TariH –COĞrafya adnan demirkol*(Danışman Öğretmen) Zeynep karataş Prof. Dr. Mümtaz Turhan sosyal biLİmler lisesi


Ulus Devlet Anlayışının Osmanlı’ya Etkileri



Yüklə 57,85 Kb.
səhifə4/7
tarix10.01.2022
ölçüsü57,85 Kb.
#100426
1   2   3   4   5   6   7
Ulus Devlet Anlayışının Osmanlı’ya Etkileri

Ulus devlet anlayışı, çıkış yeri olan Batı Medeniyetinden ziyade, ilgili dönemde, birçok ulusu otoritesi altında toplayan büyük devletleri etkilemiştir. Osmanlı bunun dikkat çeken örneğini oluşturmaktadır. Son zamanlarını yaşayan Osmanlı, hali hazırda çözülmeye hazır bir durumdaydı. Özgürlük, eşitlik v.b kavramların bir salgın gibi bütün ülkelere yayılması Osmanlı’da gayrimüslimlerin ve diğer azınlık tebaalarının eşitlik istemesine sebep oldu. Bu istekler, dönem yöneticileri tarafından mecburen karşılanmak zorundaydı zira tarihin karanlık sayfaları, isyanların bastırılmadığı veyahut insanlar istediklerini alamadıkları takdirde olayların yöneticilerin öldürülmesine kadar gittiğini yazmaktaydı.

İstenilen eşitlikler Fransız Devrimi’nde yayınlanan İnsan Hakları Bildirgesi’nden ilham alınarak yayınlanan Tanzimat Fermanı’nda, Osmanlı’nın bir gerileme sürecinde olduğu ancak bunun fermanda yer alan kanunlarla düzeltileceği deklare edilerek karşılanmaya çalışıldı. Tanzimat Fermanı’ndan sonra yayınlanan Islahat Fermanı da bunun biraz daha genişletilmiş haliydi. Daha sonra devletin durumunu düzeltmek için iki adet meşrutiyet ilan edilse de bunlar da yeterli olamadı. Çünkü dönemde Osmanlı’yı paylaşma amacı güden dış güçler de vardı ki, içerideki hoşnutsuzluk ortamının yerini huzura bırakmasına engel olmak için uğraş vermişlerdi (İnalcık ve Seyitdanlıoğlu, 2011; 31-53). Bütün bunlar I. Dünya Savaşı sonrasında, kaybeden tarafta olan Osmanlı’nın siyasi hâkimiyeti altında bulunan ve pek çok bakımdan benzer özelliklere sahip toplulukların ulus kavramı adı altında kendi çoğunluklarını oluşturmasına ve siyasi birliktelikleri altında kendi yolunu çizmelerine yol açtı (Günaydın, 2013: 143).

Bunların sonucunda Osmanlı toprakları bölünmüş ve birçok yeni ulus devletin kurulmasına ortam hazırlamıştır. Osmanlı’ya etnik anlamda ilk başkaldırı 1804’de Sırplar tarafından gerçekleştirilmiştir. İlk kopuş ise 1821 yılında Yunanlıların ayrılması ile olmuştur. Bunları takiben 1877’de Romanya, 1908’de Bulgaristan, 1912’de ise Arnavutluk Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. (Akşit,1984;89,196-197,330,938,1059-1060)

Üzerinde düşünülmesi gereken asıl konu, Osmanlı’nın farklı ırktan olan Müslüman tebaasından beklenmeyen ayrılık tutumudur. Zira İslam inancına göre insanların ayrı ırktan, renkten olmalarının ilişkiler açısından, insan olarak hiçbir ayrıcalığı yoktur. Peygamber efendimizin Veda Hutbesi’nde geçen şu öğüdü bütün Müslümanlarca bilinmektedir:

Bir Arabın Arap olmayan yabancıya, bir yabancının bir Arab’a üstünlüğü yoktur. Çünkü bütün insanlar Âdem oğullarıdır. Âdem de topraktandır.” (Berki ve Keskioğlu, 2013: 430)

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’deki Hucurat suresinde de mealen Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah indinde en üstününüz, takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat-13) buyrulmaktadır. Buna rağmen, bir İslam devleti olan Osmanlı’dan farklı ırktan olan Müslümanların ayrılık gayretine girmesi, günün şartlarında başka faktörlerin de olduğu kanaatini doğurmaktadır.

Dönemin önemli devlet adamlarından ve aydınlarından olan Said Halim Paşa tarafından kaleme alınmış şu ifadeler anlamlıdır:

Irkçılık nazariyelerinin büyülediği günümüzde birçok Müslüman, İslamı ırkçılığın en büyük düşmanı, ırkçılığı ise insanlığın saadetine en büyük sebep kabul ederek dinlerine hücum ediyorlar. Şüphe yok ki, bugünkü İslam âleminde mevcut olan yeni fikirlerin birçoğu gibi, ırkçılıkla ilgili olan kanaat de eksik bilgi ve hatalı bir düşüncenin mahsulüdür. (Halim, 2003; 203)

Said Halim Paşa aynı eserinde ırkçılık temeline dayalı devlet anlayışının yanlışlığını da şu çarpıcı cümlelerle açıklar:

Bu düşünceye göre, aynı ırka mensup fertler arasında vuku bulması cinayet sayılacak olan bir hareket, ayrı ırklar arası münasebetlerde yapılırsa fazilet telakki edilecek! Böyle bir fikrin taşıdığı ahlak ve mantık, Müslümanca düşünen bir kafayı asla memnun edemez.” (Halim, 2003; 203)

Osmanlı’nın siyasi hâkimiyeti altında bulunan Arap topluluklar da ulus devlet yaklaşımının kısmi etkisi altına kalmışlardır. Arap topluluklar, diğer etnik gruplardan farklı olarak Osmanlı ile ortak bir dinî kimliği paylaşmakta, İslam kültür mirasının hem şekillenmesinde hem de muhafazasında önemli bir konumda bulunmaktaydılar. Bu durum, Arapların İslam’ı kendileriyle özdeşleştirmelerini ve ulus devlet anlayışının biçim değiştirerek milliyetçilik adı altı altında Arap coğrafyasında etkili olmasını beraberinde getirmiştir. Bu türden bir milliyetçilik anlayışında İslam’ın kültürel bir meşruiyet aracı gibi kullanıldığı açıktır. Ne var ki meselenin altında başka unsurlar yatmaktadır. Bazı Müslüman sömürge askerlerinin Çanakkale muharebelerinde İngilizlerle birlikte savaşmalarının altında yatan sebepler ve Mekke Emiri Şerif Hüseyin olaylarının arka planları meselenin altında yatan unsurların bir kısmına açıklık kazandırmaktadır. Prof.Dr. Erol Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri adlı eserinde bu olayların arka planı ile ilgili olarak şu bilgileri nakletmektedir:

“…Çanakkale savaşında İngiliz saflarında bize karşı savaşan Müslüman sömürge askerleri arasından alınan esirlerin sorgulanmasından çıkan neticeye göre, bu askerler dinsiz İttihatçılar’ın halifeyi hapsettikleri ve İngilizlerin de onu kurtarmak için İttihatçılar’a savaş açtıkları propagandasına inandırılmıştı” Ayrıca Lordlar Kamarası’nda “Hilafete ait hiçbir şeye müdahale olunmayacağı, muharebenin ancak İttihat ve Terakki Cemiyetiyle olduğu…” beyan edilmişti.

Ayrıca Mekke Emiri Şerif Hüseyin de kendi isyan hareketinin “Halife’nin değil, ancak bozkurta ibadet edecek derecede Turancılıkla meşbu olan nazırların aleyhine” olduğunu bildirmişti.” (Güngör,1981;166-167).

XIX. yüzyılda Batı ülkelerinin Arap coğrafyasındaki artan nüfuzları Arap milliyetçiliğinin oluşumun kilit noktasıdır. Bu durum, İngilizlerin ekonomik nüfuzlarının en fazla hissedildiği Mısır’da oldukça belirgindir. Öyle ki, İngilizler tarafından kurulan fabrikalarda veya işletilen tarım arazilerinde çalışmak durumunda olan ve kendi memleketinde parya durumuna düşen Müslüman halkta, XIX. yüzyılın sonlarından itibaren bir yabancı düşmanlığı boy göstermeye başlamıştır. Yabancıya, özellikle de İngiliz hâkimiyetine karşı gösterilen bu tepki, XX. yüzyılın başlarında İslami değerlerle ilişkilendirilerek meşru hale getirilmiştir. İslamcı akımın en önemli temsilcilerinden olan Reşid Rıza’da Arap milliyetçiliği ve İslam’ın en saf ve katıksız formuna dönüş özlemini içeren selefilik düşüncesi kesişmektedir. Aynı husus, Mısır merkezli olarak başlayan ve kısa sürede Arap coğrafyasının büyük bir kısmına yayılan Müslüman Kardeşler teşkilatının kurucusu olan Hasan el-Benna’nın yaklaşımında da kendisini göstermektedir. Yabancı düşmanlığı olarak gelişen ve İslam’la harmanlanmış bir milliyetçilik düşüncesi, onun söyleminde vatanperverlik olarak makes bulmuştur. Mısır’daki bu eğilimin diğer Arap ülkelerinde nispi etkisi söz konusudur. İngiliz etkisi, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi ülkelerde XX. Yüzyılın ilk yarısında etkili olmuş ve bu ülkelerin Osmanlı’nın siyasi otoritesine başkaldırarak isyan etmelerini ve kendi bağımsızlıklarını ilan etmelerini beraberinde getirmiştir.

1950’lerden sonraki süreçte ise Arap coğrafyasında milliyetçilik yaşanan siyasi gelişmelere bağlı olarak yeni bir değişime konu olmuştur. Bunda 1945 yılında İsrail devletinin kurulması sonrası yaşanan ve 1960’lı yıllarda en yüksek ifade biçimine ulaşan Arap-İsrail mücadelesi belirleyici olmuştur. Arap milliyetçiliği tam da bu noktada tutunacak bir dal olarak öne çıkmıştır. Zamanla radikal hale gelen bu milliyetçiliğin evrilip bugünkü halini almasında Filistin- İsrail sorunu ve bu sorunun doğurduğu 1948’den bugüne yaşanan çatışmaların etkisi büyüktür (Özcan, 2005; 84-85).

Osmanlı devletinin toplumsal tebaası olan toplulukların birer birer çözülüp kendi siyasi bağımsızlıklarını ilan etmeleri karşısında, özellikle II. Abdülhamid’in idaresi sırasında hilafeti merkeze alan ve tüm Müslümanları bunun altında toplamaya çalışan Osmanlıcılık ve İslamcılık gibi girişimlerde bulunulmuştur. Bu çabanın da yeterince sonuç vermemesi üzerine Türkçülük düşüncesi gündeme getirilmiştir. Her ne kadar delalet çerçevesi bakımından farklı tanımlar yapılmış olsa da diğer akımlardan farklı olarak Türkçülük, Türklük ortak paydasını esas almaktadır. İslamcılık, din paydasında, Osmanlılık ise Osmanlı Devleti vatandaşlığında birleştirme amacı güden, buna karşın bir kavime aidiyeti öne çıkarmayan yaklaşımlardı. Türkler arasında birlik ve bütünlüğün oluşturulmasıyla devletin toparlanmasını sağlamak ve diğer Türkleri de daha sonradan toparlayabilme amaçlarıyla oluşan Türkçülük, Pan-Türkizm olarak da anılmaktadır. Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Tekin Alp, Ömer Seyfettin, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi, Kazım Duru ve İsmail Hakkı Baltıcıoğlu Türkçülüğün temsilcilerindendir. Türkçülük yayınları ise; Genç Kalemler, Türk Yurdu ve Küçük Mecmua gibi dergilerdir (Hanioğlu, 2011, 551-555).

Ulus devlet düşüncesi ile Kurtuluş Savaşı döneminde ulus temelli bir takım bölücü ve birleştirici cemiyetlerin de ortaya çıktığı görülmektedir. Örneğin; İzmir çevresini ve Trakya’yı Yunanistan’a katma amaçlı kurulan Mavri Mira Cemiyeti, Rumların yaşadığı toprakları Yunanistan’a katma amacını güden Etnik-i Eterya Cemiyeti, Trabzon Rum İmparatorluğu’nu tekrar kurma isteğiyle ortaya çıkan Pontus Rum Cemiyeti; azınlıkların kurdukları cemiyetlerden sayılabilir. Bu cemiyetler ve kuruluş amaçları, bizlere dönemdeki ulus devlet düşüncesinin Osmanlı topraklarındaki yaygınlığı hakkında bilgi vermektedir. (Akşit, 1984;360,711,876)




Yüklə 57,85 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin