Ulus Devlet Kavramının Çıkışı ve Batı Medeniyetine Etkileri
Ulus devlet kavramını açıklayabilmek için öncelikle ulus devlet olgusuyla ilişkilendirilen “ulus, kavim, millet, ırk, budun” kelimelerinin anlamlarına bakmak gerekmektedir. TDK Sözlüğü incelendiğinde, ulus kelimesi “millet” kelimesine tekabül etmekte (TDK, 2011: 1339), millet kelimesi ise “Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus” anlamını taşımaktadır (TDK, 2011: 935). Yine ulus kavramıyla ilişkili olan kavim kelimesi, “Aralarında töre, dil ve kültür ortaklığı bulunan, boy ve soy bakımından da birbirine bağlı insan topluluğu, budun.” olarak karşılık bulmaktadır (TDK, 2011: 769). Burada geçen soy kelimesi, ulus kavramına yeni bir boyut kazandırmakta ve ırk kelimesini güçlü bir şekilde öne çıkarmaktadır. Irk kelimesi ise, “Kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu.” (TDK, 2011: 648) anlamını taşımaktadır. Bütün bu açıklamalardan maksat, ulus kelimesinin kavim, kavmin ise ortak boy ve soy ile birbirine bağlı insanlar demek olduğunun, bir başka ifadeyle “ırk birliği olan insanların oluşturduğu topluluk” anlamına geldiğinin ortaya konulmasıdır. Bu da, ulus devlet anlayışın temelinde belli bir ırk ya da kavmi ön plana çıkaran bir zihniyetin yattığını gösterir niteliktedir.
Günümüz devletlerinin büyük çoğunluğunda görülen ulus devlet modelinin çıkışı, Ortaçağ sonunda monarşi yönetimlerinin yıkılması ve Aydınlanma Çağı’nın başlamasıyla aynı zamanlara tekabül etmektedir fakat günümüzdeki şekline evrilmesi ancak XIX. yüzyılda gerçekleşmiştir. Ortaçağ karanlığının doğurduğu aşağılık kompleksi, Osmanlı’nın Avrupa topraklarındaki ilerleyişinin oluşturduğu korku aynı zamanda çözüm arayışlarına kaynaklık etmiş olmalıdır. “16. yüzyıldan 18. yüzyıla doğru Avrupa’daki Türk imajı ile ilgili geniş bir literatür oluşmuştur. Ortaçağlarda “Sarasen”, Ehdülüs’te “Moor” kelimeleriyle ifade edilen Müslümanlar, 16. Yüzyıldan itibaren giderek “Türk” tipiyle özdeşleştirilir. Osmanlıların Balkanların içlerine ve Güneydoğu Avrupa’nın sınırlarına kadar ilerlemesi, kıyametin bir işareti olarak görülür. 15. Yüzyılda Cusa’lı Nicholas’ın çağdaşı olan Dionysius, “Ey Rabbim! Türkler Roma’yı ele geçirecekler mi?” diye haykırır, Machiavelli ise Mandragola adlı eserindeki karakterlerinden birine “Sence Türkler bu yıl İtalya’ya kadar gelecekler mi? sorusunu sordurur. Bu dönemde Avrupa’nın Türklerle (Müslümanlarla) ilişkisi aşk ile nefret, hayranlık ile aşağılama, merak ile korku arasında gidip gelmektedir.” (Kalın, 2016;225) Bu bilgiler Sezai Karakoç’un Rönesans ile ilgili şu düşüncesini teyit eder niteliktedir:
“Rönesans’a gerek iç ve gerek dış şartlarıyla vücut veren vakıanın İslam’ın varoluşu vakıası olduğu tesbit edilir. Bir nevi Rönesans, İslam’a karşı, Hıristiyanlığın, eski Batı medeniyetini imdada çağırmasıdır.” (Karakoç,1967b; 21)
Osmanlı’nın Avrupa’daki ilerleyişinin aydınların büyük bir kısmı tarafından “kıyamet alameti” gibi algılandığı görülmektedir. Bu algının düşünürleri çözüm arayışlarına yöneltmesi kaçınılmazdır. XIV. yüzyıldan itibaren bu kaygılar, çözüm kıpırdanışlarını beraberinde getirmiş ve XV. yüzyılda Rönesans olarak karşımıza çıkmıştır. Batı Medeniyeti “yeniden doğuşunu” gerçekleştirme adımlarını atmaya başlamış ve bunun sonucunda da birçok olay, olgu ve yeni anlayışın oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Rönesans’ın, düşünce özgürlüğüne imkân tanıyan karakteristiği, bir takım yeni ideolojileri ve düşünce akımlarını beraberinde getirmiştir. Sanıldığının aksine “insanı sevme” değil, “insan merkezcilik” anlamı taşıyan hümanizm bunlardan en bilinenidir. Henüz adı konulmamışken Avrupa insanının “niçin geldim, nereye gideceğim, ne yapmalıyım, amacım ne?” sorularını cevaplama şekli hümanizmin mahiyetine ışık tutmaktadır. Hümanizm, tanrı merkezciliği geri plana atıp insanı öne çıkarma, insana seküler bir hayat yaşatma ve insanı olabildiğince özgürleştirme isteğini içermektedir. (Watson, 2005: 567-569)
Rönesans’ın doğurduğu hümanizma, insanı merkeze koyan özelliğiyle kast sistemine dayalı toplum yapısına sahip devletlerde, özellikle orta ve alt sınıflara mensup insanların manevi destekçisi olmuş ve onların “özgürlük” kelimesiyle tanış olmasını sağlamıştır. Burjuvazi sınıfı, feodalitenin zayıflamasıyla eş zamanlı güçlenmiş ve bunu korumak için halkın desteğine ihtiyaç duymuştur. Uğraşlarının sonucunda özgürlük, bireysellik, eşitlik kavramlarının insanların zihin dünyasında yer edinmesi sağlanmış, demokrasiye geçiş sırasında da milli egemenlik ve ulusun egemenliği gibi fikirler akıllara yerleştirilmiştir. Rönesans’tan önceki yöneticilere tereddütsüz itaat, yerini “devlet halk sayesinde vardır” düşünüsüne bırakmıştır. Yani mutlak otorite yerine siyasal egemenliğin ulusa ait olduğu fikri ortaya atılmıştır. Fransız İhtilali, bütün bu düşünülerin eyleme döküldüğü bir laboratuvar işlevi görmüştür. Böylelikle ayrıcalıklı sınıfların ortadan kaldırılması, yönetimin halkın eline verilmesi, ilk olarak Fransa’da uygulanabilmiştir.
“Ulus-devlet, yüzyıllardır savaşlarla sarsılmış ve artık bu savaşların sebeplerini oluşturan imparatorlukların ve kişi keyfiyetine dayanan tek kişi otoritelerinin etkileri altında yaşayan ulusların ekonomik ve sosyal bazlarda ortaya çıkan sıkıntıları aşmak ve yüzyıllardır süren ulusların içine düşmüş olduğu karmaşalardan kurtulabilmeleri için gösterdikleri yoğun isteğe cevap olmuştur.” (Yaylı, 2009) Bu oluşum, yani ulus devlet olgusunun yaygınlaşarak milli egemenliği güçlendirmesi durumu, ulusu kendi içinde örgütleyerek milli bilinci uyandırsa da, öteki milletlere karşı bilinçaltında oluşan bir önyargıyla refleks oluşturur. (Günaydın, 2013: 143)
Ulus devlet olgusu, müspet amaçlarla ortaya çıkmış olmasına rağmen ırkçılık kavramının güçlenmesine zemin hazırlaması ile bambaşka sorunların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Zira ulus devlet, esasında bir ulusun üzerine kurulmuş, bir ırkın etrafında şekillenmiş devletin tasavvurudur. Bu olguda, diğer milletlerden insanlar ikinci sınıf olarak görülmüştür. Yakın geçmişimizde ABD sınırları içerisinde yaşanmış olan siyahi-beyaz ırkın farklılığı ve beyaz ırkın üstün olduğu inancı, gücünü bu düşüncelerden almıştır. Ancak görünen odur ki; Batı Medeniyeti, kendi ortaya attığı bu ulus devlet olgusunun getirdiklerinin ve götürdüklerinin de farkına varmıştır. Postmodern yaklaşımların sonucu gelişen ulus devlet anlayışı yerine uluslar üstü devlet yaklaşımlarının tartışılmaya başlaması bu durumun delillerinden sayılabilir. İki dünya savaşından sonra artan uluslararası birlikler (Avrupa Birliği, Şanghay İşbirliği vb.), ulus devlet anlayışının eskimeye başladığının işaretlerini taşımaktadır.
Ulus devlet anlayışı başından beri birçok taraftar bulduğu gibi muhalif düşünürler tarafından da eleştirilere muhatap olmuştur. Stefan Zweig’in Avrupa’daki ulus devlet yapılanmasının yanlışlığı üzerine verdiği konferansların yanında yaşamını sonlandırması da ilgi çekicidir. 1920’li yıllardan itibaren Avrupa’nın birleşmesi gerektiği tezini savunan Zweig’in 1942’de Avrupa’nın içine düştüğü siyasi durumun acısına dayanamayarak karısıyla birlikte intihar ettiği çeşitli kaynaklarda yer bulmuştur. Zweig, “Yarının Tarihi” adlı eserinde, “Avrupa’da devletlerin kendilerini birbirlerine karşı kapamaları hiçbir zaman bugünkü kadar geniş kapsamlı, kararlı, bilinçli ve örgütlü olmamıştı. (Zweig, 1991: 40) cümlesiyle olayın vahametini gözler önüne sermiştir. Ulus devlet anlayışının çağımızda yeni düşmanlıkların kapısını araladığı bilinen bir gerçektir. Sezai Karakoç, ulus devlet temelinde yapılanan Batı Medeniyetini bu düşmanlıkların hasebi olmasından ötürü “tehlike medeniyeti” şeklinde tanımlamaktadır.
“Günümüzde, medeniyet ve kültürlerin tarihinde rastlanmayan bir oluş var. Tarih boyunca gelip geçmiş her medeniyet bir başka medeniyet tarafından ortadan kaldırılmış, kuvvetten düşürülmüşken bugünkü batı medeniyeti kendi kendini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Tarihte ilk defa olarak bir medeniyet kendi kendine karşıdır. Kendini yok edecek şartları yine kendisi hazırlıyor.”(Karakoç,1967a; 62)
Dostları ilə paylaş: |