Haşrin kötüsünden Allah'a sığınan ve fakirler zümresi içinde haşredilmeyi niyaz eden [Mûsned, V, 329; Tirmizî, "Zühd", 37) Hz. Peygamber'in hadislerinde haşrin kısımları, şekilleri, İnanç ve amelleri değişik olan insanların haşir esnasındaki durumları hakkında çeşitli bilgiler verilmektedir. Bu hadislerden anlaşıldığına göre kıyamet alâmetlerinin ilki veya sonuncusu olarak çıkacak bir ateş insanları doğudan batıya sevkedecektir ki {Müs-ned, IV, 6; V, 3; VI, 463; Buharı, "Enbiyâ'", 1) bu dünyada vuku bulacak olan bir haşir kabul edilir (İbn Kesîr, I, 227, 228). Asıl haşir ise kıyametin kopmasından sonra diriltilecek yaratıkların kabirlerinden çıkması ile gerçekleşecek olan haşirdir. İlgili hadislerde haber verildiğine göre insanlar, üzerinde dağ. taş gibi yol gösterici hiçbir alâmetin bulunmadığı, kepeksiz un gibi bembeyaz ve dümdüz bir alanda haşredilecektir (Buhârî, "Rikak", 44). Kabirden ilk defa Resûl-i Ekrem çıkacak, onu Ebû Bekir ve Ömer takip edecek, daha sonra Medine ve Mekke'de bulunanlar Peygamberle birlikte mahşer yerine varacaklardır (İbn Kesîr, I, 262).
Haşir esnasında insanlar yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olacak, fakat o günün dehşetinden erkekler ve kadınlar birbirlerine bakamayacak, izdihamdan ve yaklaştırılan güneşin hararetinden Ötürü dökülen terler ağızlara ve kulaklara kadar yükselecektir (Buhârî. "Enbiyâ1", 8, "Zekât", 52). Cennet elbiselerinden ilk defa Hz. İbrahim İle Hz. Peygamber'e, ardından diğer peygamberlere ve müminlere giydirilecek ve bunlar haşrin zorluklarından kurtulacaktır (Kurtubî, s. 237). İnsanlar inançlarına ve amellerine göre çeşitli şekillerde hasredilir. Kötülüklerden sakınanlar eğerleri altından olan emsalsiz binekler üzerinde hasredilir ve müstakbel hayatlarını özlerler. Bazıları ikişer, üçer, dörder, onar kişilik gruplar halinde develer üzerinde mahşer yerine götürülür. Bazıları da kavurucu güneş altında yaya olarak haşrolunur. Kâfirlere gelince bunların liderleri yüzükoyun, diğerleri yürüyerek mahşere sevkedilir {Müsned, I, 155; Buhârî, "Rikâk", 45; Müslim, "Cennet", 59; Beyhaki, s. 648; Kurtubî, s. 226, 237). İlâhî emirler karşısında büyüklük tas-layanlar zerreler gibi küçültülmüş olarak mahşere götürülecek (ibn Kesîr, 11, 8), başkasının arazisini haksız yere alanlar da bu arazinin toprağını mahşer yerine kadar sırtında taşımaya mahkûm edilecektir (Müsned, IV, i73). Mahşer yerine gelen insanların gözleri gökyüzüne çevrilmiş halde kırk yıl bekleyecekleri, sonunda Hz. Peygamber'in şefaatiyle hesaba çekilme işleminin başlayacağı da hadislerde verilen bilgiler arasında yer alır (İbn Kesîr. !, 267).
Haşir, muhtemelen "insanları bulundukları yerden çıkarmak" şeklindeki sözlük anlamından hareketle bazı kelâmcı-lar tarafından yer yer ba's ile eş anlamlı bir terim olarak kullanılmıştır (Âmidî, s. 121;Tehânevî: I, 293-294). AncakHalîmî, Kurtubî, İbn Kesîr. Aynî ve daha başka birçok âlim, haşri ba'stan sonra gerçekleşecek merhaleyi ifade eden bir terim olarak kabul etmişlerdir. Bu görüş, kıyamet hallerini tasvir eden naslara daha uygun düşmektedir. Haşir terimini gene! anlamıyla kıyamet veya meâd yerine kullanan âlimler, onun muhtevasını kıyametteki bütün merhaleleri kapsayacak şekilde geniş düşünmüş ve buna göre açıklamalar yapmışlardır (Halîmî, 1, 417-418; krş. Şa'rânî, II, 158-159). Haşir konusuna ilişkin bilgiler yalnız âyet ve hadislere bağlı olduğundan bu hususta İslâm âlimleri arasında farklı görüşlere hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. İlgili naslarm yorumu sırasında daha çok hayvanların haş-
ri. birbiriyle çelişir gibi görünen bazı naslarm telifi, ilâhî huzura haşredilişten doğan mekân problemi ve haşrin cismanî mi ruhanî mi olduğu konularında farklı yaklaşımlar göze çarpmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de haşr kavramı hayvanlara da nisbet edilmiştir (bk. el-En'âm 6/ 38; et-Tekvîr 81/5(. Bu tür âyetlerle aynı konuya dair hadislerin yorumunu yapan âlimlerin bir kısmı hayvanlara izafe edilen haşrin ölümden ibaret olduğunu, hayvanların Ölüm sonrasında bir hayatı ve sorumluluğunun bulunmadığını söylerken bazıları, daha çok kelimenin genel sözlük anlamından ve bir kısım rivayetlerden hareketle hayvanların da kıyamette diriltilmesin! mümkün görmüşlerdir (Ta-berî, VII. 119-120; XXX, 43; ÂlÛsî, VII. 145-146; Reşîd Rızâ, VII, 396-400). Ancak hayvanların yükümlü ve sorumlu olmadığı, ayrıca hesaba sığmayacak kadar çok olan hayvanların haşredilmesinin hikmetten uzak görünmesi gerçeği karşısında İbn Abbas'ın da yer aldığı birinci gruptaki âlimlerin fikri daha isabetli görünmektedir.
Kıyameti tasvir eden bazı âyetlerde kâfirlerin ve Kur'an'dan yüz çevirenlerin kör, sağır ve dilsiz olarak haşredileceği belirtilirken (el-lsrâ 17/97; el-Mürselât 77/35-36) bir kısmında bunların da herkes gibi konuşacaklarının bildirilmesi ilk bakışta çelişkili gibi görünürse de bu husus, ba's ve haşirle başlayacak olan kıyamet hallerinin değişik merhaleleriyle İlgili bir durumdur. Bu merhalelerin bir kısmında mevcut olan bir halin diğerinde değişmesi mümkündür (Halîmî, 1,420-421). Kur'ân-ı Kerîm'de âhiret hayatından söz edilirken nihaî dönüşün Allah'a olacağı, herkesin O'na rücû edeceği sık sık tekrarlanır (bk. M. F. Abdüfbâki, el-Mu'cem, "ru-cûe", "maşîr" md.leri). Bu tür ifadeler, haşrin "Allah'ın huzuruna varış" mânasını da taşıdığını gösterir. Bu ise mekândan münezzeh olan Allah'a bir yer veya makam nisbet edildiği intibaını doğurur. Ancak halik ile mahlûk arasındaki münasebet ulûhiyyet açısından dünyada ne ise âhiret hayatında da odur. Bununla birlikte Kur'ân-ı Kerîm'de de ifade edildiği gibi (Kâf 50/22) kıyamette kişi ile gayb âlemine dair bazı gerçekler arasındaki perde kalkar ve insan huzûr-i ilâhîde bulunduğunun şuuruna varır. Şu halde buradaki değişim hâlikte değil mahlûkta meydana gelir. Ezelî ve ebedî olan. zamandan, mekândan ve değişiklikten münezzeh bulunan Allah ise daima aynı sıfatları taşır.
İslâm filozoflarından İbn Sînâ ile İbn Rüşd mutluluğu aklî lezzete erme, azap
HASÎSİYYE
F HAŞÎŞİYYE
Ortaçağ'da Suriye'deki
Nîzârî İsmâilîler İçin kullanılan
aşağılayıcı bir isim.
Sözlükte "kuru ot" anlamına gelen haşîş kelimesi, sonraları müslümanlarca uyuşturucu özelliği bilinen Hint keneviri ve bundan elde edilen esrar için kullanılmıştır. Haşîşiyye, haşîşî (esrar içen, esrarkeş) kelimesinden türetilmiş topluluk ismidir; haşîşîn, haşîşiyyûn / haşîşiy-yîn, haşşâşûn / haşşâşîn ve haşhaşîler de denilir. Haşîşiyye adının, Nizârî İsmâi-lîler'e verilmeden önce en azından XI. yüzyılın ikinci yansında ortaya çıktığı, onlar için ilk defa 1123'te Fatımî Halifesi Âmir- Biahkâmillâh tarafından, Suriye'ye gönderdiği Nizâriyye aleyhtarı fikirler içeren ikinci mektubunda kullanıldığı görülmektedir (Daftary, s. 29-30, 91). Bündâ-rî, İran'daki İsmâilîler için Bâtıniyye ve Melâhide, Suriye'dekiler için Haşîşiyye tabirlerine yer vermiştir {Zübdetü'n-Nuşrâ, s. 169, 195). Ebû Şâme, Suriye'deki İsmâ-ilîler'den Haşîşiyye ve reisleri Râşidüddin Sinan'dan "sâhibü'l-haşîşiyye" olarak bahseder
Fatımî halifelerinden Müstansir-Bil-lâh'ın ölümünün ardından (1094) yerine geçemeyen büyük oğlu Nizâr'ın ve soyunun imametini savunan Hasan Sabbâh, 483 (1090) yılında başta Alamut olmak üzere İran ve Irak'taki çeşitli kaleleri ele geçirerek Nizârî teşkilâtını kurmaya muvaffak oldu. XII. yüzyılın başlarında Sel-çuklular'ın hâkimiyetinde bulunan Suriye'de başta Masyaf, Bâniyâs, Havâbî ve Kehf olmak üzere Cebeliensâriye'nin hemen hemen bütün kaleleri Nizârîler tarafından zaptediidi. Bu bölgede teşkilât-
418
lanmış olan Nizârîler, genellikle Alamuf-ta oturan ve "şeyhü'l-cebel" denilen liderlerinin emriyle muhalif müslüman gruplara ve Haçlılar'a karşı saldırılar düzenlemişler, esrar içirilen fedaîleri vasıtasıyla çok sayıda devlet adamına karşı suikast tertip etmişlerdir. Ancak Haşîşiyye'nin tamamı esrar içen kimseler olarak düşünülmemelidir. Yaygın kabul, fırka liderlerinin, görevlendirdikleri fedaîlere vecd İçinde cennet hayalleri görüp Ölümü cesaretle karşılamaları ve yapacakları işlerin sonunda ulaşacakları nimetleri önceden tatmaları için esrar içirdikleri şeklindedir. İslâm dünyasına karşı siyasî, içtimaî ve dinî bakımdan ciddi bir tehdit oluşturan Haşîşîler kurbanlarını özenle seçiyorlardı. Bunların bir kısmı idareci, bir kısmı da dinî sınıftandı ve pek azı hariç tamamı Sünnî idi; genel olarakŞiîler'e, hıristiyanlara ve yahudilere saldırmamışlardır.
İran'dan Suriye'ye gelen Alamut casusları İranlı refiklerinin metotlarını kullanmayı denediler; hedefleri terör için uygun merkezler seçmekti. Reisler, bu mensuplarını dağlık bölgelere yönlendirmek amacıyla çalıştılar; başta Masyaf olmak üzere birçok kale ele geçirildi. Haşîşîler, Suriye'de Selçuklu melikleri ve emîrlerle ölçülü bir iş birliği yapmaktan geri durmadılar. Ensâriye dağlarının bulunduğu bölgede bazı kaleleri tahkim edebilmek için yarım asır çalıştılar. Haşîşî reislerinin hepsi Aiamut'tan gelmiş ve önce Hasan Sabbâh'ın, sonra da haleflerinin emriyle hareket etmişlerdir. Suriye'de yerleşmek için sürdürdükleri mücadelede 1130 yılına kadar fazla başarı sağlayamadılar. Ancak söz konusu tarihten itibaren ihtiyaç duydukları yerleri zapt ve tahkim etmeye başladılar. Haşîşîler'in Suriye'de işledikleri ilk cinayet, reisleri Hakîm el-Mü-neccim'in emriyle Humus Emîri Cenâbüd-devle'nin şehrin ulucamiinde öldürülmesi olayıdır (496/1103). Haşîşîler'i rakiplerine karşı kullanmak isteyen Halep Selçuklu Meliki Rıdvan onların burada faaliyet göstermesine izin vermiştir. 496'da (1103) ölen Hakîm el-Müneccim'in yerine geçen Ebû Tâhir es-Sâiğ döneminde 1106'da Efâmiye hâkimi Halef b. Mülâib, 1113'te de Haçlılar'a karşı başlattığı ci-had harekâtıyla tanınan Selçuklular'ın Musul emîri Mevdûd öldürüldü. Halep'teki Haşîşîler bu gibi cinayetleri sebebiyle halk tarafından sevilmiyordu. Melik Rıdvan'ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Alparslan ei-Ahras, Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar'ın emriyle Ebû
Tâhir es-Sâiğ ile İsmail ed-Dâî ve Hakîm el-Müneccim'in kardeşini öldürttü ve çok sayıda haşîşîyi de hapse attırdı. Bütün bunlara rağmen Haşîşîler Halep'teki faaliyetlerini 1124 yılına kadar sürdürdüler. Muhammed Tapar'ın meşhur emirlerinden Aksungur el-Porsuki, 1126'da Musul'da Câmi-i Atîk'te onların suikastine kurban gitti. 1129'da Atabeg Tuğtegin'in oğlu Böri'nin emriyle Haşîşîler'e karşı büyük bir harekât başlatıldı ve binlerce haşîşî öldürüldü. Börİ, bu olaydan sonra Ha-şîşîler'den korunmak için elbisesinin altına zırh giymeye başladıysa da 1131'de saldırıya uğradı ve aldığı yara yüzünden ertesi yıl öldü. Selçuklular, Haşîşîler'in İslâm âlemi için çok ciddi bir tehlike teşkil ettiklerinin farkında idiler. Bu sebeple aldıkları askerî tedbirlerin yanında halkı aydınlatmak ve İsmâilî fitnesinden korumak amacıyla yoğun faaliyette bulundular ve Bağdat gibi önemli merkezlerde Sünnî düşünceyi yaymak üzere çeşitli medreseler kurdular.
Müstansır- Billâh"tan sonraki Fatımî halifeleri Haşîşîler'in nazarında birer gâsıp-tı. Bu sebeple iktidardaki halifeyi hal'edip Nizâr'ın soyundan birini yerine geçirmek onlar için kutsal bir görev sayılıyordu; bundan dolayı 524 (1130) yılında Âmir-Biahkâmillâh'ı öldürdüler. Haşîşîler zaman zaman Haçlılar'la iyi ilişkiler kurdular ve Suriye'deki siyasî durumdan kendi hâkimiyetlerini sağlamlaştırmak için istifade etmesini bildiler. 535'te (1141} Masyaf, Kehf, Kadmus, Ulleyke ve Havâbî gibi bazı kaleleri ele geçirdiler. Haşîşî reislerinden Ali b. Vefa. Antakya Prinkep-si Raymond ile Nûreddin Mahmûd Zen-gfye karşı iş birliği yaptı. Zaman zaman da Haçlılar'la mücadele eden Haşîşîler'in 1192'de Kudüs Kralı Conrad de Montfer-rat'ı Öldürmeleri Haçlılar arasında büyük yankı uyandırdı. Alamut hâkimi II. Hasan Alâzikrihisselâm (1162-1166), kendi doktrinini Suriye'de tanıtmak ve yaymak için Râşidüddin Sinan'ı görevlendirdi. Onun idaresindeki Haşîşîler Selâhaddîn-i Eyyû-bî ve Haçlılar'la mücadele ettiler. Selâhaddîn-i Eyyûbî Halep (570/1174) ve Araz (571/1176) kuşatmaları sırasında iki defa Haşîşîler'in suikastine mâruz kaldı ve ikincisinde ölümden kıl payı kurtuldu. Bunun üzerine Râşidüddin Sinan'ın oturduğu Masyaf Kalesi'ni kuşattı ve Haşîşîler'in hakimiyetindeki bazı yerleri tahrip etti. Ancak Eyyûbîler'in Hama emîri Şehâbed-din Mahmûd el-Harîmî'nin aracılığı ve Haçlılar'ın Dımaşk ve Ba'lebek'e yaptıkları saldırılar karşısında Sünnî birliğini ye-
niden sağlamayı ve Batı'dan gelen istilâcıları kovmayı hedefleyen Selâhaddîn-i Eyyûb;, Masyaf kuşatmasını kaldırıp Ha-şîşîler'le dost geçinmeye karar verdi ve 588'de (1192) Haçlılar'la anlaşma yaparken onların da göz önünde tutulmasını şart koştu; bu Haşîşîler arasında 4000 kadar da yahudi vardı (Şeşen, s. 45-46). Râ-şidüddin Sinan, bir süre sonra Alamut'-tan bağımsız hareket ettiyse de ölümünden (1193) sonra yerine geçen İranlı Nasr devrinde şeyhülcebel Suriye'deki eski otoritesine tekrar kavuştu. Templier ve Hos-pitalier şövalyeleri Haşîşî kaleleri üzerinde baskı kurup onlardan haraç almaya muvaffak oldular. Haşîşîler, Alamut hâkimi III. Hasan'ın (121 o-1220) yeni siyasetinden etkilendiler. III. Hasan Suriye'deki taraftarlarına cami yaptırmalarını, belirli ibadetleri ifa etmelerini, içkiden, uyuşturucudan ve haram olan her şeyden sakınmalarını, şeriatın bütün hükümlerine saygı göstermelerini emrediyordu.
Haşîşîler'e verilen isimlerden haşşâşîn. Haçlılar vasıtasıyla Suriye'den Avrupa'ya taşınmış ve Haçlı literatürü ile Yunan ve yahudi metinlerine girmiştir. Bugün Batı dillerinde "assassin" şeklinde görülen kelime, Avrupa'ya ilk defa intikal ettiğinde birçok şair tarafından "gayretli ve fedakâr" anlamında kullanılmıştır. Sevdiğine bağlılığını ve onun kendisi üzerindeki nüfuzunu ifade ederken "şeyhülcebelin assassin üzerinde bu kadar nüfuzunun bulunmadığını" belirten şair yanında, kendini "sevdiğinin emirlerini yerine getirmek suretiyle cennete girmeye hak kazanacak bir assassin" şeklinde tanımlayanlara da rastlanmaktadır (Chambers, LX1V|1949|. s. 245-251). Haçlılar'ın uzun süre Ortadoğu'da kalması ve çeşitli vesilelerle elçi teatisi. Batılıların Haşîşîler'le ilgili tamamlayıcı bilgilere sahip olmalarını, onları daha yakından tanımalarını sağlamış ve assassin kelimesi de "suikastçı, haince adam öldüren, gizli katil" anlamını kazanmıştır. Marko Polo'nun Se-yanaindme'sindeki ifadeler de {1,42-45) Avrupalılardın konu üzerine dikkatlerini Çekmiş ve edebiyatçılar arasında büyük yankılar uyandırmıştır.
İsmâilî olmalarından dolayı mezhebin diğer mensupları İle aynı prensipleri paylaşan Haşîşîler'İn en önemli özelliği gizli cemiyet halinde teşkilâtlanmalarıdır. Bu topluma giren kişiler fedailer, refikler, dâfler ve davetin önde gelen kişileri şeklinde bir sınıflandırmaya tâbi tutuluyorlardı ve liderlerine karşı mutlak surette İtaat göstermek, emredilen her şeyi ye-
rine getirmek zorunda idiler. Düşmandan kurtulmak için onu Öldürme geleneği bu fırka tarafından sürdürülmüştür. Haşiş kullandırılan fedaîlere hançer verilmek suretiyle düşmanların öldürülmesine dair XII. yüzyılın sonunda Lübeckli Arnold tarafından nakledilen bir rivayet bu konuda dayanılan en eski kaynak olmalıdır. Bu rivayete göre şeyhülcebel ülkesinde bulunan insanların kafasını öyle bulandırmış, onları kendisine öylesine bağlamıştır ki bu insanlar yaşamaktansa Ölmeyi tercih etmişler, hatta bazıları şeyhin emriyle yüksek bir kale burcundan atlayıp parçalanmayı dahi göze almışlardır. Canlarını feda etme pahasına birilerini öldürme görevini yüklenen bu kimselere unutkanlık doğuran ve sarhoşluk veren içkiler içiriliyor, yapacakları eylem karşılığında kendilerine sürekli güzellikler vaad ediliyordu (Levvis, Haşîşîter, s. 4). Konuya düşmanın ortadan kaldırılması açısından bakıldığında siyasî cinayet işleme fikrinin Haşîşîler tarafından mukaddes bir vazife olarak kabul edildiği görülür.
İran'daki Nizârî İsmâilîler, 1256 yılında Hülâgû'nun istilâsına mâruz kaldılar. Alamut Kalesi"ni ele geçiren Hülâgû güçleri karşısında tutunamayan son Alamut hâkimi Rükneddin Hürşah yakındaki Mey-mûndiz Kalesi'ne kaçtı. Daha sonra hayatını kurtarması için mukavemet etmeden teslim olması tavsiyelerine uyarak hanın karargâhına götürülürken yolda öldürüldü. Mensupları da bulunup Öldürülerek İran'da Nizâriler bertaraf edilmiş oldu. Suriye'deki Haşîşîler, Moğol tehlikesine karşı Sünnî müslümanlarla iş birliği yapmaya ve Memlûk Sultanı I. Baybars'a yaranmaya çalıştılarsa da kendini Ortadoğu'yu Moğol ve Haçlı tehdidinden kurtarmaya adayan Baybars, Suriye'nin ortasında böyle bir terör örgütünün varlığını sürdürmesine müsaade etmedi. Memlükler tarafından kaleleri birer birer ele geçirilen ve 1273'te Kehfin de zaptıyla Suriye'deki hâkimiyetlerine son verilen Haşîşîler, bu tarihten itibaren siyasî Önemlerini yitirmiş küçük bir grup haline geldiler ve bir daha mezhep adına cinayet işlemediler. XIV. yüzyıldan sonra ise Suriyeli ve İranlı İsmâilîler farklı imamlar takip etmeye başlayarak birbirlerinden koptular. XVI. yüzyılda Suriye Osmanlı hâkimiyetine girince devlete özel bir vergi ödemeye başlayan Haşîşîler, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Selemiye civarında yaşayan barışçı bir bozkır halkı durumunda idiler.
HÂSİYE
BİBLİYOGRAFYA j
Cûveynî. Tâıih-i Cihângüşâ(Öztürk), III, 147-149, 151-156, 159-161;Amir-Biahkâmillâh,e/-Hidâyetü'l-'Âmiriyye (nşr. Âsaf Ali Asgar Fey-zî), London-Bombay 1938, s. 27, 39; Bündârî. Zübdetü'n-tiuşra, s. 169, 195; Ebû Şâme. er-Rauzateyn. II, 610-611, 658-660; Marco Polo. Seyahatname (trc. Filiz Dokuman), İstanbul, ts.,
1, 42-45; Makrîzî. el-Hıtat, II, 126-129; İbn Haldun. Mukaddime (trc. Süleyman Uludağ). İstanbul 1982,1, 312; J. von Hammer-Purgstall. Dle Geschichte der Assassinen aus morgenlândî-schen duellen, Stuttgart 1818; B. Lewis, "Three Biographies from Kamâl ad-Dln", Fuad Köprülü Armağanı, İstanbul 1953, s. 325-329; a.mlf., "The Isma'üites and the Assassins". A History of the Crusades (ed. K. M. Setton), London 1969, I, 99-132; a.mlf.. "Assassins of Syria and Ismârilis of Persia", La Persia net Medioe-uo. Roma 1971; a.mlf.. Haşîşîler (trc. Ali Aktan), İstanbul 1995; a.mlf.. "İsmâilîler", İA, V/
2, s. 1120-1124; a.mlf.. "HasJüsilîyya", EP (İng.). III, 267-268; P. K. Hitti, Târîhu Suriye ue Lübnan ve Fltis(în {trc. Kemal el-Yâzîcî), Beyrut 1959, II, 245-247; a.mlf., History oftheArabs. Hong Kong 1986, s. 446-448; C. Brockelmann. İslâm Milletleri oe Devletleri Tarihi (trc. Neşet Çağatay), Ankara 1964, I, 166-169; Ramazan Şeşen. Salâhaddin Devrinde EyyübîlerDevleti, İstanbul 1983, s. 45-46; Arif Tamir. Târthu'l-ismâ'îliyye: ed-Devletü'n-Iİizâriyye, London 1991, IV, 13-17, 95, 199-202; Farhad Daftary, The Assassin Legends Myths of the Isma'itis, London 1994; "Silvestre de Sacys Memoir on the Assassins" (trc. Azizen Azodi), a.e., s. 130-188; F. M. Chambers, "The Traubadours and the Assassins", Modern Language tiotes, LXIV (1949). s. 245-251; "Assassins", 0,1,491-492; Max Meyerhof, "Haşîş", İA, V/l, s. 351-353; "Haşşâşîn", a.e., V/l, s. 355-357; V. Ivanov, "Râşid-üd-din Sinan", a.e., IX, 635-636.
İKİ Mustafa Öz
HAŞİYE
Kitapların sayfa boşluklarına yazılan çoğu kısa açıklamalar için
kullanılan terim.
L J
Sözlükte "doldurmak; gereğinden fazla söz söylemek veya yazmak" anlamlarına gelen haşv masdarından türetilmiş bir isim olan haşiye (çoğulu havâşîl "söz ve yazıdaki fazlalıklar, bir şeyin kenarı, bir eserin ve yazının bulunduğu sayfanın kenarlarındaki boşluk (marj)*1 demektir. Terim olarak haşiye, "sayfa boşluklarına ilâve edilen açıklayıcı ve tamamlayıcı bilgileri içeren not" mânasında olup hamiş ve derkenar kelimeleriyle eş anlamlıdır. Yine aynı kökten gelen tahşiye "haşiye yazmak" ve muhaşşî de "haşiye yazan" demektir. Genellikle muhtasar yazılmış meşhur bir metnin şerhi üzerine yapılmış olan haşiyeler, hem şerhte hem de
419
hAsiye
metindeki bazı kelime ve terkiplerle ya da metinde geçen özel isim. âyet, hadis, şiir gibi hususlarla ilgili olarak yapılan kısa açıklamalar mahiyetindedir. Ancak bu açıklamalar bazan metinden uzun olabilir. Şerh ise eserin bütününe dair daha geniş izahları ihtiva eden kitaplar için kullanılır. Bununla beraber bilhassa VIII. (XIV.) yüzyıldan sonra şerh mahiyetindeki müstakil eserlere haşiye de denilmiş ve kelime bu anlamda teknik bir terim haline gelmiştir (bu kelime ile başlayan eser adlarının bir listesi için bk. Brockel-mann, m. 892-894). Bunlara haşiye adı verilmesinin sebebi, şerhedilen eserin yüksek değeri karşısında ona yapılan eklerin sadece boşlukları doldurma kabilinden önemsiz ilâveler olduğu şeklindeki düşüncedir. Alak (ilişmek, yapışmak) kökünden türeyen ta'lîk ve ta'lîka (çoğulu ta'lîkât) kelimeleri de "iliştirme; iliştirilen nesne ve eklenen not" demek olup terim olarak haşiye amacıyla yapılan ilâveleri ve açıklamaları ifade eder. Ancak yorum içeren haşiyelere ta'lik adını verenler olduğu gibi (Muhammed el-Bâşâ, el-Kâfl, "taclîk" md.) ta'liki, bir metnin bazı kısımlarının tashihi veya izahı yahut daha fazla bilgilendirmek maksadıyla ilâve edilmiş olan mülâhazalar ve haşiyeye göre daha özel ve önemli açıklamalar diye anlayanlar da vardır (Çakan, s. 169). Bununla birlikte şerh ve haşiye niteliğindeki çalışmalara da tevazu amacıyla ta'lik denildiği görülür. Nitekim Azîmâbâdî, Ebû Davud'un es-Sünen'ıne yazdığı *Av-nü'I-mcfbûd adlı on dört ciltlik şerhe Ta'Iîk adını vermiştir. Gerek haşiye gerekse şerh, ta'lîkât, tefsir vb. kelimeler açıklanmasına gerek duyulan metinler için söz konusudur. Fakat bunlar, ilgili eserin anlaşılamayan kısımlarını izah için olduğu gibi esasen kapalı olmayan konuyu daha çok vuzuha kavuşturmak, o konuda okuyucuyu daha fazla bilgilendirmek gayesiyle de yapılır. Bu sebeple bazı matbu eserlerde metne sayfa kenarlarında, haşiyeye ise daha geniş olduğu için orta kısımda yer verilir. Yazma ve basma eserlerde satır aralarına düşülen kısa notlara ta'lîkât denildiği gibi haşiye de denilir. Bu hususta genel bir kural bulunmamakla birlikte meselâ metinde karışıklığa yol açan zamirin merciini göstermek, bazı kelimelerin mânasını açıklamak veya gramer bakımından cümle içindeki fonksiyonunu belirtmek (i'râb) için üzerlerine işaret olarak bir rakam ya da bir harf yazılır, sonra da sayfa kenarında aynı işaret altında gerekli açıklamalar
420
yapılırsa bu tür eserlere de ta'lîkat adı verilir. Haşiye türü eserler ise metinden ziyade şerhteki bazı güç ve kapalı ifadeleri açıklama, tamamlayıcı bilgi verme ve yerine göre eleştirme amacı taşıyan çalışmalardır. Bu tür ilâvelerin daha çok ders kitabı olarak okutulan eserler üzerinde yapıldığına bakarak bunların hoca veya talebelere ait ders notlarının düzenlenmesi sonucunda meydana geldiği söylenebilir. Özellikle Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında yoğun biçimde görülen haşiyelerin bir özelliği de kelime veya cümleyi izaha "kavlühû" ifadesiyle başlanmasıdır.
Bir metne açıklama yazma geleneğinin kutsal kitapların yorumuyla başladığı düşünülmektedir. Zira ilâhî mesaj ne kadar açık ve anlaşılır olursa olsun insanların bilgi ve kültür düzeyleri farklı olduğundan herkesin onu aynı şekilde anlaması mümkün değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm "mübîn" (apaçık) sıfatıyla nitelendiği halde bir kısım âyetler başka âyetlerle tefsir edilmiştir. Hz. Peygamber'in hadisleri de yerine göre Kur'an'ın lafzını veya mânasını açıklar mahiyettedir.
Arap edebiyatında haşiye türü çalışmaların çoğunlukla ders kitabı olarak okutulan muhtasar gramer eserleriyle belagat kitapları üzerinde yoğunlaştığı görülür. Gramerde, başta İbnü'l-Hâcib'in el-Kâfiye'si ile İbn Mâlik'in ei-Eifiyye'si olmak üzere eî-Mişbâh (Mutarrizî), İzhâ-rü'1-esrâr (Birgivî), eş-Şâfiye (İbnü'l-Hâcib), Katrü'n-nedâ (İbn Hişâm), Şü-zûrü'z-zeheb (İbn Hişâm), el-cîzzî fi't-taşrîf (Zencânî), el-^Avâmil (Cürcânî ve Birgivî), el-Âcurrûmiyye (İbnÂcurrûm), Merâhu'I-ervâh (Ahmed b. Ali b. Mes-ûd) gibi nahiv ve sarf kitaplarının şerhleri üzerine yazılmış yüzlerce haşiye bulunmaktadır. Ayrıca bunlar arasında çok önemli haşiyeler üzerine yeni haşiyelerin kaleme alınmış olduğu görülür. Meselâ İbnü'l-Hâcib'in ei-Kâ/iye'sînin Abdur-rahman-ı Câmî tarafından yazılmış şerhi olan ei-Fevâ'idü'z-Ziyd'iyye üzerine Abdülgafûr-i Lârî haşiye yazmış, bunun üzerine de Abdülhakîm es-Siyâlkûtî ve İbrahim el-Me'mûnî gibi âlimler haşiye kaleme almışlardır. İsâmüddin el-İsferâ-yînfnin Molla Câmî şerhine olan haşiyesi üzerine Muhammed Emîn el-Üsküdârî, Hasan Efendi gibi âlimler. Ebü'l-Kâsım es-Semerkandî'nin Molla Câmî şerhine olan haşiyesine de Abdurrahman el-İs-ferâyînî haşiye yazmışlardır. Yine itikatlı Muharrem Efendi ez-Zîlî es-Sivâsî, İbrahim el-Halebî, Allâmek el-Bosnevî, Ali el-
Dostları ilə paylaş: |