Tafa İzzet Efendi'den hat dersleri almış



Yüklə 1,2 Mb.
səhifə24/28
tarix11.01.2019
ölçüsü1,2 Mb.
#94736
növüYazı
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   28

İctihadda Hata. Usulcülerİn geniş bo­yutta tartıştığı ictihadda hata ve günah problemi, temelde, müctehidlerin icti-had ettikleri meselelerde hepsinin doğ­ruyu tutturup tutturmadığı sorusunun cevabında odaklanmaktadır. Müctehid­lerin sadece birinin doğruyu bulduğu gö­rüşü, beraberinde doğruyu bulamayan­lar için bir günahın söz konusu olup olma­dığı ve hata-günah bağlantısı tartışma­sını getirmektedir.

Usulcüler ilk olarak problemi, hata ve günahın ictihad edilecek alana göre fark­lılık taşıyabileceği değerlendirmesiyle işe başlamışlar ve ictihad edilen konunun mahiyetini bazı ayırımlara tâbi tutmuş­lardır. Konu yaygın olarak usul ve fürû ayırımı çerçevesinde incelenmekle birlik­te Cüveynî önce bunu "kat*î meseleler"

441


HATA

ve "ictihadî meseleler" olarak iki bölüm­de ele almış, sonra da kat'î meseleleri aklî ve semi / şerT kısımlarına ayırmıştır. Gazzâlfnin bölümlemesi ise bu hususta­ki en derli toplu ve genel bölümlemedir. Gazzâlî konuyu, aklî incelemeye dayalı hu­susları kesin ve zannî kısımlarına ayıra­rak takdim etmiş, kesin olanları da (kat'iy-yât) kendi içerisinde kelâma, usule ve fık­ha ilişkin olanlar olmak üzere üçe ayıra­rak değerlendirmiş ve âlimlerin büyük çoğunluğuna göre kat'î konularda hata edenin günahkâr olacağını, zannî konu­larda ise -hem 'gerçek tektir' diyenlere hem de "her müctehid isabet etmiştir' diyenlere göre- kesinlikle günah söz ko­nusu olmayacağını belirtmiştir. Şâtıbîde ictihad hatasını af mertebesinde değer­lendirmiştir.

Her ne kadar belirlenmesinde âlimler arasında görüş farklılığı varsa da âlemin hudûsü, fiillerin yaratılması, muhdisin sı­fatlarının ispatı, rü'yetin cevazı, peygam­ber gönderme gibi kelâmı konular sırf ak­lî olup bu konularda tek bir gerçeğin bu­lunduğu açık İse de bu gerçeği yakalaya­mayan kişinin günahkâr olup olmadığı tartışmalıdır. Sırf kelâmî olan konular, ak­lî inceleme yapan kişinin şer'in vürûdun-dan önce akıl nazarıyla gerçekliğini kav­rayabileceği konulardır. Bu kısımda yapı­lan hatanın günah açısından sonucu ko­nunun mahiyetine göre değişiklik göste­rir. Usule ilişkin kat'iyyât icmâ, kıyas ve haber-i vahidin birer hüccet oluşu gibi ko­nulardır. Fıkha ilişkin kat'iyyât beş vakit namazın, zekâtın, haccın ve orucun farz oluşu, zina, öldürme, hırsızlık ve içkinin haramlığı gibi Allah'ın dininde kesin ola­rak bilinen hususlardır. Bunlarda gerçek birdir ve bilinmektedir. Câhiz, usul konu­larında tek bir gerçek bulunmakla birlik­te tıpkı fürû konularında olduğu gibi ha­ta eden müctehidin -hatta inceleme ve araştırma yapmak kaydıyla diğer din mensuplarının- mazur olup günahkâr sa­yılmayacağı görüşündedir. Abdullah b. Hasan el-Anberî. fürû konularında oldu­ğu gibi aklî konularda da muayyen bir gerçek olmadığı ve her müctehidin mu-sib olduğu kanaatindedir.

Haklarında kesin delil bulunmayan zan-nî-fıkhî konulara gelince bunlar ictihad konusudur ve bu konularda önceden be­lirlenmiş bir gerçek bulunmadığı İçin ha­ta ve dolayısıyla günah da yoktur. Zanniy-yât kapsamında değerlendirilen fürû ko­nularında hata olmayacağı görüşü başta Ebû Hanîfe olmak üzere diğer mezhep imamlarına da nisbet edilmektedir. Bâ-

442

kıllânî, Cüveynî, Şîrâzî, Gazzâlî gibi birçok Eş'arî usulcü ile Mu'tezilî usulcülerin ço­ğunluğu bu görüştedir. Bununla birlikte söz konusu görüş sahipleri arasında ha­kikatin tek olup olmadığı noktasında tar­tışma vardır. Bunlardan bir kısmı, gerçe­ğin bir olmakla birlikte müctehidlerin onu bulmakla değil bulma çabası içinde olmakla mükellef bulunduğunu, bazıları ve meselâ Ebû İshak el-İsferâyînî ise fü­rû konularında gerçeğin tek olup buna dair delilinin araştırılıp ortaya çıkarılma­sı gerektiğini ve bunun dışındaki görüş­lerin bâtıl olduğunu söylemiş, fakat ha­taya düşene günah nisbet etmemiştir. Genelde kıyas İnkarcıları ile kıyası kabul edenlerden Esam ve Bişr b. Gıyâs el-Me-rîsî, tam aksine fürû konularında ger­çeğin tek olduğu ve hata edenin günah­kâr sayılacağı görüşündedirler (Şîrâzî, et-Tebştra, s. 496-509; Cüveynî, s. 23-72; Gazzâlî, 11, 358-379; İbnü'l-Hâcib, s. 211-215).



Hâkimin Hükümde Hata Etmesi. Hâkim

hükmünde hata ederek bir hakkı hak sa­hibi olmayana verirse, hak edeni değil hak etmeyeni cezalandırırsa veya suçsuz birinin ölümüne hükmederse bu durum­larda hatanın kaynağı, ya mahkemede serdedilen delillerin zahiri ya da hâkimin yargılama usulüne riayette ve delillerin takdirinde tedbirsizliği ve kusurudur. Hâ­kimin hükmü bir yönüyle müctehidin iç­tihadına benzediğinden kastı ve kötü ni­yeti sabit olmadığı sürece hatalı hükmü sebebiyle mazur görülmesi gerekir (Şâ-tıbî, İN, 276-277). Hâkimin hükmünün ka-zıyye-i muhkeme teşkil etmesi ilkesi, ha­ta ortaya çıktığında hatalı kararın düzel­tilmesi ve bunun yol açtığı zararların te­lâfi edilmesi ilkesiyle çelişmez. Hz. Ömer, yargılama hukukuyla ilgili olarak Ebû Mû-sâ el-Eş'arî"ye gönderdiği mektupta ver­diği bir hükmün hatalı olduğunu anladı­ğında o kararından dönmesini istemiş, fıkıh literatürünün konuyla ilgili bölüm­lerinde ve bu alanda yazılan eserlerde de hâkimin hükümde hata etmesi, muhake­menin iadesini gerektiren belli başlı du­rumlar arasında sayılmıştır {Mecelle, md. 72, 1838). Bunun yanında, hatalı hükmün yol açtığı zararın hâkimin kusur oranı yüksek olmadığı sürece hizmet kusuru sayılması ve devlete tazmin ettirilmesi gereği de üzerinde ayrıca durulması ge­reken bir konudur (Atar, s. 215).

BİBLİYOGRAFYA ;

İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, "bt'e" md.; Lİsânü'l-ıArab, "tıt'e" md.; Kamus Tercümesi, I, 32-33; Buhârî. "Şavm", 26, "İ'tişâm", 20; Müslim. "Şı-



yâmT1, 17; İbn Mâce. "Talâk", 16; Ebû Yûsuf. el-Harâc, s. 156; Cessâs. Ahkâmü'l-Kur'an (Kamhâvî).l, 180,191-204; III, 192-193; IV, 142-143; İbn Hazm. el-Ihkâm, Beyrut 1983, V, 141-160; Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 84; VII, 356-357; Bâcî. İhkâm (Türkî). s. 275; Şîrâzî. el-Mühezzeb, I, 283-285; II, 221, 245; a.mlf., et-Tebştra, s. 496-509; Cüveynî, Kitâbü'Nctihâd (nşr. Abdülhamîd Ebû Züneyd), Beyrut 1987, s. 23-72; Pezdevî, Kenzü'l-ouşûl, IV, 1500-1501; Serahsî, el-Mebsût, I, 170-171; XXVI, 66-68; XXVII, 85-86; a.mlf., et-Uşût, II, 153-155, 194, 246-248, 251, 294-296; Kîyâ el-Herrâsî, Ahkâ-mü'l-Kur'ân, II1-1V, 106-108;Gazzâlî. el-Müstaş-fâ, I!, 358-379; Ebû Bekir İbnü'i-Arabî, Ahkâ-mü'l-Kur'ân, \, 264-265, 474-475; Kâsânî. Be-dâY, VI!, 271-286; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müc-tehid, I, 289, 290, 295; II, 345; İbnü'l-Cevzî. Nüzhetü'l-a'yün, s. 271-272; Âmidî, el-İhkâm, III, 18-19; Sıbtlbnü'l-Cevzî. /şârü7-inşâ/"|nşr. Nâ-sırü'l-Alîet-Huleyfî), Kahire 1987, s. 378; Mah-mûd b. Ahmed ez-Zencânî. Tahricü 't-fürû' 'ale'l-uşûl, Beyrut 1982. s. 285-287, 366-367; Bey-zâvî, ei-ûâyetü'l-kuşvâ (nşr. Ali Muhyiddin el-Karadâğf), ts. (Dârü'n-Nasr). II, 788; Ebü'l-Bere-kât en-Nesefî. Keşfü'l-esrâr, Beyrut 1986, II, 306-307; Tûfî. Şerhu Muhtasarı'r-ravza (nşr. İbrahim b. Abdullah Âl-i İbrahim), Riyad 1409/ 1989. II, 175-176; Abdülazîz el-Buhârî. Keşfü'l-esrâr, IV, 1500-1502; İbn Cüzey, el-Kaüâninü't-ftkhiyye, Beyrut, ts. (Dârü'I-Kalem). s. 93, 226; Sadrüşşerîa, et-Tauzîh, II, 195-196; Zeylaî. Naş-bü'r-râye, |baskı yeri yok] 1973, II, 64-66; İbn Kayyim el-Cevziyye. l'lâmü'l-muvakkfln, II, 31-34; İH, 117-119; İbnü'l-Hâcib, Müntehe't-vüşûl, s. 211-215; Bâbertî. e/-'/nâye(!bnü'l-Hümâm, Fetfıu7-fcadfr| Bulak | içinde). I, 344; Şevkânî, Neytü'l-eutâr, IV, 175; Şâtıbî. el-Muuâfakât: İs-lâmî İlimler Metodolojisinle. Mehmet Erdoğan). İstanbul 1990, i. 138. 154-155, 161-163; III, 275-277; Teftâzânî, et-Teluîh,\\, 195-196; İbn Receb, Câmi'u'l-'ulûm ue'l-hîkem, Beyrut, ts. (Dârül-Ma'rife), s. 350-354; İbn Melek. Şerhu'I-Menâr, İstanbul 1292, s. 368-369; İbnü'1-Lah-hâm, el-Kauâld, Kahire 1994, s. 63; Fîrûzâbâ-dî. Beşâ'ir, Beyrut, ts. (el-Mektebetü'l-ilmiyye), II, 551-553; İbn Hacer, Tethişü't-habîr (nşr. Şa­ban M. İsmail), Kahire 1979,11, 301-302; İbnü'l-Hümâm, et-Tahrîr, II, 204-206; İbn Nüceym. el-Eşbâh ue'n-nezâVlnşr M. Mutî' el-Hâfız). Di-mask 1983, s. 188-189; İbn Âbidîn. Reddü't-muhtar (Kahire), I, 614; VI], 422; Haskefi, ed-Dürrü'l-muhtâr(îbn Âbidîn, a.e. içinde), 1,614-615; IV, 530-531; Mecelle, md. 72, 1838; En-sâri, Feuâtihu'r-rahamût, Beyrut 1324, I, 165-166; Abdülkâdİr Ûdeh, et-Teşriıu't-cinâ3İyyü'l-İslâmi, Kahire 1959,1,430-438; Fahreddin Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, Ankara 1979, s. 215; M. Edîb Salih, Tefsirü'n-nuşûş, Beyrut 1984,1, 349-351, 536; Ali Muhyiddin el-Karadâğî, Mebde'ü 'r-rızâ n'l-'ukûd, Beyrut 1406/1985, II. 813-816; Hüseyin Halef el-Cebürî, ıAuârizü'l-ehliyyeıin-de'l-tışûUyym, Mekke 1408/1988, s. 394-412; Ahmed Fethî Behnesî, et-Mevsû'atü'l-cİna'iyye fı'l-fıkhi'l-islâmî, Beyrut 1412/1991, II, 261-270; J. Schacht, "Hatâ", \A, V/l, s. 358-359; a.mlf., "Khata'",£/z(İng.)ı IV, 1100-1102; A. J. Wensmck-[LGardet]."EhatiJaM, a.e., IV, 1106-1109; "Hatâ"1. Mu.F, XIX, 128-175.

IÂ1


lifti H. Yunus Apaydın

HATÂBE


Zanniyât veya makbûlâttan oluşan

aklî delil, mantıktaki beş sanattan biri.

L J

Sözlükte "bir topluluğa hitap etmek" anlamına gelen hatâbe (hatâbet), man­tık ve kelâm terimi olarak "zanniyyâtve" ya makbûlâttan oluşan kıyas" diye tanım­lanır. Zarurî bilgi ifade eden kesin aklî de­lilleri (burhan) anlamaktan âciz olan halk kitlelerini ikna etmek amacıyla kurulan hatâbî kıyaslar, insanların çoğunluğu ve­ya bir bölümü tarafından kabul edilen hü­kümlere ve söylediklerinin doğru olduğu düşünülen âlimlerle mürşidlerin sözleri­ne dayanan öncüllerden oluşur. Aristo'­nun mantığa dair eserlerinin Arapça'ya tercüme edilmesiyle İslâm kültürüne in­tikal eden hatâbe (bk. hitabet), daha çok halkı hem dinî hem dünyevî konular­da faydalı işler yapmaya ve zararlı işler­den uzaklaştırmaya teşvik etmek için ha­tiplerin geliştirdikleri delillerden ibaret kabul edilir.



Hangi konuda olursa olsun insanların istenen hükümleri tasdik edip benimse­mesini sağlamaya yarayan hatâbî kıyas­lar ikna etme gücü açısından farklılık ar-zeder. Aristo geleneğine uyan İslâm dü­şünürleri bir kısmı güçlü bir kısmı da za­yıf olabilen hatâbî kıyasların, katı bir ta­assup içinde bulunmayan ve delillerin muhtevasını eleştirecek seviyenin altın­da kalan muhatapları ikna etse bile kesi­ne yakın bir zannî bilgi dahi ifade etme­yeceğini kabul edip hatâbeyi kesinlik açı­sından cedelî kıyaslardan sonraki bir de­recede görmüşlerdir. Hatâbe, tıpkı cedel gibi Fârâbî tarafından "karışık burhan" diye adlandırılan delilleri kapsamına al­makla birlikte yine de cedelden farklıdır. Zira cedel, realiteye uygunluğu aykırılı­ğından daha az olan bir delil niteliği taşı­dığı halde hatâbe iki tarafı birbirine eşit olan bir delil mahiyetindedir (Salîbâ, I, 532).

Gazzâlî, Kur'an delillerinin hem çocuk­lara hem de yetişkinlere fayda veren su gibi olduğunu ve herkese hitap edici özellik taşıdığını belirtir {İtcâmü'l-'auâm, s. 87). İbn Rüşd, tasavvurât ve tasdîkâtı anlamakta insanların üç gruba ayrıldığı­nı, aydınların burhanı, yarı aydınların ce­delî, halk kitlelerinin ise hatâbî kıyaslara dayanan delillerle irşad edilmesi gerekti-

ğini belirterek bütün insanları hakkı tas­dik etmeye çağıran Kur'an'ın terbiye sis­teminde bu mantıkî çerçeveyi dikkate alan deliller kullanıldığını söylemiştir (Faş-lü't-makâl.s. 15, 29-31). İslâm filozofla­rının yanında Fahreddin er-Râzî ve Teftâ-zânî gibi müteahhir dönem kelâm âlim­leri de genellikle naklî delillerin hatâbî ka­rakter taşıdığını kabul etmişlerdir. Bu fik­ri aynen benimseyen İsmail Hakkı İzmirli Kur'an delillerinin hatâbî olduğunu, bun­ların sıradan insanları ikna edebileceği­ni, fakat zihni aksi bilgilerle dolmuş bu­lunan ve delillerin muhtevasını inceleye­bilecek seviyede olan kimseleri aklen tat­min etmeyeceğini ileri sürmüştür. Ona göre Kur'an'da, "İnsanı ilk defa yaratan onu ikinci defa da yaratmaya muktedir­dir" tarzında geçen dirilişe ilişkin delilin (meselâ bk. el-Kıyâme 75/37-40) tartış­macı bir kimseyi ikna edememesi müm­kündür (Yeni İlm-i Kelam, I, 45-46). Fa­kat İzmirli, bu delilin hangi itiraz karşı­sında ne şekilde geçersiz kalacağına dair bilgi vermemiştir. Buna karşılık Takıyyüd-din İbn Teymiyye, Kur'an delillerinin zan­nî bilgi ifade eden hatâbî karakter taşı­madığını, aksine kesin bilgi veren aklî kı­yaslardan oluştuğunu ısrarla savunmuş­tur. Ona göre Kur'an'daki darbımeseller aklî kıyasları en güzel şekilde özetleyen delillerdir {Muvâfakatû şarihi't-ma'kül, I, 44). Esasen bu tür bir yaklaşım, daha önce Ebü'İ-Muîn en-Nesefî ve sonraki âlimlerden Abdüllatîf el-Kirmânî tara­fından da benimsenmiştir (İbn Ebû Şe-rîf, s. 48-58; Kur'an delillerinin karakteri hakkında bk. Yavuz, s. 184-193).

Başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere İs-lâmî kaynaklar, hayata aktarılmayan ve davranışları müsbet yolda etkilemeyen bilgiye fazla önem vermemektedir. Buna göre bilgi ve onu sağlayacak olan delil iman ve amelle bağlantılı olacaktır. îman ve amelin oluşması için bilgisizliğin gide­rilmesi yanında, hatta bazan ondan önce iradenin de harekete geçmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında Kur'ânî delillerin saf akıl açısından itiraz edilemez oluşu ve­ya olmayışı büyük bir önem taşımaz. İbn Rüşd gibi filozofların karşı çıkılmaz (bur-hanî) zannettikleri delillerin ve bunların dayandığı mantıkî düşüncenin de sonra­ları bu konumlarını koruyamadığı bir ger­çektir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bütün delillerin hatâbî-iknâî bir karak­ter taşıdığını söylemek de mümkün de­ğildir. Kur'an'daki bazı deliller eğer bu

HÂTEM-İ NÜBÜVVET

kategoriye giriyorsa bu, delilleri dile ge­tiren âyetlerin avamın anlayabileceği za­hirî hükmü olmaktadır. Aynı âyetlerin, zihni ve gönlü gerçeklere açık bulunan kişiler tarafından iyiden İyiye incelendiği takdirde kesinlik derecesinde istidlaller taşıdığı da görülebilir.

BİBLİYOGRAFYA :

et-Tacrîfât, "htb" md.; Tehânevî, Keşşaf, I, 404-405; Gazzâlî. itcâmü'l-'auâm 'an 'itmi'l-ke-tam (nşr. M. el-MıTtasım-Billâh el-Bağdâdî). Beyrut 1406/1986, s. 87; İbn Rüşd. Faşlü'l-ma.-kâl (nşr. Mustafa Abdülcevâd İmrân,Fe/se/e(ü ibn Rüşd içinde], Kahire 1388/1968, s. 15,29-31; Âmidî, et-Mübîn, s. 91; İbn Teymiyye, Mu-uâfakatü şahihi'l-menkûl, Beyrut 1405/1985, ], 44; İbn Ebû Şerif. Kitâbû'l-Müsâmere, Bulak 1317, s. 48-58; M. Abdürraûf el-Münâvî, et-Teo-kif'alâ mühimmâti't-tecârif{nşr. M. Rıdvan ed-Dâye), Beyrut 1401/1980, s. 316; İzmirli. Yeni İlm-i Kelâm, I, 45-46; Cemîl Salîbâ, el-Mucce-mü'l-felsefı, Beyrut 1982,1. 531-532; Yusuf Şev­ki Yavuz. Kur'ân-ı Kerim 'de Tefekkür ve Tartış­ma Metodu, İstanbul 1983, s. 184-193; Necati Öner. Klasik Mantık, Ankara 1986. s. 188.

İRİ Yusuf Şevki Yavuz

r

HATAI



Safevî Hükümdarı Şah İsmail'in

(ö. 930/1524) Türkçe şiirlerinde kullandığı mahlas

(bk. ŞAH İSMAİL).

J

r






HATARAT




L

(bk. HAVÂTIR).

J

r

HATAY







Akdeniz bölgesinde merkezi Antakya şehri olan il




L

(bk. ANTAKYA).

J

r

HATÂYI

"1

Tezhip ve süsleme sanatının ana motiflerinden biri

(bk. TEZHlP; TEZYİNAT).

J

HÂTEM ^


(bk. MÜHÜR).

L J


HÂTEM-i NÜBÜVVET

(bk. NÜBÜVVET MÜHRÜ).

443

HÂTEM-İ TÂÎ



F HÂTEM-i TÂÎ n

(bk. HATİM et-TÂÎ).

L J

HÂTEMÜ'n-NEBİYYÎN



(bk. HATMİ NÜBÜVVET).

l_ J


HÂTIB b. AMR

Hâtıb (Ebû Hâtıb) b. Amr

b. Abdişems el-Kureşî el-Âmirî

(ö. 3/624'ten sonra)

Hz. Peygamber'in kâtibi, sahâbî.

Resûl-i Ekrem'in müşriklerin zulmü se­bebiyle Erkam b. Ebü'l-Erkam'ın evine sığınması hadisesinden ve Hz. Ömer'den önce müslüman oldu. Müşriklerin şid­detli baskılarına göğüs gerdi. Şevde bint Zem'a ile evli olan kardeşi Sekrân ve di­ğer kardeşi Selît ile birlikte Habeşistan'a hicret etti. Onun Habeşistan'a ilk hicret eden müslümanlar arasında yer aldığı ve Habeş toprağına ilk ayak basan sahâbî olduğu söylendiği gibi Habeşistan'a yapı­lan her iki hicrette bulunduğu da rivayet edilmektedir. Hâtıb, Medine'ye hicretin başlamasından önce Mekke'ye döndü; oradan da Medine'ye hicret etti. Hz. Pey-gamber'le birlikte Bedir ve Uhud gazve­lerine katıldı. Belâzürî'nin bildirdiğine gö­re, İslâmiyet'in ilk yıllarında Kureyş'ten yazı yazmayı bilen sayılı kişilerden biri ol­duğu için Resûl-i Ekrem'in vahiy kâtipli­ğini de yaptı. Güzel konuşması sebebiyle "Kureyş'in hatibi" diye anılan. Hudeybi-ye'de Mekkeliler'i temsil eden ve Mekke'­nin fethi sırasında müslüman olan Sü­heyl b. Amr da onun kardeşidir. Habeşis­tan'da veya Mekke'ye döndükten sonra Medine'ye hicret edemeden orada vefat eden kardeşi Sekrân'dan dul kalan Şev­de bint Zem'a'yı Hz. Hatice'nin vefatın­dan sonra Resûlullah ile onun evlendirdi­ği söylenmektedir.

BİBLİYOGRAFYA :

İbn İshak, es-Sîre, s. 125, 157, 205-206; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 281, 285; İbn Sa'd. et-Taba-kât, 1, 204; 111, 405; Belâzürî. Fûtüh (Fayda], s. 692; İbn Abdülber. et-tstt'âb, I, 347-348; IV, 41; İbnü'l-ESlr, Ûsdü't-ğ&be, I, 434; II. 412; VI, 64; İbn Hudeyde el-Ensâri, el-Mişbâhu'L-mudî, Bey­rut 1985, 1, 85-86; İbn Seyyİdünnâs, 'üyûnü'l-eşer, II, 316; İbn Hacer. et-İşâbe, 1, 301; IV, 40; M. Mustafa el-A'zamî, Küttâbü'n-nebî, Riyad 1401/1981, s. 52. ı—i

ffil İ. Hakkı Ünal

444


F HÂTIB b. EBÛ BELTEA "

( teli ^Ȕ j; ^b-)

Ebû Muhammed (Ebû Abdillâh)

Hâtıb b. Ebî Beltea Amr

b. Umeyr b. Seleme el-Lahrnî

(ö. 30/650)

Hz. Peygamber'in

Mısır Mukavkısı Cüreyc b. Mînâ'ya

elçi olarak gönderdiği sahâbî.

İbn Ebû Beltea diye de anılır. Altmış beş yaşlarında vefat ettiğine dair rivayet­lere bakarak milâdî 586 yılı civarında doğ­duğu söylenebilir. Aslen Yemenli olup ba­bası Ebû Beltea'nın adı Amr b. Râşid b. Muâz el-Lahmî şeklinde de zikredilmiş­tir. Zübeyr b. Avvâm'ın müttefiki (halîf) olan babasının Benî Mezhic'den olduğuna dair rivayetler varsa da kaynakların çoğu onu Lahmî diye zikreder. Ubeydullah b. Humeyd b. Züheyr'in kölesi olduğu ve ken­disini mükâtebe yolu ile azat etmesi için kararlaştırdıkları ücreti Mekke'nin fethi günü ödediği de rivayet edilir.

Câhiliye devrinde ata iyi binmesi ve gü­zel şiir söylemesiyle tanınan ve ilk müs-lümanlardan olan Hâtıb'ın Habeşistan'a hicret etmeyip Mekke'de kaldığı anlaşıl­makta. Hz. Peygamber'in hicrete izin ver­mesi üzerine kölesi Sa'd'ı da yanına ala­rak Zübeyr b. Avvâm ile birlikte Medine'­ye hicret ettiği bilinmektedir. Resûl-i Ek­rem onu Ruhayle b. Hâlid'le (İbn Habîb'e göre Yahlid, bk. el-Muhabber, s. 72) kar­deş ilân etmiştir (İbn Sa'd, ili, 114). Be­dir Gazvesi'nde bulunan Hâtıb Uhud Gaz-vesi'nde Ayneyn tepesine yerleştirilen okçulardan biriydi (Vâkıdî, I, 243). Sava­şın seyri müslümanların aleyhine dönün­ce Hz. Peygamber'in yanına geldi. Onun yaralandığını ve dişinin kırıldığını görün­ce hiddetlenerek bunu yapan Utbe b. Ebû Vakkâs'ı öldürüp başını Resûl-i Ekrem'e getirdi (Hâkim, III. 300-301). BenîMusta-lik Gazvesi'nde müslümanlar susuz kalın­ca Hz. Peygamber ona bir kuyu kazması­nı emretti. Hâtıb Hudeybiye'de yapılan Bey'atürndvân'da bulundu.

6. (628) yılın sonlarında Resûl-i Ekrem Hâtıb'ı bir mektupla Bizans İmparator-luğu'na tâbi Mısır Mukavkısı Cüreyc b. Mînâ'ya elçi olarak gönderdi. Cüreyc'in, "Muhammed Allah'ın elçisi ise niçin dua edip düşmanlarını helak etmiyor?" diye sorması üzerine Hâtıb, tanrılık iddia et­mesine rağmen Fİravun'un hemen helak edilmediğini, Hz. îsâ'nın kendi memleke­tinde ezâ görmesine, yahudiler tarafın­dan çarmıha gerilmek istenmesine rağ-

men kavmine beddua etmediğini ve ni­hayet Allah'ın onu kendi katına aldığını anlatarak iyi bir diplomat olduğunu gös­terdi. Onun verdiği cevaplardan mem­nun kalan Cüreyc kendisine "hikmetli bir zatın hikmetli elçisi" olduğunu söyledi (İbnü'1-İmâd, I, 37) ve Hz. Peygamber'e sunmak üzere aralarında Mâriye'nin de bulunduğu birkaç câriye, binek hayvanla­rı ve daha başka değerli hediyelerle onu yolcu etti.

Aslen Kureyşli olmayan Hâtıb, Mekke'­nin fethi için yapılan hazırlıkları görünce orada bulunan akrabalarının hayatından endişe duydu ve Kureyş'in bazı İleri ge­lenlerine olayı haber verirse onların bun­dan memnun kalıp yakınlarını himaye edeceklerini düşündü. Hz. Peygamber ise yaptığı hazırlıkları karşı tarafın bilme­sini istemiyor, Hayber'e doğru sefer ya­pacağını söylüyordu. Resûl-i Ekrem'in asıl maksadını kendilerine açtığı birkaç sahâbîden biri olan Hâtıb, Kureyş'in ileri gelenlerine hitaben yazdığı ve o sırada Medine'ye gelen Ebû Leheb'in müşrik ca­riyesi (Ya'kübî, I, 58) Sâre'ye verdiği mek­tubunda Hz. Peygamber'in gece karanlı­ğı gibi korkunç, sel gibi bir orduyla onla­ra doğru gelmek üzere olduğunu belirti­yor ve Resûlullah tek başına da kalsa Al­lah'ın onu muzaffer kılacağını, zira bu­nun Allah'ın ona bir vaadi olduğunu ye­minle bildiriyordu. Olayı vahiyle öğrenen Resûl-i Ekrem Hz. Ali, Zübeyr b. Avvâm ve Mikdâd b. Amr'ı Sâre'yi yakalayıp getir­mekle görevlendirdi ve onu bulabilecek­leri yeri de haber verdi (Buhârî, "Meğâ-zî", 46). Adı geçen sahâbîler Mekke-Me­dine yolunda kadını yakalayıp mektubu ortaya çıkardılar ve Hz. Peygamber'e ge­tirdiler. Resûl-i Ekrem Hâtıb'ı çağırtarak mektubu gösterdi ve niçin böyle davran­dığını sordu. Hâtıb, Hz. Peygamber'den acele karar vermemesini isteyerek arala­rında bir anlaşma bulunan Kureyş'e sa­mimiyetle bağlı olmadığını, muhacirlerin Mekke'deki mallarını ve ailelerini koruya­cak yakınları olduğu halde kendi yakınla­rını himaye edecek kimsesi bulunmadı­ğını, bu sebeple Mekkeliler'i kendisine minnettar bırakmak suretiyle akrabala­rını korumak istediğini belirtti. Resûl-i Ekrem onun savunmasını kabul etti. Hâ­tıb'ın öldürülmesini isteyen Ömer'i yatış­tırmak için de onun Bedir Gazvesi'nde bulunduğunu, Allah Teâlâ'nın Bedir'e ka­tılan müminlerin gayretlerini överek on­lara, "Ey Bedir ehli! Bundan böyle ne iş­lerseniz işleyin, ben sizleri bağışlayaca-

ğım" dediğini hatırlattı (Buhârî. "Cihâd", i 41 ]. Bu olayın, "Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanınız olanları dost edin­meyin" (el-Mümtehine 60/1) mealindeki âyetin nüzul sebebi olduğu, ayrıca bir kö­lesinin Hâtıb'ı Resûl-i Ekrem'e şikâyet edip onun cehennemlik olduğunu söyle­mesi üzerine Resûlullah'ın Bedir ve Hu-deybiye'de bulunan hiç kimsenin cehen­neme girmeyeceğini belirttiği rivayet edilmiş, âyetin hitap şekli de Hâtıb'ın imanına Allah'ın şahadeti olarak yorum­lanmıştır (Tecrid Tercemesi, X, 299]. Da­ha sonra Mekke'nin fethine ve Huneyn Gazvesi'ne katılan Hâtıb'ı Hz. Ebû Bekir hilâfeti sırasında Cüreyc b. Mînâ'ya elçi olarak göndermiş. Hâtıb 20 (641) yılında. Mısır'ın fethine kadar devam eden bir antlaşmayı İslâm devleti adına imzala­mıştır. Mısır'a elçi olarak gönderilmesin­de muhtemelen yaptığı ticarî seferler do­layısıyla bu ülkeyi iyi tanımasının, ayrıca güzel bir görünüme ve kıvrak bir zekâya sahip olmasının rolü vardır. Kendisinden birkaç hadis nakledilen Hâtıb hakkındaki bazı rivayetler oğlu Abdurrahman ve to­runu Yahya vasıtasıyla gelmiştir.

Altmış beş veya yetmiş (İbn Hacer. Teh-zlbü't-Tehzlb, I!, 168) yaşlarında Medine'­de vefat eden Hâtıb'ın cenaze namazını Hz. Osman kıldırmıştır. Vefatında 4000 di­nardan fazla para, bir ev ve birçok mal bıraktığı rivayet edilir.

BİBLİYOGRAFYA :

Müsned, 1,79-80, 105; II, 109; Buhârî. "Ci­hâd", 141, 195, "Meğazî", 9, 46, "Tefsir", 60/ 1, "İstPzân", 23; "İstitâbetü'l-mürteddîn", 9; Müslim, "Fezâ'ilü'ş-şahâbe", 161; Tlrmizî. "Tef­sir", 60/1; Vâkıdî, ei-Meğâzt, bk. İndeks; İbn Sa-d. et,-Tabakât, III, 114-115; İbn Habîb, el-Mu-habber, s. 72, 76, 276, 288; Halîfe b. Hayyât, et-Tabakât (Zekkâr), II, 584; İbn Kuteybe, el-Ma'âri/"(Ukkâşe|, s. 317-318; Ya'kübî, Târih, I, 58;Taberânî, el-Mu'cemü'i-kebîr (nşr Hamdı Abdülmedd es-Selefî), Bağdad 1404/1984, III, 184-185; Hâkim. el-Müstedrek, III, 300-302; İbnAbdülber, el-İstfâb, I, 348-351; İbnü'I-Esîr, üsdü'l-ğâbe, I, 431-433; Zehebî. AHârnü'n-nû-belâ", II, 43-45; Heysemî, Mecma'u'z-zeuâ'id, IX, 303-304; İbn Hacer, el-İşâbe, 1, 300; a.mlf.. el-Metâtİbü'i-'âliye, IH, 288;a.mlf.. Tehzibü't-Tehzib, II, 168; Tecrid Tercemesi, X, 296-299; XII, 390-393; İbnCTI-İmâd. Şezerât, I, 37; Muham-med Hamîduliah, el-Veşâ'iku's-siyâsiyye, Bey­rut 1403/1983, s. 87; Mahmûd Şît Hattâb, "eş-Şahâbiyyü's-sefîr Hâtıb b. Ebî Belte'a el-Lah-mî", Risâtetü't-Halîci'l-'Arabî, II1/9, Riyad 1983.


Yüklə 1,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   28




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin