edeceklerini ümit etmektedirler. Bu ise bu gibi putlara tapınmalarıdır. Allah’tan uzaklıktan başka bir şeylerini arttırmayan bu varlıklara ibadet ile Allah’a yakınlaşmaya çalışmak, müşriklerin cahilliklerinden ve beyinsizliklerinden kaynaklanan bir husustur.
Yüce Allah Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’i ataları İbrahîm aleyhisselam’ın dinini onlar için yenilemek ve onlara böyle bir yakınlaşma çabası ile böyle bir inanışın katıksız olarak yüce Allah’ın hakkı olduğunu -başkaları şöyle dursun- mukarreb bir melek yahut mürsel bir nebi dahi olsa, Allah’tan başkasına bunun bir bölümünü dahi ayırmanın doğru olmadığını haber vermek üzere göndermiştir.
Müellif yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun şöyle demektedir: Onlar bu küfürleri üzere devam edip gittiler. Yani kendi iddialarına göre yüce Allah’a kendilerini yakınlaştırsın diye bu putlara ibadete devam ettiler. Nihayet Allah onlara rasûlü ve peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’i gönderdi. Allah onu katıksız tevhid ile gönderdi. İnsanları bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmeye çağırıyor, şirkten sakındırıyordu.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
”Şüphesiz ki kim Allah’a ortak koşarsa, elbette Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer cehennemdir. Zulmedenlerin hiçbir yardımcıları yoktur.” (el-Mâide, 5/72)
İbadetin ancak bir ve tek olarak Allah’ın hakkı olduğunu, ibadetin bir bölümünü dahi -başkaları şöyle dursun- mukarreb bir melek ya da mürsel bir peygambere yönelik kılmanın caiz olmadığını onlara açıkladı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
”Ey Adem oğulları! Şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır ve bana ibadet edin, diye size emrimi açıklamadım mı? İşte dosdoğru yol budur.” (Yâsîn, 36/60-61)
Müellif: “Kendilerine ataları İbrahîm’in dinini yenilemek üzere...” ifadesi ile yüce Allah’ın:”Sonra biz sana: Hanif olarak İbrahîm’in dinine uy, o müşriklerden olmadı diye vahyettik.” (en-Nahl, 16/123) buyruğuna işaret eder gibidir.
“Katıksız Allah’ın hakkıdır.” ifadesi de yalnızca halis olarak Allah’ın hakkıdır, demektir.
Yoksa bu müşrikler de Allah’ın bir ve tek olarak ve hiçbir ortağı bulunmaksızın yaratıcı olduğuna, O’ndan başka kimsenin rızık vermediğine, O’ndan başka hayat veren ve öldüren bulunmadığına, kâinatın işlerini yalnızca O’nun çekip çevirdiğine, göklerdekilerin ve oralarda bulunanların hepsinin, yedi arzın ve içinde bulunanların tamamının Allah’ın olup, O’nun tasarruf ve kahr-u galebesi altında bulunduğuna şahidlik ediyorlardı.
Müellif Allah ona ranmet etsin şunu söylemektedir: Yüce Allah’ın rasûlünün sallallahu aleyhi vesellem aralarında peygamber olarak gönderdiği bu müşrikler yüce Allah’ın tek başına yaratıcı olduğunu, gökleri ve yeri O’nun yarattığını, bütün işleri çekip çevirenin O olduğunu itiraf ve kabul ediyorlardı. Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyet-i kerimesinde onların bu hallerini sözkonusu etmektedir. (Mesela) yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
”Andolsun ki onlara: Göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette: Onları hüküm ve emrinde galip, herşeyi en iyi bilen (Allah) yarattı derler.” (ez-Zuhruf, 43/9)
”Andolsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, elbette: Allah diyeceklerdir.” (ez-Zuhruf, 43/87)
Bu anlamdaki âyet-i kerimeler pek çoktur. Ancak onların bu kanaatte olmalarının kendilerine bir faydası yoktur. Çünkü bu sadece rubûbiyetin kabul edilmesidir. Beraberinde ulûhiyet kabul edilip, bir ve tek olarak yalnızca Allah’a ibadette bulunmadıkça rubûbiyetin kabul edilmesinin faydası yoktur.
Şunu bilelim ki rubûbiyeti kabul etmek, ulûhiyeti de kabul etmeyi gerektirir. Ulûhiyeti kabul etmek de aynı zamanda rubûbiyeti kabulü de ihtiva eder.
1- Birincisi (yani rubûbiyetin kabul edilmesi) bağlayıcı bir kabuldür. Şöyle ki rubûbiyetin kabul edilmesi rab diye kabul ettiği kimsenin ulûhiyyetini de kabul etmesi için bağlayıcı bir delil mahiyetindedir. Zira tek başına yaratıcı, bütün işlerin çekip çeviricisi, herşeyin mutlak egemenliğini elinde bulunduran yalnızca yüce Allah ise, o halde ibadetin de yalnızca ona olması gerekir, başkasına değil.
2- İkincisi (ulûhiyetin kabulü) birincisini de ihtiva eder. Yani uluhiyetin tevhid edilmesi, rubûbiyetin tevhidini de ihtiva eder. Zira bir ve tek olarak yaratıcı ve bütün işlerin çekip çeviricisi olduğuna inanılan o yüce Rabbin dışında hiçbir kimse ilâh olarak kabul edilemez.
Dostları ilə paylaş: |