İctihadda Hata. Usulcülerİn geniş boyutta tartıştığı ictihadda hata ve günah problemi, temelde, müctehidlerin icti-had ettikleri meselelerde hepsinin doğruyu tutturup tutturmadığı sorusunun cevabında odaklanmaktadır. Müctehidlerin sadece birinin doğruyu bulduğu görüşü, beraberinde doğruyu bulamayanlar için bir günahın söz konusu olup olmadığı ve hata-günah bağlantısı tartışmasını getirmektedir.
Usulcüler ilk olarak problemi, hata ve günahın ictihad edilecek alana göre farklılık taşıyabileceği değerlendirmesiyle işe başlamışlar ve ictihad edilen konunun mahiyetini bazı ayırımlara tâbi tutmuşlardır. Konu yaygın olarak usul ve fürû ayırımı çerçevesinde incelenmekle birlikte Cüveynî önce bunu "kat*î meseleler"
441
HATA
ve "ictihadî meseleler" olarak iki bölümde ele almış, sonra da kat'î meseleleri aklî ve semi / şerT kısımlarına ayırmıştır. Gazzâlfnin bölümlemesi ise bu husustaki en derli toplu ve genel bölümlemedir. Gazzâlî konuyu, aklî incelemeye dayalı hususları kesin ve zannî kısımlarına ayırarak takdim etmiş, kesin olanları da (kat'iy-yât) kendi içerisinde kelâma, usule ve fıkha ilişkin olanlar olmak üzere üçe ayırarak değerlendirmiş ve âlimlerin büyük çoğunluğuna göre kat'î konularda hata edenin günahkâr olacağını, zannî konularda ise -hem 'gerçek tektir' diyenlere hem de "her müctehid isabet etmiştir' diyenlere göre- kesinlikle günah söz konusu olmayacağını belirtmiştir. Şâtıbîde ictihad hatasını af mertebesinde değerlendirmiştir.
Her ne kadar belirlenmesinde âlimler arasında görüş farklılığı varsa da âlemin hudûsü, fiillerin yaratılması, muhdisin sıfatlarının ispatı, rü'yetin cevazı, peygamber gönderme gibi kelâmı konular sırf aklî olup bu konularda tek bir gerçeğin bulunduğu açık İse de bu gerçeği yakalayamayan kişinin günahkâr olup olmadığı tartışmalıdır. Sırf kelâmî olan konular, aklî inceleme yapan kişinin şer'in vürûdun-dan önce akıl nazarıyla gerçekliğini kavrayabileceği konulardır. Bu kısımda yapılan hatanın günah açısından sonucu konunun mahiyetine göre değişiklik gösterir. Usule ilişkin kat'iyyât icmâ, kıyas ve haber-i vahidin birer hüccet oluşu gibi konulardır. Fıkha ilişkin kat'iyyât beş vakit namazın, zekâtın, haccın ve orucun farz oluşu, zina, öldürme, hırsızlık ve içkinin haramlığı gibi Allah'ın dininde kesin olarak bilinen hususlardır. Bunlarda gerçek birdir ve bilinmektedir. Câhiz, usul konularında tek bir gerçek bulunmakla birlikte tıpkı fürû konularında olduğu gibi hata eden müctehidin -hatta inceleme ve araştırma yapmak kaydıyla diğer din mensuplarının- mazur olup günahkâr sayılmayacağı görüşündedir. Abdullah b. Hasan el-Anberî. fürû konularında olduğu gibi aklî konularda da muayyen bir gerçek olmadığı ve her müctehidin mu-sib olduğu kanaatindedir.
Haklarında kesin delil bulunmayan zan-nî-fıkhî konulara gelince bunlar ictihad konusudur ve bu konularda önceden belirlenmiş bir gerçek bulunmadığı İçin hata ve dolayısıyla günah da yoktur. Zanniy-yât kapsamında değerlendirilen fürû konularında hata olmayacağı görüşü başta Ebû Hanîfe olmak üzere diğer mezhep imamlarına da nisbet edilmektedir. Bâ-
442
kıllânî, Cüveynî, Şîrâzî, Gazzâlî gibi birçok Eş'arî usulcü ile Mu'tezilî usulcülerin çoğunluğu bu görüştedir. Bununla birlikte söz konusu görüş sahipleri arasında hakikatin tek olup olmadığı noktasında tartışma vardır. Bunlardan bir kısmı, gerçeğin bir olmakla birlikte müctehidlerin onu bulmakla değil bulma çabası içinde olmakla mükellef bulunduğunu, bazıları ve meselâ Ebû İshak el-İsferâyînî ise fürû konularında gerçeğin tek olup buna dair delilinin araştırılıp ortaya çıkarılması gerektiğini ve bunun dışındaki görüşlerin bâtıl olduğunu söylemiş, fakat hataya düşene günah nisbet etmemiştir. Genelde kıyas İnkarcıları ile kıyası kabul edenlerden Esam ve Bişr b. Gıyâs el-Me-rîsî, tam aksine fürû konularında gerçeğin tek olduğu ve hata edenin günahkâr sayılacağı görüşündedirler (Şîrâzî, et-Tebştra, s. 496-509; Cüveynî, s. 23-72; Gazzâlî, 11, 358-379; İbnü'l-Hâcib, s. 211-215).
Hâkimin Hükümde Hata Etmesi. Hâkim
hükmünde hata ederek bir hakkı hak sahibi olmayana verirse, hak edeni değil hak etmeyeni cezalandırırsa veya suçsuz birinin ölümüne hükmederse bu durumlarda hatanın kaynağı, ya mahkemede serdedilen delillerin zahiri ya da hâkimin yargılama usulüne riayette ve delillerin takdirinde tedbirsizliği ve kusurudur. Hâkimin hükmü bir yönüyle müctehidin içtihadına benzediğinden kastı ve kötü niyeti sabit olmadığı sürece hatalı hükmü sebebiyle mazur görülmesi gerekir (Şâ-tıbî, İN, 276-277). Hâkimin hükmünün ka-zıyye-i muhkeme teşkil etmesi ilkesi, hata ortaya çıktığında hatalı kararın düzeltilmesi ve bunun yol açtığı zararların telâfi edilmesi ilkesiyle çelişmez. Hz. Ömer, yargılama hukukuyla ilgili olarak Ebû Mû-sâ el-Eş'arî"ye gönderdiği mektupta verdiği bir hükmün hatalı olduğunu anladığında o kararından dönmesini istemiş, fıkıh literatürünün konuyla ilgili bölümlerinde ve bu alanda yazılan eserlerde de hâkimin hükümde hata etmesi, muhakemenin iadesini gerektiren belli başlı durumlar arasında sayılmıştır {Mecelle, md. 72, 1838). Bunun yanında, hatalı hükmün yol açtığı zararın hâkimin kusur oranı yüksek olmadığı sürece hizmet kusuru sayılması ve devlete tazmin ettirilmesi gereği de üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur (Atar, s. 215).
BİBLİYOGRAFYA ;
İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, "bt'e" md.; Lİsânü'l-ıArab, "tıt'e" md.; Kamus Tercümesi, I, 32-33; Buhârî. "Şavm", 26, "İ'tişâm", 20; Müslim. "Şı-
yâmT1, 17; İbn Mâce. "Talâk", 16; Ebû Yûsuf. el-Harâc, s. 156; Cessâs. Ahkâmü'l-Kur'an (Kamhâvî).l, 180,191-204; III, 192-193; IV, 142-143; İbn Hazm. el-Ihkâm, Beyrut 1983, V, 141-160; Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 84; VII, 356-357; Bâcî. İhkâm (Türkî). s. 275; Şîrâzî. el-Mühezzeb, I, 283-285; II, 221, 245; a.mlf., et-Tebştra, s. 496-509; Cüveynî, Kitâbü'Nctihâd (nşr. Abdülhamîd Ebû Züneyd), Beyrut 1987, s. 23-72; Pezdevî, Kenzü'l-ouşûl, IV, 1500-1501; Serahsî, el-Mebsût, I, 170-171; XXVI, 66-68; XXVII, 85-86; a.mlf., et-Uşût, II, 153-155, 194, 246-248, 251, 294-296; Kîyâ el-Herrâsî, Ahkâ-mü'l-Kur'ân, II1-1V, 106-108;Gazzâlî. el-Müstaş-fâ, I!, 358-379; Ebû Bekir İbnü'i-Arabî, Ahkâ-mü'l-Kur'ân, \, 264-265, 474-475; Kâsânî. Be-dâY, VI!, 271-286; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müc-tehid, I, 289, 290, 295; II, 345; İbnü'l-Cevzî. Nüzhetü'l-a'yün, s. 271-272; Âmidî, el-İhkâm, III, 18-19; Sıbtlbnü'l-Cevzî. /şârü7-inşâ/"|nşr. Nâ-sırü'l-Alîet-Huleyfî), Kahire 1987, s. 378; Mah-mûd b. Ahmed ez-Zencânî. Tahricü 't-fürû' 'ale'l-uşûl, Beyrut 1982. s. 285-287, 366-367; Bey-zâvî, ei-ûâyetü'l-kuşvâ (nşr. Ali Muhyiddin el-Karadâğf), ts. (Dârü'n-Nasr). II, 788; Ebü'l-Bere-kât en-Nesefî. Keşfü'l-esrâr, Beyrut 1986, II, 306-307; Tûfî. Şerhu Muhtasarı'r-ravza (nşr. İbrahim b. Abdullah Âl-i İbrahim), Riyad 1409/ 1989. II, 175-176; Abdülazîz el-Buhârî. Keşfü'l-esrâr, IV, 1500-1502; İbn Cüzey, el-Kaüâninü't-ftkhiyye, Beyrut, ts. (Dârü'I-Kalem). s. 93, 226; Sadrüşşerîa, et-Tauzîh, II, 195-196; Zeylaî. Naş-bü'r-râye, |baskı yeri yok] 1973, II, 64-66; İbn Kayyim el-Cevziyye. l'lâmü'l-muvakkfln, II, 31-34; İH, 117-119; İbnü'l-Hâcib, Müntehe't-vüşûl, s. 211-215; Bâbertî. e/-'/nâye(!bnü'l-Hümâm, Fetfıu7-fcadfr| Bulak | içinde). I, 344; Şevkânî, Neytü'l-eutâr, IV, 175; Şâtıbî. el-Muuâfakât: İs-lâmî İlimler Metodolojisinle. Mehmet Erdoğan). İstanbul 1990, i. 138. 154-155, 161-163; III, 275-277; Teftâzânî, et-Teluîh,\\, 195-196; İbn Receb, Câmi'u'l-'ulûm ue'l-hîkem, Beyrut, ts. (Dârül-Ma'rife), s. 350-354; İbn Melek. Şerhu'I-Menâr, İstanbul 1292, s. 368-369; İbnü'1-Lah-hâm, el-Kauâld, Kahire 1994, s. 63; Fîrûzâbâ-dî. Beşâ'ir, Beyrut, ts. (el-Mektebetü'l-ilmiyye), II, 551-553; İbn Hacer, Tethişü't-habîr (nşr. Şaban M. İsmail), Kahire 1979,11, 301-302; İbnü'l-Hümâm, et-Tahrîr, II, 204-206; İbn Nüceym. el-Eşbâh ue'n-nezâVlnşr M. Mutî' el-Hâfız). Di-mask 1983, s. 188-189; İbn Âbidîn. Reddü't-muhtar (Kahire), I, 614; VI], 422; Haskefi, ed-Dürrü'l-muhtâr(îbn Âbidîn, a.e. içinde), 1,614-615; IV, 530-531; Mecelle, md. 72, 1838; En-sâri, Feuâtihu'r-rahamût, Beyrut 1324, I, 165-166; Abdülkâdİr Ûdeh, et-Teşriıu't-cinâ3İyyü'l-İslâmi, Kahire 1959,1,430-438; Fahreddin Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, Ankara 1979, s. 215; M. Edîb Salih, Tefsirü'n-nuşûş, Beyrut 1984,1, 349-351, 536; Ali Muhyiddin el-Karadâğî, Mebde'ü 'r-rızâ n'l-'ukûd, Beyrut 1406/1985, II. 813-816; Hüseyin Halef el-Cebürî, ıAuârizü'l-ehliyyeıin-de'l-tışûUyym, Mekke 1408/1988, s. 394-412; Ahmed Fethî Behnesî, et-Mevsû'atü'l-cİna'iyye fı'l-fıkhi'l-islâmî, Beyrut 1412/1991, II, 261-270; J. Schacht, "Hatâ", \A, V/l, s. 358-359; a.mlf., "Khata'",£/z(İng.)ı IV, 1100-1102; A. J. Wensmck-[LGardet]."EhatiJaM, a.e., IV, 1106-1109; "Hatâ"1. Mu.F, XIX, 128-175.
IÂ1
lifti H. Yunus Apaydın
HATÂBE
Zanniyât veya makbûlâttan oluşan
aklî delil, mantıktaki beş sanattan biri.
L J
Sözlükte "bir topluluğa hitap etmek" anlamına gelen hatâbe (hatâbet), mantık ve kelâm terimi olarak "zanniyyâtve" ya makbûlâttan oluşan kıyas" diye tanımlanır. Zarurî bilgi ifade eden kesin aklî delilleri (burhan) anlamaktan âciz olan halk kitlelerini ikna etmek amacıyla kurulan hatâbî kıyaslar, insanların çoğunluğu veya bir bölümü tarafından kabul edilen hükümlere ve söylediklerinin doğru olduğu düşünülen âlimlerle mürşidlerin sözlerine dayanan öncüllerden oluşur. Aristo'nun mantığa dair eserlerinin Arapça'ya tercüme edilmesiyle İslâm kültürüne intikal eden hatâbe (bk. hitabet), daha çok halkı hem dinî hem dünyevî konularda faydalı işler yapmaya ve zararlı işlerden uzaklaştırmaya teşvik etmek için hatiplerin geliştirdikleri delillerden ibaret kabul edilir.
Hangi konuda olursa olsun insanların istenen hükümleri tasdik edip benimsemesini sağlamaya yarayan hatâbî kıyaslar ikna etme gücü açısından farklılık ar-zeder. Aristo geleneğine uyan İslâm düşünürleri bir kısmı güçlü bir kısmı da zayıf olabilen hatâbî kıyasların, katı bir taassup içinde bulunmayan ve delillerin muhtevasını eleştirecek seviyenin altında kalan muhatapları ikna etse bile kesine yakın bir zannî bilgi dahi ifade etmeyeceğini kabul edip hatâbeyi kesinlik açısından cedelî kıyaslardan sonraki bir derecede görmüşlerdir. Hatâbe, tıpkı cedel gibi Fârâbî tarafından "karışık burhan" diye adlandırılan delilleri kapsamına almakla birlikte yine de cedelden farklıdır. Zira cedel, realiteye uygunluğu aykırılığından daha az olan bir delil niteliği taşıdığı halde hatâbe iki tarafı birbirine eşit olan bir delil mahiyetindedir (Salîbâ, I, 532).
Gazzâlî, Kur'an delillerinin hem çocuklara hem de yetişkinlere fayda veren su gibi olduğunu ve herkese hitap edici özellik taşıdığını belirtir {İtcâmü'l-'auâm, s. 87). İbn Rüşd, tasavvurât ve tasdîkâtı anlamakta insanların üç gruba ayrıldığını, aydınların burhanı, yarı aydınların cedelî, halk kitlelerinin ise hatâbî kıyaslara dayanan delillerle irşad edilmesi gerekti-
ğini belirterek bütün insanları hakkı tasdik etmeye çağıran Kur'an'ın terbiye sisteminde bu mantıkî çerçeveyi dikkate alan deliller kullanıldığını söylemiştir (Faş-lü't-makâl.s. 15, 29-31). İslâm filozoflarının yanında Fahreddin er-Râzî ve Teftâ-zânî gibi müteahhir dönem kelâm âlimleri de genellikle naklî delillerin hatâbî karakter taşıdığını kabul etmişlerdir. Bu fikri aynen benimseyen İsmail Hakkı İzmirli Kur'an delillerinin hatâbî olduğunu, bunların sıradan insanları ikna edebileceğini, fakat zihni aksi bilgilerle dolmuş bulunan ve delillerin muhtevasını inceleyebilecek seviyede olan kimseleri aklen tatmin etmeyeceğini ileri sürmüştür. Ona göre Kur'an'da, "İnsanı ilk defa yaratan onu ikinci defa da yaratmaya muktedirdir" tarzında geçen dirilişe ilişkin delilin (meselâ bk. el-Kıyâme 75/37-40) tartışmacı bir kimseyi ikna edememesi mümkündür (Yeni İlm-i Kelam, I, 45-46). Fakat İzmirli, bu delilin hangi itiraz karşısında ne şekilde geçersiz kalacağına dair bilgi vermemiştir. Buna karşılık Takıyyüd-din İbn Teymiyye, Kur'an delillerinin zannî bilgi ifade eden hatâbî karakter taşımadığını, aksine kesin bilgi veren aklî kıyaslardan oluştuğunu ısrarla savunmuştur. Ona göre Kur'an'daki darbımeseller aklî kıyasları en güzel şekilde özetleyen delillerdir {Muvâfakatû şarihi't-ma'kül, I, 44). Esasen bu tür bir yaklaşım, daha önce Ebü'İ-Muîn en-Nesefî ve sonraki âlimlerden Abdüllatîf el-Kirmânî tarafından da benimsenmiştir (İbn Ebû Şe-rîf, s. 48-58; Kur'an delillerinin karakteri hakkında bk. Yavuz, s. 184-193).
Başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere İs-lâmî kaynaklar, hayata aktarılmayan ve davranışları müsbet yolda etkilemeyen bilgiye fazla önem vermemektedir. Buna göre bilgi ve onu sağlayacak olan delil iman ve amelle bağlantılı olacaktır. îman ve amelin oluşması için bilgisizliğin giderilmesi yanında, hatta bazan ondan önce iradenin de harekete geçmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında Kur'ânî delillerin saf akıl açısından itiraz edilemez oluşu veya olmayışı büyük bir önem taşımaz. İbn Rüşd gibi filozofların karşı çıkılmaz (bur-hanî) zannettikleri delillerin ve bunların dayandığı mantıkî düşüncenin de sonraları bu konumlarını koruyamadığı bir gerçektir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bütün delillerin hatâbî-iknâî bir karakter taşıdığını söylemek de mümkün değildir. Kur'an'daki bazı deliller eğer bu
HÂTEM-İ NÜBÜVVET
kategoriye giriyorsa bu, delilleri dile getiren âyetlerin avamın anlayabileceği zahirî hükmü olmaktadır. Aynı âyetlerin, zihni ve gönlü gerçeklere açık bulunan kişiler tarafından iyiden İyiye incelendiği takdirde kesinlik derecesinde istidlaller taşıdığı da görülebilir.
BİBLİYOGRAFYA :
et-Tacrîfât, "htb" md.; Tehânevî, Keşşaf, I, 404-405; Gazzâlî. itcâmü'l-'auâm 'an 'itmi'l-ke-tam (nşr. M. el-MıTtasım-Billâh el-Bağdâdî). Beyrut 1406/1986, s. 87; İbn Rüşd. Faşlü'l-ma.-kâl (nşr. Mustafa Abdülcevâd İmrân,Fe/se/e(ü ibn Rüşd içinde], Kahire 1388/1968, s. 15,29-31; Âmidî, et-Mübîn, s. 91; İbn Teymiyye, Mu-uâfakatü şahihi'l-menkûl, Beyrut 1405/1985, ], 44; İbn Ebû Şerif. Kitâbû'l-Müsâmere, Bulak 1317, s. 48-58; M. Abdürraûf el-Münâvî, et-Teo-kif'alâ mühimmâti't-tecârif{nşr. M. Rıdvan ed-Dâye), Beyrut 1401/1980, s. 316; İzmirli. Yeni İlm-i Kelâm, I, 45-46; Cemîl Salîbâ, el-Mucce-mü'l-felsefı, Beyrut 1982,1. 531-532; Yusuf Şevki Yavuz. Kur'ân-ı Kerim 'de Tefekkür ve Tartışma Metodu, İstanbul 1983, s. 184-193; Necati Öner. Klasik Mantık, Ankara 1986. s. 188.
İRİ Yusuf Şevki Yavuz
r
HATAI
Safevî Hükümdarı Şah İsmail'in
(ö. 930/1524) Türkçe şiirlerinde kullandığı mahlas
(bk. ŞAH İSMAİL).
J
r
|
HATARAT
|
|
L
|
(bk. HAVÂTIR).
|
J
|
r
|
HATAY
|
|
|
Akdeniz bölgesinde merkezi Antakya şehri olan il
|
|
L
|
(bk. ANTAKYA).
|
J
|
r
|
HATÂYI
|
"1
|
Tezhip ve süsleme sanatının ana motiflerinden biri
(bk. TEZHlP; TEZYİNAT).
J
HÂTEM ^
(bk. MÜHÜR).
L J
HÂTEM-i NÜBÜVVET
(bk. NÜBÜVVET MÜHRÜ).
443
HÂTEM-İ TÂÎ
F HÂTEM-i TÂÎ n
(bk. HATİM et-TÂÎ).
L J
HÂTEMÜ'n-NEBİYYÎN
(bk. HATMİ NÜBÜVVET).
l_ J
HÂTIB b. AMR
Hâtıb (Ebû Hâtıb) b. Amr
b. Abdişems el-Kureşî el-Âmirî
(ö. 3/624'ten sonra)
Hz. Peygamber'in kâtibi, sahâbî.
Resûl-i Ekrem'in müşriklerin zulmü sebebiyle Erkam b. Ebü'l-Erkam'ın evine sığınması hadisesinden ve Hz. Ömer'den önce müslüman oldu. Müşriklerin şiddetli baskılarına göğüs gerdi. Şevde bint Zem'a ile evli olan kardeşi Sekrân ve diğer kardeşi Selît ile birlikte Habeşistan'a hicret etti. Onun Habeşistan'a ilk hicret eden müslümanlar arasında yer aldığı ve Habeş toprağına ilk ayak basan sahâbî olduğu söylendiği gibi Habeşistan'a yapılan her iki hicrette bulunduğu da rivayet edilmektedir. Hâtıb, Medine'ye hicretin başlamasından önce Mekke'ye döndü; oradan da Medine'ye hicret etti. Hz. Pey-gamber'le birlikte Bedir ve Uhud gazvelerine katıldı. Belâzürî'nin bildirdiğine göre, İslâmiyet'in ilk yıllarında Kureyş'ten yazı yazmayı bilen sayılı kişilerden biri olduğu için Resûl-i Ekrem'in vahiy kâtipliğini de yaptı. Güzel konuşması sebebiyle "Kureyş'in hatibi" diye anılan. Hudeybi-ye'de Mekkeliler'i temsil eden ve Mekke'nin fethi sırasında müslüman olan Süheyl b. Amr da onun kardeşidir. Habeşistan'da veya Mekke'ye döndükten sonra Medine'ye hicret edemeden orada vefat eden kardeşi Sekrân'dan dul kalan Şevde bint Zem'a'yı Hz. Hatice'nin vefatından sonra Resûlullah ile onun evlendirdiği söylenmektedir.
BİBLİYOGRAFYA :
İbn İshak, es-Sîre, s. 125, 157, 205-206; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 281, 285; İbn Sa'd. et-Taba-kât, 1, 204; 111, 405; Belâzürî. Fûtüh (Fayda], s. 692; İbn Abdülber. et-tstt'âb, I, 347-348; IV, 41; İbnü'l-ESlr, Ûsdü't-ğ&be, I, 434; II. 412; VI, 64; İbn Hudeyde el-Ensâri, el-Mişbâhu'L-mudî, Beyrut 1985, 1, 85-86; İbn Seyyİdünnâs, 'üyûnü'l-eşer, II, 316; İbn Hacer. et-İşâbe, 1, 301; IV, 40; M. Mustafa el-A'zamî, Küttâbü'n-nebî, Riyad 1401/1981, s. 52. ı—i
ffil İ. Hakkı Ünal
444
F HÂTIB b. EBÛ BELTEA "
( teli ^Ȕ j; ^b-)
Ebû Muhammed (Ebû Abdillâh)
Hâtıb b. Ebî Beltea Amr
b. Umeyr b. Seleme el-Lahrnî
(ö. 30/650)
Hz. Peygamber'in
Mısır Mukavkısı Cüreyc b. Mînâ'ya
elçi olarak gönderdiği sahâbî.
İbn Ebû Beltea diye de anılır. Altmış beş yaşlarında vefat ettiğine dair rivayetlere bakarak milâdî 586 yılı civarında doğduğu söylenebilir. Aslen Yemenli olup babası Ebû Beltea'nın adı Amr b. Râşid b. Muâz el-Lahmî şeklinde de zikredilmiştir. Zübeyr b. Avvâm'ın müttefiki (halîf) olan babasının Benî Mezhic'den olduğuna dair rivayetler varsa da kaynakların çoğu onu Lahmî diye zikreder. Ubeydullah b. Humeyd b. Züheyr'in kölesi olduğu ve kendisini mükâtebe yolu ile azat etmesi için kararlaştırdıkları ücreti Mekke'nin fethi günü ödediği de rivayet edilir.
Câhiliye devrinde ata iyi binmesi ve güzel şiir söylemesiyle tanınan ve ilk müs-lümanlardan olan Hâtıb'ın Habeşistan'a hicret etmeyip Mekke'de kaldığı anlaşılmakta. Hz. Peygamber'in hicrete izin vermesi üzerine kölesi Sa'd'ı da yanına alarak Zübeyr b. Avvâm ile birlikte Medine'ye hicret ettiği bilinmektedir. Resûl-i Ekrem onu Ruhayle b. Hâlid'le (İbn Habîb'e göre Yahlid, bk. el-Muhabber, s. 72) kardeş ilân etmiştir (İbn Sa'd, ili, 114). Bedir Gazvesi'nde bulunan Hâtıb Uhud Gaz-vesi'nde Ayneyn tepesine yerleştirilen okçulardan biriydi (Vâkıdî, I, 243). Savaşın seyri müslümanların aleyhine dönünce Hz. Peygamber'in yanına geldi. Onun yaralandığını ve dişinin kırıldığını görünce hiddetlenerek bunu yapan Utbe b. Ebû Vakkâs'ı öldürüp başını Resûl-i Ekrem'e getirdi (Hâkim, III. 300-301). BenîMusta-lik Gazvesi'nde müslümanlar susuz kalınca Hz. Peygamber ona bir kuyu kazmasını emretti. Hâtıb Hudeybiye'de yapılan Bey'atürndvân'da bulundu.
6. (628) yılın sonlarında Resûl-i Ekrem Hâtıb'ı bir mektupla Bizans İmparator-luğu'na tâbi Mısır Mukavkısı Cüreyc b. Mînâ'ya elçi olarak gönderdi. Cüreyc'in, "Muhammed Allah'ın elçisi ise niçin dua edip düşmanlarını helak etmiyor?" diye sorması üzerine Hâtıb, tanrılık iddia etmesine rağmen Fİravun'un hemen helak edilmediğini, Hz. îsâ'nın kendi memleketinde ezâ görmesine, yahudiler tarafından çarmıha gerilmek istenmesine rağ-
men kavmine beddua etmediğini ve nihayet Allah'ın onu kendi katına aldığını anlatarak iyi bir diplomat olduğunu gösterdi. Onun verdiği cevaplardan memnun kalan Cüreyc kendisine "hikmetli bir zatın hikmetli elçisi" olduğunu söyledi (İbnü'1-İmâd, I, 37) ve Hz. Peygamber'e sunmak üzere aralarında Mâriye'nin de bulunduğu birkaç câriye, binek hayvanları ve daha başka değerli hediyelerle onu yolcu etti.
Aslen Kureyşli olmayan Hâtıb, Mekke'nin fethi için yapılan hazırlıkları görünce orada bulunan akrabalarının hayatından endişe duydu ve Kureyş'in bazı İleri gelenlerine olayı haber verirse onların bundan memnun kalıp yakınlarını himaye edeceklerini düşündü. Hz. Peygamber ise yaptığı hazırlıkları karşı tarafın bilmesini istemiyor, Hayber'e doğru sefer yapacağını söylüyordu. Resûl-i Ekrem'in asıl maksadını kendilerine açtığı birkaç sahâbîden biri olan Hâtıb, Kureyş'in ileri gelenlerine hitaben yazdığı ve o sırada Medine'ye gelen Ebû Leheb'in müşrik cariyesi (Ya'kübî, I, 58) Sâre'ye verdiği mektubunda Hz. Peygamber'in gece karanlığı gibi korkunç, sel gibi bir orduyla onlara doğru gelmek üzere olduğunu belirtiyor ve Resûlullah tek başına da kalsa Allah'ın onu muzaffer kılacağını, zira bunun Allah'ın ona bir vaadi olduğunu yeminle bildiriyordu. Olayı vahiyle öğrenen Resûl-i Ekrem Hz. Ali, Zübeyr b. Avvâm ve Mikdâd b. Amr'ı Sâre'yi yakalayıp getirmekle görevlendirdi ve onu bulabilecekleri yeri de haber verdi (Buhârî, "Meğâ-zî", 46). Adı geçen sahâbîler Mekke-Medine yolunda kadını yakalayıp mektubu ortaya çıkardılar ve Hz. Peygamber'e getirdiler. Resûl-i Ekrem Hâtıb'ı çağırtarak mektubu gösterdi ve niçin böyle davrandığını sordu. Hâtıb, Hz. Peygamber'den acele karar vermemesini isteyerek aralarında bir anlaşma bulunan Kureyş'e samimiyetle bağlı olmadığını, muhacirlerin Mekke'deki mallarını ve ailelerini koruyacak yakınları olduğu halde kendi yakınlarını himaye edecek kimsesi bulunmadığını, bu sebeple Mekkeliler'i kendisine minnettar bırakmak suretiyle akrabalarını korumak istediğini belirtti. Resûl-i Ekrem onun savunmasını kabul etti. Hâtıb'ın öldürülmesini isteyen Ömer'i yatıştırmak için de onun Bedir Gazvesi'nde bulunduğunu, Allah Teâlâ'nın Bedir'e katılan müminlerin gayretlerini överek onlara, "Ey Bedir ehli! Bundan böyle ne işlerseniz işleyin, ben sizleri bağışlayaca-
ğım" dediğini hatırlattı (Buhârî. "Cihâd", i 41 ]. Bu olayın, "Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin" (el-Mümtehine 60/1) mealindeki âyetin nüzul sebebi olduğu, ayrıca bir kölesinin Hâtıb'ı Resûl-i Ekrem'e şikâyet edip onun cehennemlik olduğunu söylemesi üzerine Resûlullah'ın Bedir ve Hu-deybiye'de bulunan hiç kimsenin cehenneme girmeyeceğini belirttiği rivayet edilmiş, âyetin hitap şekli de Hâtıb'ın imanına Allah'ın şahadeti olarak yorumlanmıştır (Tecrid Tercemesi, X, 299]. Daha sonra Mekke'nin fethine ve Huneyn Gazvesi'ne katılan Hâtıb'ı Hz. Ebû Bekir hilâfeti sırasında Cüreyc b. Mînâ'ya elçi olarak göndermiş. Hâtıb 20 (641) yılında. Mısır'ın fethine kadar devam eden bir antlaşmayı İslâm devleti adına imzalamıştır. Mısır'a elçi olarak gönderilmesinde muhtemelen yaptığı ticarî seferler dolayısıyla bu ülkeyi iyi tanımasının, ayrıca güzel bir görünüme ve kıvrak bir zekâya sahip olmasının rolü vardır. Kendisinden birkaç hadis nakledilen Hâtıb hakkındaki bazı rivayetler oğlu Abdurrahman ve torunu Yahya vasıtasıyla gelmiştir.
Altmış beş veya yetmiş (İbn Hacer. Teh-zlbü't-Tehzlb, I!, 168) yaşlarında Medine'de vefat eden Hâtıb'ın cenaze namazını Hz. Osman kıldırmıştır. Vefatında 4000 dinardan fazla para, bir ev ve birçok mal bıraktığı rivayet edilir.
BİBLİYOGRAFYA :
Müsned, 1,79-80, 105; II, 109; Buhârî. "Cihâd", 141, 195, "Meğazî", 9, 46, "Tefsir", 60/ 1, "İstPzân", 23; "İstitâbetü'l-mürteddîn", 9; Müslim, "Fezâ'ilü'ş-şahâbe", 161; Tlrmizî. "Tefsir", 60/1; Vâkıdî, ei-Meğâzt, bk. İndeks; İbn Sa-d. et,-Tabakât, III, 114-115; İbn Habîb, el-Mu-habber, s. 72, 76, 276, 288; Halîfe b. Hayyât, et-Tabakât (Zekkâr), II, 584; İbn Kuteybe, el-Ma'âri/"(Ukkâşe|, s. 317-318; Ya'kübî, Târih, I, 58;Taberânî, el-Mu'cemü'i-kebîr (nşr Hamdı Abdülmedd es-Selefî), Bağdad 1404/1984, III, 184-185; Hâkim. el-Müstedrek, III, 300-302; İbnAbdülber, el-İstfâb, I, 348-351; İbnü'I-Esîr, üsdü'l-ğâbe, I, 431-433; Zehebî. AHârnü'n-nû-belâ", II, 43-45; Heysemî, Mecma'u'z-zeuâ'id, IX, 303-304; İbn Hacer, el-İşâbe, 1, 300; a.mlf.. el-Metâtİbü'i-'âliye, IH, 288;a.mlf.. Tehzibü't-Tehzib, II, 168; Tecrid Tercemesi, X, 296-299; XII, 390-393; İbnCTI-İmâd. Şezerât, I, 37; Muham-med Hamîduliah, el-Veşâ'iku's-siyâsiyye, Beyrut 1403/1983, s. 87; Mahmûd Şît Hattâb, "eş-Şahâbiyyü's-sefîr Hâtıb b. Ebî Belte'a el-Lah-mî", Risâtetü't-Halîci'l-'Arabî, II1/9, Riyad 1983.
Dostları ilə paylaş: |