TARİH ÜZERİNE
Melek FIRAT
16 Ocak 2013
Tarih yazımı insanları çok meşgul eden bir konu olagelmiştir. Çünkü en genel tanımıyla tarih tanımı yaptığımız zaman dahi o tanımın içindeki kavramların her biri çok tartışmalıdır. Nedir en genel tarih tanımı dersek: Tarih geçmişte yaşanan olayların zaman ve mekân belirtilerek neden-sonuç ilişkisinde anlatılmasıdır. Şimdi bu tanımın vazgeçilmez öğesi olarak bir zaman unsuru var; geçmiş. Dolayısıyla bizim bulunmadığımız ve bilmediğimiz bir dönemde geçen bir olayın varlığını iddia ediyoruz. İkinci unsur olay ise inceleme nesnemiz ve tarihin diğer disiplinlerden ayrıksı olan yanı incelediğimiz nesneyi beş duygu organıyla algılayamamamız; dolayısıyla ancak elimizdeki kanıtlardan yola çıkarak geçmişteki bir olgunun gerçekleştiğini kanıtlamaya çalışıyoruz. Aslında polisiye romandaki bir dedektifin yaptığına benzer bir iş yapıyoruz. Cinayet bitmiş, ortada birtakım ipuçları var, o ipuçlarından giderek bir eylemin gerçekleştiğini kanıtlamaya çalışıyoruz. Yani incelediğimiz nesne doğrudan karşımızda olan bir nesne değil, o nesneyi biz yaratıyoruz. Tanımın üçüncü unsuru ise neden-sonuç ilişkisidir. Bu, kurgu yapmak demektir ki işi daha da sorunlu hale getiriyor. Çünkü bugün yaşayan ve incelediği geçmişte yaşandığı düşünülen olaya tanık olmamış tarihçi, kendi dünyaya bakışı çerçevesinde bir neden-sonuç ilişkisi kurmak durumundadır. Dolayısıyla aslında yapılan iş, bugünkü tarihçinin, bugünkü sorunu ya da bugünkü dünyaya bakışı çerçevesinde bir geçmiş kurma meselesidir. Bu üç sorunlu kavramla yapılan tanım esas alındığında tarihin, diğer sosyal bilim disiplinlerinden farklı bir konuma sahip olduğu düşünülmektedir. Ancak insanın varoluşu kadar eski olan tarihin yukarıda bahsettiğim çerçeve içinde bir sorun olması, bilim olma iddiası ile yani yaklaşık 19. yüzyıldan, biraz zorlarsak 18. yüzyıl sonundan itibaren başlayan bir süreç.
Tarih yazımı ya da anlatımı, “önce söz vardı”yla başlar. Yani insan insan olmayı iki şekilde sağlıyor. Bir, konuşmaya başlayarak. İki, üretime başlayarak. Her iki açıdan da, insan insan olduğu andan itibaren bilinçleniyor ve bilinç sahibi olan insan bir hafızaya sahip oluyor. Hafıza ise insana mutlaka ve mutlaka varoluşunu sorgulatıyor. Varoluşu sorgulama doğal olarak bir başlangıç hikâyesi kurmaya götürüyor. Uzun bir dönem mitolojiler bu gereksinime yanıt verdi. Eski Yunan’la başlayan ve 19. hatta 20. yüzyılın ilk yarısına kadar sürecek bir şekilde, tarihi mitlerden ayıklama çabası görüldü. Herodot ve Tukidides ile birlikte gerçeği arama tutkusu başladı. Olgulara kanıt gösterme gereği ortaya atıldı. Tarihçinin ilk kanıtı kendi tanıklığıydı. “Ben gördüm, ben şahit oldum, duyduğumu ve gördüğümü anlatıyorum” diye başlayan tarih anlatıları mümkün olduğunca mitlerden arınmış bir hikâye etme geleneği yarattı. Ama aynı dönemde yine eski Yunan’da tarih bilimler panteonundan atıldı. Çünkü bilim değişmezin bilgisi olmalıydı. Dolayısıyla mantık, etik vs. bilimler içinde sayılırken, tarih olsa olsa edebiyatın ve şiirden de çok alt düzey bir edebiyatın alt dalı sayıldı. Gelip geçicinin, günlük olanın anlatısının dünyayı anlamak açısından herhangi bir faydası olamazdı. Dolayısıyla tarih yazımı eski Yunan’da başladı ama bilim olarak kabul edilmedi. Sadece bir anlatıydı. İnsanların köken ihtiyacını karşılamak üzere ya da insanlara ahlak dersi vermek amacıyla mutlaka yapılması gereken, ama bilim olmayan bir uğraştı. Ortaçağ’a geçildiğinde, tarih yazımını kronikörlerin üstlendiğini görüyoruz. Yani yaşadıkları olayları günü gününe kaydeden, kayıt memurları diyebileceğimiz bir rahipler zümresi var. Muhtemelen kilisenin en alt düzey, en beceriksiz, en yeteneksiz grubunu oluşturuyorlar. Rönesansla birlikte yaşanan sekülerleşme tarihi daha dünyevileştiriyor ama bu süreç Aydınlanma’ya kadar devam edecek uzun bir dönem. Dinin karşısına felsefenin çıktığı ve tarihin felsefesinin yapıldığı bir dönem başladı. Rönesans’la başlayan ve Hegel’le zirvesine ulaşan bir süreç.
Aydınlanma’yla birlikte aklın öne çıkması, sanayi devrimi, sosyal devrimler vs. 19. yüzyıl insanını insanlık tarihinin en umut dolu insanı haline getirdi. Eğer insanlık tarihi doğaya karşı mücadelenin tarihi ise, zafer 19. yüzyılda ilan edildi. Doğaya karşı kazanılan zafer insanlara benzer yöntemler izlenerek toplumsal ilişkilerin de düzenlenebileceğini düşündürttü. Toplumsal yaşamın yasalarına da ulaşılabilirdi. Burada sorun şuydu: Doğa kendini tekrarlıyor, oysa tarihin iddiası biriciğin anlatısı olmasıydı. Onu da Darwin’le birlikte hallettiler. Yani doğanın da bir tarihi olduğu ortaya onuldu. Doğanın tarihi varsa, bunun bilimi yapılabiliyorsa, o halde insanın bilimi de yapılabilir noktasına gelindi. Olgular gözlenecek, gözlemlerden düzenlilikler bulunacak, yasalara ulaşılacak ve toplumsal yasalara göre gerekli düzenlemeler yapılacaktı. Bu anlamda tarihin bilimselleşme iddiasının ilk ve en büyük ismi Leopold von Ranke’dir. Geçmiş yaşanmıştır, vardır, geçmiş olguların kanıtları arşivlerdedir. Tarihçinin görevi arşivlere giderek bu kanıtların eleştirisini yapmak, doğruluğunu saptamaktır. Ne kadar çok olgu toplanırsa, yasalılığa o kadar çabuk varılabilir. İkinci önemli gelişme Marks’la birlikte yaşandı. Tarihsel materyalizm, tarihi felsefeden arındırarak bilimselleştirdiğini iddia etti.
Ranke ile birlikte Almanya’da 1825’te Berlin Üniversitesi’nde bir tarih kürsüsü açıldı. Tarih bilimler skalasına yerleşti. Ama şöyle bir şey oldu: Yapılan çalışmalar hiç de Ranke’nin beklediği sonuçları vermedi. Belgeler toplanınca bir yasalılığa varılamadığı gibi, yazılan tarihler de baktığınız zaman son derece kuru, 17-18. yüzyıllarda yazılan tarihlerden çok daha okunmaz nitelikte olmaya başladı. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde tarih disiplini içerisinden itirazlar yükselmeye başladı. Bu itirazlara rağmen Ranke’nin çalışmalarının kıta Avrupa’sını derinden etkilediğini belirtmek gerek. Almanya’daki Rankeen ekol bütün Avrupa üniversitelerinde hakim oldu. Fransa’da Langlois ve Seignobos tarihin usulü üzerine kitaplar yazmaya başladılar, teknik tarihçiliğin nasıl yapılacağını, belge eleştirisinin temel kurallarını ortaya koymaya çalışan metodoloji üzerinde durdular. Bu tarih anlayışının doğal sonucu siyasi tarihin, bir başka deyişle devlet merkezli bir tarih yazımının tüm alanı kaplaması oldu. Akademi içerisinde yapılan tarihçilik çok fazla devleti öne çıkaran ve ulus bilincini perçinleyen bir tarihe dönüştü. Yani akademiler bugün muzdarip olunan resmi tarihlerin üretim yerleri haline dönüştü. Ama bu anlayışla yazılan “bilimsel” tarihler, yine tarihçiler tarafından eleştirilmeye başlandı; Almanya’da toplumsal tarih, Amerika Birleşik Devletleri’nde yeni tarih akımları metodolojik tartışmalar başlattılar. İngiltere’de Collingwood ile bir başka akım ortaya çıktı. O da şunu söylüyordu: Tarih ne yaparsanız yapın, bugünden geçmişi hayal etmenize dayalı bir şeydir. Dolayısıyla tarihçiye bağlıdır. Olgular biriciktir ve ancak olgunun arkasındaki failin zihnine girerek neden ve sonuçlar bulunabilir. Fransa’da ise, 1929’da Annales Okulu ortaya çıktı. Uzun süre Fransa’yı, sonrasında ise herhalde bütün dünyayı, özellikle de Türkiye’yi çok yakından etkileyen bir okuldu bu. Kurucu babalar olarak anılan Marc Bloch ve Lucien Febvre 1929’da Strasbourg’da bir dergi çıkardılar. Strasbourg önemli; hem merkezden yani Paris’ten uzak, dolayısıyla Sorbonne’un klasik tarihçiliğinden uzak hem de Almanya’ya yakın yani Marksist ve toplumsal tarih anlayışının etkilerinin daha çabuk ulaştığı bir coğrafya. Neydi söyledikleri şey? Söyledikleri şey şuydu: Sadece tarihsel belgeleri toplayarak anlamlı ve sorunlara çözüm getirebilecek bir tarih yazmanın /yapmanın olanağı yoktur. Bu anlatı tarihidir ve anlatı tarihi de olsa olsa bir hikâyedir. Ne yapmak lazım? Şunu söylüyorlar: 1) Tarihi kimse sadece merak ettiği için araştırmaz. Bugün bir sorunu olan insan ancak tarihe bakar. Yani sizin bugüne dair, bugünkü yaşama dair bir sorununuz varsa ve o sorununuza bir çözüm bulmak istiyorsanız, onun deney alanı, onu anlayabileceğiniz yer, onun kökenini bulacağınız yer tarihtir. Dolayısıyla tarih bugünkü bir sorunla yola çıkarsanız size fayda sağlayabilir ya da bir bilim işlevi görebilir. Dolayısıyla, tarihçi bir sorunla konusuna yaklaşmalıdır. 2) Ancak interdisipliner bir anlayışla araştırılacak bir geçmiş bilgisi bilimsel niteliktedir. Tarih, sosyolojiden de, ekonomiden de, coğrafyadan da, iktisattan da yararlanmalıdır ve bir tarihçi ancak interdisipliner bir yaklaşımla geçmişi araştırdığında insan yaşamını anlayabilir ve açıklayabilir. 3) Olguların değil yapıların incelenmesi insanı anlamlı bir geçmiş bilgisine ulaştırır. O güne kadar geçerli olan anlatısal tarih anlayışı bireyin eylemleri üzerinden bir tarih yazımını dayatıyordu. Annales Okulu, dikkatleri yapılara yöneltti. Gerçi kendileri Marksist değillerdi ama tarih anlayışlarında Marksizmin etkileri görülmektedir. Kısaca söyledikleri şuydu: İnsan yapıların içinde var olur, ancak yapılar incelenirse insan yaşamının tüm yönleri ortaya çıkarılabilir. Annales Okulu ile birlikte Fransa’da yeni bir tarih yazımı başladı. II. Dünya Savaşı sonrasında özellikle Braudel’in döneminde Annales tarihçiliği zirve yaptı. Braudel daha çok zaman kavramı üzerinde durdu. Diakronik zaman anlayışını yıkarak, üç katmanlı bir zaman anlayışını geliştirdi ve eserlerini böyle bir zaman anlayışıyla kaleme aldı. Uzun dönem, konjonktür ve kısa dönem Braudel’in üç katmanlı zaman algısını oluşturur. Yapıların incelendiği uzun dönemde tarihin akışı çok daha yavaştır. Belirleyici olan, aslında bu uzun dönemdeki tarihsel yapılardır. Ki bunun içine en fazla coğrafya giriyor. Konjonktür dediğimiz orta dönem ekonomik ve sosyal hareketlilik incelenmektedir. Kısa dönem ise, Braudel’in toz olarak nitelediği olayların ele alındığı anlatı tarihinin zamanıdır.
Antik Yunan’dan Annales Okulu’na kadar tarih yazımının şu varsayımında önemli bir değişiklik olmadı: Gerçeklik vardır ve gerçekliğin bilgisine ulaşılabilir. Yani yaşanmış gerçeklik, ulaşılabilir bir gerçekliktir. Ve insan o gerçekliği anlamalı, açıklamalıdır. Büyük kırılma diyebileceğimiz bir süreç 1980’lerde yaşandı. Postmodern döneme girildi. Tarih de kökenlerini Frankfurt Okulu’nun eleştirel yaklaşımına dayandırabileceğimiz bu yeni dönemden derinden etkilendi. Postmodern yaklaşım, şimdiye kadar tarihin bize büyük anlatılar sunduğunu ve bu anlatıların, iktidar-bilgi ilişkisinden baktığınızda, iktidarın ideolojik bakış ya da ideolojisini aktarmanın aracı olduğunu ileri sürüyordu. Yine bu yaklaşıma göre, bütün anlatılar aynı değerdedir. Dolayısıyla merkezleri yıkmak, anlatıları çoğaltmak gerekir. Bu ne demekti: Bu artık devletin değil, dini yapıların değil, ekonominin değil, insanın, bireyin, ezilenin, kadının yani tarih yazımı içerisinde yer almamış olan bütün grupların tarih içine alınması demekti. Daha da önemlisi, herkesin kendi tarihini yazdığını ileri sürüyorlardı. Postmodernlere göre, eğer bir yaşanmış gerçeklik varsa bile, bu ulaşılabilir bir gerçeklik değildir. Çünkü o gerçekliğe biz ancak kanıtlarla ulaşabiliyoruz. Ve o kanıtların çok büyük bir bölümü zaten ortadan kaybolmuştur. Bize bunun çok çok az bir bölümü ulaşmıştır. Dolayısıyla da bununla gerçekliği bütün yönleriyle anlamamıza olanak yoktur. Gerçeklik diye bir şey varsa bile bunun bilgisine sahip değiliz. Peki neye sahibiz? Biz olsa olsa bir tarihçinin geçmişi nasıl okuduğunun bilgisine sahip olabiliriz. Üstelik buna bir de şunu eklediler: Her yazılı metin okunduğu zaman okuyanı tarafından yeniden yazılır; her okuma eylemi aynı zamanda yeni baştan bir yazma eylemidir. Gelinen nokta çok özetle şu oldu: Tarihte sorulması gereken şey ne oldu, nasıl oldu sorusu değildir. Tarih kimin için sorusudur. Aydınlatıcı olan budur. Çünkü her tarih birisi için yazılır. Ya muhalifler tarafından birisi için yazılır, ya iktidar tarafından birisi için yazılır. Tarih çalışması, olsa olsa metinler arası bir söylem analizidir. Postmodern yaklaşımın en büyük katkısı resmi tarihi sorgulamanın yolunu açmasıdır. Bir yandan çoğunlukla devlet merkezli “resmi” tarihler sorgulanırken ve deşifre edilirken, diğer yandan alttan tarih denen bir süreç başlatıldı.
Şimdi burada bir parantez açalım ve Türk tarihçiliğinden biraz bahsedelim. Cumhuriyet dönemi Türk tarihçiliğinin kurucu babası Fuat Köprülü’dür. Köprülü, Ömer Lütfü Barkan, Mustafa Akdağ ve Halil İnalcık çizgisiyle Annales Okulu’yla tanışmış bir tarih damarımız bulunuyor. Üstelik bu tanışıklık çok erken tarihlere rastlar. nel ekolü ile tanışan bir tarihçi damarımız var, ve kurucu tarihçi damarımız var. 1930’larda Fuat Köprülü Paris’e gider ve Annales’den çok etkilenerek Türkiye’ye döner. Daha sonra Barkan çok daha uzun süre Braudel ile çalışırBraudel’in bütün Akdeniz ülkelerinden topladığı tarihçiler grubu içinde yer alır. Ama Türkiye’deki tarihçiliğe baktığımız zaman, genel olarak kurucu babaların tarih anlayışından çok Rankeen bir tarih anlayışının egemen olduğunu görürüz. 19. Yüzyıldan bir kopuş söz konusu değildir. Bunun bir nedeni daha kolay bir tarihçiliğe olanak tanımasıdır. Şimdi eğer siz Annales Okulu tarihçiliği yapmak isterseniz, bu çok ciddi bir yükün altına girmek demektir. Ekip gerektiren çalışmalar yapmak, birçok disiplin hakkında bilgi sahibi olmak, yapısal analizlerde bulunmak demektir. Ama daha önemli bir nedenin siyasal olduğunu düşünüyorum. 1930’larda Annales Okulu ile tanışılmış olsa da aynı dönemde bir ulus-devlet kuruluyordu ve bütün ulus devletlerin kuruluşunda olduğu gibi o ulus devlet kendi resmi ideolojisinin dayatacağı bir tarihi, siyasi tarihi tercih etti. Ancak Rankeen bir siyasi tarih anlayışıyla resmi ideoloji dayatılabilirdi.
Bugün geldiğimiz noktada neo-liberalizmle güçlenen postmodern tarih anlayışının da artık döneminin geçtiğini düşünüyorum. Özellikle bizim coğrafyalara baktığımızda, ciddi bir yeniden yapılanma süreci yaşıyoruz ve bu yeniden yapılanmalar hiç de öyle alttan gelen hareketlerle olmuyor. Yine devletler eliyle gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla da, postmodernizmin eleştirelliğini koruyarak, ama tarihin sadece bir metin olmadığı üzerinden giden bir tarih anlayışının, daha global bir tarih yazımının egemen olması gerektiğini düşünüyorum. Sonuç olarak, şunu söyleyelim: Her kırılmada, insanların her krizle karşılaşmasında, sosyal bilimlerde de bir paradigma kırılması yaşanıyor ve tarih de bundan bir şekilde nasibini alıyor. Değişmeyen tek şey, geçmişi bilme, anlama ve araştırma ihtiyacı. Çok teşekkür ederim dinlediğiniz için.
|