«Çadırın önünde, acemice çizilmiş bir resim: Büyük gemileri deviren korkunç bir yaratık; sandalları iki dişinin arasında eziyor. Oysa, yirmi beş kuruşu vererek içeri girenler, kötü bir koku ve ziyaretçilere bakmadan yatan orta büyüklükte bir yığınla karşılaşıyorlar. Çadırın sahibi, canavarın günlük balığının parasını bile çıkaramadığı içins
üzgün.
«Bir çocuk yaklaşıyor birdenbire çadırın kapısına. Daha önce, motosikletle ölüm yarışı yapanları seyretmiş. Meşin ceketli, parlak çizmeli motosikletçileri görmüş çadırlarının kapısında; onların motosikletlerini şaha kaldırışlarından heyecanlanmış. Parası olsaymış ölüm numarasını bile sey-redecekmiş çadıra girip. Bu çadırın kapısında da böyle bir ön numara bekliyor. Ne var ki, kötü bir resimden başka bir şey yok dışarda. Çadırın içinde ne var? diyerek, göstericinin şaşkın bakışlarına aldırmadan giriyor içeri. Çocuğun annesi de, ona engel olamadığı için, gözleriyle özür diliyor çadırcıdan; ne diyeceğini bilemiyor. Çocuk hemen çıkıyor dışarı. 'İçeride bir şey yokmuş anne,' diyor. 'Ölü gibi yatan bir hayvan var yalnız.' Kadın gülüyor, çadırcı öfkeleniyor; giriş ücretinin yalnız hayvanı görmek için alındığını anlatmağa çalışıyor kadına. Kadın, ellerini iki yana açarak, çaresizlikle, 'Ben de istemedim girmesini,' diyor. 'Ne yapalım, almasaydm içeri.' Adam, ellerini sallayarak bir şeyler anlatmağa çalışıyor kadına; galiba, 'Hanım, neden sahip olmadın çocuğuna?' diye çıkışıyor. Kadın omuzlarını silkiyor, çocuğunu azarlayarak elinden tutuyor; uzaklaşıyorlar. Adam bağırarak yumruğunu sallıyor arkalarından. Fakat, onlarla yeteri kadar uğraşacak gücü hissetmiyor içinde; bu işten doğru dürüst para kazanamayacağını biliyor.
«Kadın bir yandan çocuğunun kolunu çekiştirirken söyleniyor: 'Ne olmuş yani? Hayvanın bir tarafı eksilmedi
306
_, ec vu^UK ışıe, engel olamadım.' 'Bir şey
yapmadım anneciğim,' diyor çocuk. 'Pek bir şey de göremedim. İçerisi çok karanlıktı.'
«Sonra iki buçuk liraya piyango çekilen bir çadıra gidiyorlar. Her numaraya bir hediye, boş yok! diye bağırıyor kapıdaki adam. Bir silgi çıkıyor kadınla çocuğuna. 'İki buçuk liraya bir silgi aldırdın bana yezit!' diye azarlıyor kadın, çocuğunu. Sonra gülüyor: 'Nasıl girdin para vermeden çadıra, yaramaz?' 'Ama anne, bir şey yoktu ki içerde; inan bana.' Birlikte gülüyorlar. 'Çirkin bir hayvandı anne,' diyor çocuk. 'Bir şeye benzemiyordu.' 'Akşam babana anlatırız,' diyor annesi. 'Şimdi oturup birer gazoz içelim.'» Hikmet, kapıya doğru yürüdü. «Nereye gidiyorsun gene oğlum?» dedi albay. «Getirecek kimse kaldı mı?» «Sembolik olsun diye, Bakkal Rıza'dan gazoz getirmeğe gidiyorum albayım. Merak etmeyin, ben de içeceğim sizinle birlikte. Ben, çadırın kapısındaki göstericiyim albayım.»
Nurhayat Hanım, gaz yapıyor diye içmedi gazozu; onunkini küçük Salim'e gönderdiler. Bilge üzgün görünüyordu; anlaşılan, hikâye ona dokunmuştu. Hikmet'e, hikâyenin tam böyle mi olduğunu sordu. Acaba, küçük değişiklikler yapılamaz mıydı? Hikmet de, bunun yaşanmış bir hikâye olduğunu, ancak bazı eklemelerde bulunduğunu, belki piyango olayının ve hikâyenin evde babaya anlatılmasının başka olaylardan alınarak eklendiğini, motosiklet sahnesinin de gerçek olmakla birlikte aynı gün cereyan etmediğini, fakat hikâyeye kuvvet kazandırmak bakımından önemsiz görünen bu ayrıntılardan vazgeçilemeyeceğini belirtti; hikâyeyi anlatırken mümkün olduğu kadar yorum yapmamağa çalıştığını da açıkladı. Çadırın önünde deniz canavarının resmi olup olmadığını da pek hatırlamıyordu; ama, böyle çadırların önünde genellikle bu çeşit resimler bulunurdu. İnsan bir hikâyede, bazı genel bilgilerini kullanmakta serbestti. Bütün olayın, kelimesi kelimesine aynen nakledilmesi gerekmiyordu. Sonuç olarak, bu hikâyeden alınacak ders, son derece ahlakiydi. «Kıssadan hisse olarak,» dedi Hikmet, «Ava giden avlanır, ya da kendi kazdığın
307
kuyuya qushib, &ıux Uu o~~~— ------------
Bey dayanamadı: «Kimseyi bu kadar yanlış yollara sürüklemeğe hakkın yok. Kendini kurtarmak için ortalığı toza dumana katmak hususunda eşin yok,» diye itiraz etti. Hikmet bu itirazı önemsemedi; herkesin kendine uygun bir sonuç çıkarmakta serbest olduğunu söyledi. Onun da yorumlarına, bu bakımdan saygı gösterilmeliydi.
«Ben, bütün bunları, istediğim gibi yorum yapabilmek için anlattım, albayım. Yoksa, böyle acıklı kıssalara dayanacak sinir yok bende. Kendimi bu bakımdan düşünmek zorundayım. Kimse kimseyle ilgili değil albayım. Bilge bile, olayın kendisini ne kadar üzdüğünü düşünüyor sadece.»
Bilge itiraz etti: «Senin ne kadar üzüleceğini bildiğim için endişeliyim. Kendi üzüntülerimi bu biçimde ortaya koymadığımı bilirsin. Ben, senin üzülmene dayanamıyorum.»
«Kadın mantığı,» dedi Hikmet. «Üniversitede felsefe okudu da kendisi albayım. Çok nadir bir kuştur,» «Yoruldum,» dedi Bilge. «Sen nasıl dayanıyorsun anlamıyorum.» «Dayandığımı kim söylüyor?» Gözlerini Bilge'ye dikti: «Genç yaşımda ölmeyeceğim nereden belli?» «Aman öyle söyleme kardeş,» diye atıldı dul kadın. «Seni sevenleri düşün. Hem neden ölecekmişsin?»
Hikmet güldü: «Çok düşmanım var da Nurhayat Hanım.» «Sen düşmanlarının hakkından gelirsin,» dedi Nurhayat Hanım güvenle; sonra başını salladı: «Sen inanmazsın ama, kem gözlere karşı bir kurşun döktürseydik, bir şeyciğin kalmazdı.» Hikmet ayağa kalktı: «Benim bildiğim kadınlar, ölüm meselesinde erkeklerle yarışırlar Nurhayat Hanım. 'Benim genç yaşta .ölmeyeceğim nereden belli?' gibi belirsiz bir söze hemen, 'Ben bu akşam öle-ceğim,' diye karşılık verirler.» Hüsamettin Beye döndü: «Benim oyunlarda ancak 'Ölüm,' sonunda biraz ilgi uyan-dırabiliyor seyircilerde albayım.» Bilge'ye baktı: «'Beni artık eve götür Hikmet,' zamanı geldi, değil mi canım?»
fer
13 KORKU
«Köpek mi havlıyor, Asuman?» dedi birisi. Hayır, havlamıyor; havlasaydı, sesi duyulurdu. Kim dedi? Üstelik, Allah belasını versin bu hayvanın, dediler. Dediler mi? Naciye Teyze mi? İki tane Hikmet var, dedi. Peki, İskender'in generali ne oluyor burada? Sen de bağır! Köpek, pencerenin demirine boynundan bağlı; onun için havla-yamaz. Saçma! Böyle mantık mı olur? «Köpek mi havlıyor, Asuman?» diye ısrar etti ses. Şimdi üzerinize' atlayacak. Saçma! Pencereye bağlı. Pencereyle birlikte gelecek. Kaçalım Asuman! Pencereyle gelemez. Gene de kaçalım. «Köpek neden havlıyor, Asuman?» En çok bu sesten korkuyorum. Neden korkuyorsun? Hayır benim bir suçum yok, korkmuyorum. Ben buraya, başkalarını savunmak için geldim; elimde belgeler var. «Biraz daha reçel yiyelim,» dedi Asuman. Daha önce yedik mi? Neden hatırlamıyorum? Hafızamı mı kaybettim? Korkuyorum. Reçel yiyelim. Kavanozun boynu dar; elim içine girmiyor. Asuman yiyecek taşıyor; hepsini kâğıtlara sarmış. Ne olduklarını göremiyorum. İskender'in generali mi? Böyle sözler söylemeyin, korkuyorum. Hüsamettin Beyle konuşmuştunuz canım. Öyle mi? Kurtuldum mu? Köpek gelmeden hepsini yiyelim. Evet! Bu söz akla yakın. Kurtuldum. Hayır! Mutfağa girmeliyim, bir şeyler yemeliyim. Kalktı, mutfağa gitti, tel dolabı açtı. Burada da sucuk varmış. Ekmek yok. Biraz da su iç. Küpün kapağını kaldırdı. Sen, iki Hikmet'ten hangisisin?
308
309
gece lambasını yak. Söylenildiği gibi yaptı. Işık yanmıyor. Düğmeye kuvvetli bas. Bastım, yanmıyor. Demek olduğum yerde dönmemişim. Ne yapalım? Benim elimden bu kadarı geliyor. İstemiyorum. Köpek, ipini koparabilir. Lambayı yak. Gediz vadisi boyunca bu seferi izlemelisin, diyorlar... Lambayı bir yakabilsem. Böylece, bir gezide hem tarih öğreneceksin, hem coğrafya. Anladın mı? Bir yandan kıral yolundaki kalıntıları göreceksin; tarihi, eski heykellerin kıvrımlarında yaşayacaksın. Bir yandan da, ağaçların arasından ince bir su akıyor: Küpün kapağını kaldır, olduğun gibi suyun içine gir. Daha önce yıkan: Vücudun suyu kirletmesin. Temiz bir havluyla iyice kurulan. Tekrar banyoya gir. Sonra suya gir: Çırılçıplak. Temiz olduğun için mesele yok. Ağzını yavaşça daldır, istediğin kadar iç. Ter-lememeğe dikkat etmelisin. Sevgi kızmaz mı? Hayır. Bak gülümsüyor. Atını da ağaçlardan birine bağlarsın. İskender İngilizce biliyor mu? Senin görevin savaşı izlemek. Korkuyorum. Karanlıkta da mutfağa gidebilirsin. Daha önce denedim biliyorsun; olmadı. Hangi Hikmet olarak gittin? Biraz duralım; her şeyi yeniden gözden geçirelim.. Akla aykırı bir durum olmasın. Dikkat et: Başını kaldırırken masaya çarpma. Masanın ayakları arasına yatay tahtalar yerleştirmişler; aslında sağlamlaştırmak için. Yiyeceklerimizi oraya koyuyoruz; biraz yüksekte kalıyor. Bir kısmı da yerlerde. Çok acıkmış olacaksın. Evet Asuman. İnsanın eli masanın tahtalarına takılıyor. Saçmalama! Kötü bir şey yapmıyorum, anlamaya çalışıyorum. İskender ne oluyor? Benim işim kolaymış: Savaşı bir kilometre geriden izleyecekmişim. Aynı zamanda bölgenin özelliklerini, taşların cinsini, akarsuları, geçit yerlerini, ağaçların arasında ilk bakışta farkedilmeyen tapmakları filan incelemekle görevlendirildim. Uyandım mı? Böyle bir ' fotoğraf görmüştüm, diye düşündü, yân bilinçli: Bilge, katıldığı bir gezide çekmiş. Heykelin hepsi çıksın diye, geriden çekilmiş. Bilge pek seçilmiyor, İskender'in elleri görünüyor. Dikkat et: Gene kendini kaptırma. Uyanmalısın, bu işin içinden
310
L
Olsun! Eski ilişkilerini bulabilirler. Ben, onları savunmak için bulunuyorum burada. Elbette bazı ilişkilerim olacak. Hakimi de tanıyorum ayrıca. İngilizce biliyor musun? Neden sordun? Bir toplantı yapılacak, senin konuşmanı istiyorlar da. Yabancılar da mı gelecek? Evet, onların şerefine düzenleniyor. Onlara her şeyi anlatırım ama, beni seçtiklerine pişman olurlar. Ha, ha. Dikkat et; sonra, savunma görevini elinden alırlar. Yabancılar durumumuzu bilmiyor mu sanki? Neden bu kadar kalabalık? İngilizler de var mı? «Çok sayın konuşmacıların düşüncelerine biz de katılıyoruz; biz de olsaydık, aynı şekilde davranırdık.» «Then, you deny the existence of such institutions in your own country?" Çok iyi bir etki bıraktı: Herkes alkışlıyor. Kısa etekli kız, yanmdakine beni işaret ediyor. Salon dalgalanıyor. İngiliz ne söyleyeceğini bilemiyor. Zoraki bir gülümsemeyle yerine oturmaya çalışıyor; gözlüklerini çıkarıyor, yüzüne biriken terleri siliyor. Öyle konuşmamalıydın. Bu fırsatı kaçıramazdım; onu yerine oturttum. Hem de İngilizce konuştum. Artık söylenecek bir şey kalmadı; herkes kapıya koşuyor. Birlikte yemeğe gidecektik; hakim öyle söylemişti. Bize buyurun, demişti. Babamın arkadaşıymış. Eyvah! Behçet bana yaklaşıyor, kalabalığı yarmaya çalışıyor. Beni tanıdığını belli etme diye o kadar söyledim. Hakim anladı işte. «Bu adam ne istiyor?» «Hikmet Beyi tanıdığını ileri sürüyor.» «Bir dakika. Elinizdeki tapu, sözü geçen arsaya mı ait?» Böyle pis kılıklı bir adamın benimle bir ilişkisi olamayacağını söylerim. Olmaz: Sonra bizim-Tciler kızar. «Bu tapu sizin mi?» Karşılık vermiyor. «Tapunun size ait olduğunu ileri sürüyorsanız o gün olay yerinde bulunduğunuzu da itiraf ediyorsunuz demektir.» Aptal Behçet! Gördün mü? Kapana kısıldın işte. «Ben buraya dinleyici olarak gelmiştim. Salona almadılar. Hikmet Bey beni içeri aldıracağına söz vermişti. Oysa, görevliler beni iterek dışarı çıkarmağa çalışıyorlar.» «Bu meseleyi yemekten sonra inceleriz. Arabaya buyurun Hikmet Bey.» Yemeğin sonuna kadar zaman kazandık demektir.
311
İ
Eve geldiler. Hayır, daha arabadayız. Telefonla soruyor. Arabada telsiz telefon varmış. Siyah arabalarda bulunması normal. «Hanım, bizim için yiyecek bir şeyler var mı?» «Şimdi hazırlarım.» «Uzun sürer; sen ekmeğin içine biraz peynir koy. Arabada yeriz. Hemen dönmeliyiz.» Yemeğe-kalabilseydik, öğleden sonraki duruşmayı atlatabilirdim. Onların da yararına olurdu. Oysa onlar durumu anlamıyorlardı: Duruşma salonunun parmaklıklarına yığılmışlar, konuşmak için birbirlerini itiyorlardı. Hikmet'in siyah arabayla dönmesi iyi bir etki yapmamıştı. Bununla birlikte, hakimden çekindikleri için seslerini çıkarmıyorlardı. Behçet, bir kenarda duruyordu; esmer yüzü ve kemikli elleri, salonun loşluğunda daha iyi belli oluyordu. Açık renk bir elbise giymişti; hemen dikkati çekiyordu. Eve dönünce hepsi birden canıma okuyacak, diye düşündü Hikmet. Kerim, sallanarak kapıdan girdi: Sarhoştu. Bakalım merhaba diyecek mi? Neyse, elini uzattı. Burası apartmanın koridoruydu. İki Hikmet olması durumu kurtarıyordu: Kendini seyrediyordu böylece. Ayrıca, evde ve duruşmada, aynı anda bulunabiliyordu. İskender meselesinin ne durumda olduğu soruldu. Savcı, salonda arama yapılacağını bildirdi. Behçet, elindeki tapuyu cebine sokabilseydi hiç olmazsa. En büyük delil buydu çünkü. Savcı sordu: Arsa caddeye yakın mıydı? Hikmet, böyle bir arsanın varlığından haberi olmadığını söyledi. Onun sözlerine inanıyorlardı. İskender'in generali çağrılsın, denildi. Herkes kapıya baktı: Uzun bir hayvan sürünerek içeri girdi. Hortum gibi bir şeydi. Parmaklıklara birikenler onu tekmelediler; hayvan ters döndü: Karnının içinden kısa bacaklar çıkıyordu. Bütün iğrençliğiyle yerde kıvranıyordu. Herkes birden ayağım kaldırdı. Hikmet de kaldırdı. Hep birlikte hayvanın üzerine bastılar. Kalın, siyah kabuklu karnını ezdiler. Bilge bağırıyordu: «Zararsız bir hayvandır-, öldürmeyin onu!» Hayvan yassılaştı, bir kemer gibi oldu: Boğumlu siyah bir kemer. Hikmet, ne iğrençlik diye düşündü. Bunu görmek istemiyorum. Hangi Hikmet istemiyor? diye
312
ununae Diriltenlerin dışarı çıkarılmasına karar verildi; rahat soruşturma yapılamıyordu< çünkü. Bunlar arkadaşlarınız mı? dediler; ya da buna benzer bir söz geçti. Belki de her soru ona sorulmuyordu. Korkuyordu. Çok kalabalık vardı. Elini lambaya uzattı-.-Düğmeyi yumrukladı. Eli acımadı. Tırnağını etine bastırdij, acı duymak istiyordu. Bağırmak istiyordu. Sevgi gülümseyerek yaklaştı. Hayır, onunla yaşamak istemiyorum artık. Biri bunu Sevgi'ye söylemeliydi. Paris'e gelmişlerdi: Onları Hikmet getirmişti. Başka kim vardı? Küçük bir çocuk vardı. Metroya binmek için kırmızı kurdele takmak gerekiyordu. Bu saçmalıklara engel olmalısın. Kırmızı kurdele nerede takılır? Bayram ziyaretlerinde. Hayır. Durun, bulacağım. Tabiî, bildim: Pazarı pazartesiye bağlayan gecelerde. Hayır. Hiç olmazsa kaç olduğunu yaz bakalım. Sekiz. Yazamadı. Kalemi bütün gücüyle bastırdı: B yazdı. Peki vazgeçtik, herhangi bir sayı olsun. En kolayını yaz. Yazamadı. Bu sefer harf de yazamadı. Sayıyı söyle, dediler. Sevgi; hayır, bir dakika! Hiç bir kelime bulamadı. Öteki Hikmet bir şey yapsın. Sevgi'yle evlenmek istemiyorum. Kurdele kaç? dediler. «De,» dedi. Masanın altına girdi; yemekleri yiyebileceğini, henüz bir şeyler yapabileceğini göstermek istedi. Birden, sayıyı buldu: «Köpek sekiz havlıyor!» diye bağırdı. Naciye Hanım dört istiyor. Yemekler mutfak. Dönüyor muyum? İki Hikmet, iki Hikmet. Masanın içinde döndü, havaya kalktı, düştü. Uyandı. İki Hikmet çok iyi bir buluş, diye düşündü. Başka ne olmuştu? İki Hikmet çok sembolik. Demek, akla yakın olaylardı. Çünkü, bir Hikmet rüyaları düşünürken, öteki de: yaşantıların sorumluluğunu üstüne almalı. Çok doğru. İngilizce de konuştum. Ne dedim'? Buldu. O halde, iki Hikmet iyi bir şey. Neden iyi? Başını sarstı: Kendine gel artık. Neden iyi? Ne iyi? Bulamadı. Yeniden uyuma. Mutfağa git, bir şeyler ye: Açılırsın. Evet, rüyada yemek gördüm; demek ki acıkmışım. Sayılar, evet sayılar? Beş, sekiz, üç: Sayabiliyorum. Saçmalama. Köpek havlıyor, tozlar yavaş yavaş dibe çöküyor. Böcek iğrençti. Böyle şeyler görmek:
313
SIS
nq 'ipap uipBuip \dSua ¦BU'eq uapau 'ipaipies eueq 'ipj îauiJfiH 'a.^uiJUfj i^a zps aiq ıoAbıb 'npjnS :ja5qag uaui wapvLweiewe apuaAtpaaui 'ipiiîpû U83 ^ara^tH 'ipueA 5[i§i uapaiq 'njSnuiuos jji§i «pcais o rpıunö uiipBuip jaâua •buo 'uajuaui uapaaniaAipaaui ipBSjp nuo aoaS aiq 'ipaBA ztjj jiq uiîup 'e^bA BU^iuip^ iSipauiuaSaq 'npp UBtuSnp asay[ -aau_ 'npp uBuiânp ¦BÂtvÂ\nn 'npp ireuiSnp «u'Bq uapznA nq :a,j9ui3{TH ipsuiap uinaoAnuiniq ajAo izts uaq 'zni Jiq 5iq ^p Jig "iparaaiuip xuaq 'uiipBiuBp iaâua Bunq 'ipuajAa g w ipauiuajAa ap aji BAinH 'uinpjo^taaA tnzt auisaiuunSnp 'uiipeuip \a3ua tiaq 'npunSnp nunfnjgninq apaapa^ înıâaö bızdı 'npunSnp UBjunq unâ isajja 'umpp \aSua uaq 'bzıî{ Tpauiap uiii'BSninq uweA ';auiJ{TH T>pun§np ^ uıuböbA an uiesjnSnjnq Bizni unâ tsajaa 'umpjoAV ap uaq 'npaoAjnq ap jauiîfiH nunq 'aj^auiîiiH npjoA" -rjst JiauiuaiAa BAinH 'tpap nnsjoXiıtd'B3t jpiqeo BaBnTesui npp pSna rap BAinH tqiS uiiuaq 'Janwa strep 'ranpp pSua uaq 'ipmuon 'auuazn zos nq ipAii i'BA'Bq ^auiînH 'ZTÎI ÎP8P uinjoAnuiinq a\/Lo uaq i uitpap uiruoA'ninq zistaiAas t^auniTH uaq 'npjoXiuafaq zi3{ 'uinpaoAiuiuafaq r^arasiiH US9 A
'i^ğiuiâT BJfjoA îauiîfTH 'npaoAnsuinjnâ apreq nfnpaoS -auiapa su«p 'ti[ npjo^raafaq nuo zııj inpjoAipasuBp aiq ifiîâiu'Bî iua^ 'apununânp
•Bp
'apununânp ui^'Bii'Bza^i .ijaxuiix -npp vp 'auisaurçiS uan uinpp pSua uapznA ng uinp ypazn luuapa^aj'Bq unuo uag 'aaRauniTH 'zia
aoug pA §aq zn^o 'zTa n ap
-aui
uuapauiî{tH
uiipnfap
Şni'Bîi jiq öıh ranpjoAiĞiiBö •'npunönp a^tp 'uapi^sa uinpaoAiu'BjSoq
¦unsjtunpugs japiS ¦^xaxve\ -nurçnun i^auianpuos tuiŞu^ap uifBj;np\[ jq -inq î^a§ J8H iunsnui aoAinq ap nunSnpagS uapau nq unjncı 'ibî^BT ¦zemfti
uin§
-Anp aâtpua ut5t a\x \xtaı 'v\a\axe\\ •ziuiparaaaiiaS Q\a
SıuıubA aue^ t^ı ¦bpuı'bAtu; uaq
eoapes
s aaans ue atq
tuag lutsaasuinnıS auipueıı
:uinaoA^5B nAn^njı a^âj uiipBuı t ng ¦uısauiA'B uapuuiqaiq lAta/i
-tu e^auaao uisaiUBiananS aÂip ıpA" uiB5{i3i'Bp ^a^ uiif aoaA\ -aıuaaaA tuiq'Bsaxi 'zbuıi3iıt5 BaBq asuiiî[ ajuiiuag nunf nppp a^ajesaa jiq 5[nAnq uiöt îi'BUinıio u"BpA9ui .iaq 8A asadan iutsj'BAnp ^imeasj axq mas aAip unpAo^ •Bunsn^n^ ıuqiîi 'sas Jiq uapuTöt '¦bs^o iunA'ra jjBOBjnun xAaS aaq uapaig <,uinaoAipaqA'B3i tui luiquv i'ep'Ba'B nq npp ıuı Aaâ aiq n^sn -we3v\o iuiı&iinîi'BA ^ısbu raiBaBSig :uisaipdBJi ¦B^n^ao^ aiq jjnAnq u^saninq jtaqi^ 1^1 8a ^ubuızı ^aop apuiâi uiuis^qei aaiquapaiq '•bsiio_x. uisaBpi^Bq nunSnpAon aAaaau. qt 'nunŞnpanpuos psBU luiaiq aaq 'ıuıŞı^iı BaBSis uiszauiSnp Bunanxaoz uıubıuSııb aŞaSaaS '•bŞı];uıîı§'b& jiq pi^aipp 'BOUiii'Baiq mas aaxaoungnQ 'uisaap ^
auuazn uxuiiiT^l 'aaaA luiseiqei ¦ea'BSis -i[bxv\o uos ua
afauiunSnQ -aDa^oq anp uapaoun&np iuisa'BUH'Bq ıuıŞıiû'b
rauapounSnp '¦Bpu'Bui'Bz iuAb '•uiszBiud'BA uapaouo rai^a^aa'Bq aan npA"oî[ auiûi "aoXtpassiq
iqiS uiiuaq 'ubsuj uba 'ipuBzn aui^ajf
jjoA a^q ^n^p^ aiq iira raipaA u ua^aaöi nAng Tlûi ns ^^pa-Bq aiq
uap-
nq 'asaaûaSz^A aiq uiio^aa'B ¦bAbAuios iuiuis 'npan^o
•uiruoAnî[JO5i -ipu^A is^quiBi aosQ ^iis^q aAaui -fnp 'ipuBZfi 'auiunSnQ ua^uip z^Jtg iAj -ipAiztuiai^ i,TP ipnŞap zi^as 'ipz^uip aiABjj '"aiapan^ ^unpBureinq uapau 'piad; 'apuuaA uiipfy ^UBUinsy aoAi^ABq uapau; 'ipaA '^aop 'my ¦jj'BO'Bp uapuiSsooq ureureq innŞ;
nanaKT 1
kızın çalıştığı yen Diııyorau ş verdi, öyle göründü, sonra üzüldü, sokakta dans ettiği kıza daha çok üzüldü, sonra ikisinin de adını unuttu, demek önem vermemişsin onlara dedim, onlara önem vermemiş gibi yaptı, öyle göründü. Şimdi geceleri ara sıra onlarla yatar, ben de engel olmam, kızlar da itiraz etmez, artık evlendin demiştim bir gün ona, kadını tanıdın, başka-lanyla yatma, yatmadı, şimdi de Bilge'yi görmüyor bir aydır, eski arkadaşlarını aramak istiyor, bütün kadınlarla yatıyor, ses çıkarmıyorum, eski arkadaşlarını aramasın da her şeye razıyım, onun yalnız kalması gerekiyor, sağlığı bakımından gerekli, benim değerimi bilmiyor, benimle konuşmuyor çoktandır, birlikte doğduk, ayn büyüdük, sokağa birlikte çıktık; Hikmet sinemaya yalnız giderdi, ben gitmezdim, böyle hafifliklerden hiç bir zaman hoşlanmamı-şımdır, içkiyi de fazla kaçırmam, bir de ben içersem gece onu eve kim getirecek? Oyunlanna da kanşmıyorum, geçinip gidiyoruz aslında, bazı konulardan anladığını ileri sürer, tiyatro hakkında gevezelik eder, ben bu konulan bilmem, onun da bildiğini sanmıyorum, bazen beni kızdı-nrsa yüzüne karşı da söylerim, üzülür, artık yalnız futbol maçlanna gideceğim diye tutturur, dört yıldır gitmedi, ne zaman bir şeyi yapmasa muhakkak bir faydasını görür, bana da bunun için katlanır, onu bir şey sananlar da var.
«Kimse karışamaz,» diye mmldandı Hikmet. Böyle bir kanun icat olmadı. Bütün bunlar benim hayalimin ürünleri; kimseye zararı yok. Önce Bilge'yi çağırırım: Bilge buraya gel! Geldi. Kucağıma otur. Oturdu. Bu yaptıkların doğru mu Bilge? Doğru değil Hikmet, haklısın. Olmadı, beceremedim. Git şimdi Bilge. Ben çağınnca gelirsin. Bana önem vermiyorsun Hikmet; hayalinin oyuncağı yaptın beni: Sana hak vermek de yetmiyor. Yetmez. Ne yapmalıyım Hikmet? Hiç bir şey yapma, bekle. Gözlerimi kapıyorum, sana geliyorum. Başka bir şey düşünmüyorum. (Düşünme.) îlk geceyi düşün: Sen istersen her şeyi yaparsın Hikmet.
316
it*
.sesini düşün. Canım Bilge! (Bilge'nin yüzünü düşün.) Sen istersen her şeyi yaparsın Hikmet. Yapamam. Yaparsın canım. Yapamam Bilge. (Uzatma, hayal kaybolacak.) Yaparım yaparım. Bana çok kötü davrandılar Bilge. Kadınlar yüzünden çok çektim. (Bunlan Bilge'ye anlatma.) Babamın gülünçlüğüne de dayanamıyordum; onun yüzünden herkes sanki benimle alay ediyordu. (Başkalarına anlatırsın bunlan canım.) Kadınlara gülünç bir istekle bakıyordu babam; ben de ona mı benzedim Bilge? (Kızı üzeceksin) Peki, peki. Onun gibi olmak istemediğim için, gülünç olmaktan Icorktuğum için... (Sus.) Korkuyorum Bilge. Oysa, büyük işler yapmak istiyorum. Ben filozof olmak istiyordum Bilge. Piyano da çalmak istiyordum. Kadınlar gözlerini kapayıp beni dinlerken ellerimi tuşlann üstünde gezdirerek hüzünlü şarkılar söylemek istiyordum. Sesim de güzel olmalıydı. Şimdi size küçük bir bestemi çalacağım, bakalım beğenecek misiniz? Kadınlar, küçücük elleriyle alkışlıyorlar beni; hepsi de heyecanlı. Evet, diyorlar. Hikmet siyahlar giymiş; hava da sıcak, ama terlemiyor. Basit insanlar terler böyle durumlarda. Aynı zamanda koşuyor: On kilometreyi otuz dakikanın altında koşuyor. Topu ortaladı, gol oluyor: Kimseye değmeden top kaleye giriyor. Koşuyorlar, köpek havlıyor. Altı mı oldu? diyorlar. Sekiz oldu. Herkes birden alkışlıyor: Seyirciler, kadınlar. Bir kadın soyunuyor, dördüncü durumda bekliyor. Merdivenden yavaş yavaş kadının üstüne doğru iniyorum. Üç basamak, bir basamak, dört dört. Ağır ağır iniyorum; kadının içinde kayboluyo-rum. Hüsamettin Bey, Naciye Hanımla evleniyor. Bizi kimse görmüyor kadınla yatarken. Birden perde aralandı. Merdiven kayboluyor. Kırmızı düşünme, sekiz düşünme. Kara, kara...
Uyumuşum, diye söylendi. Hava aydınlanıyordu. Kadını tekrar görmek için gözlerini kapadı. Hayaller ve kelimeler, rüyadaki anlamlannı hemen kaybettiler. Oyunlar tek başına oynanmıyor evladım Hikmet. Saatine baktı:
317
.tt-iuya. geujuıuu. ı^uum uiuj
hürriyet, işte çalışmıyorsun-, daha ne istiyorsun? Neler yapacaktık değil mi? Kendini, istediğin kadar kötüleyeme-din bile. Ben oburum albayım: Düşüncelerimin meyvalarmı yemek istiyorum, aşkımın meyvalarını yemek istiyorum hemen. Korkuyu yenmek istiyorum. Kalabalık istiyorum. İsteklerle zenginleşilmiyor albayım. Her şey birden bekleniyor: Sigara içiliyor, kahve pişiriliyor, çay pişiriliyor, sokaklarda başıboş dolaşılıyor, her geçenden yardım bekleniyor, sanki işte bu evet bu insan beni kurtaracak, dalgalanan bu etek beni anlayacak, hay allah! karşıya geçti,, belki bu yaklaşan etek kurtarır, belki tam bu sırada vasıtalar sıkışır, bin - yüz bin - on yüz bin otomobil önümüzü kapar, saatlerce kaldırımın bu kıyısında dururuz, beklemek önce cesareti kırar, sonra cesaret gelir insana, affedersiniz size bir şey sormak istiyorum, karşıdan karşıya nasıl geçilir acaba? hayır! anlaşmak yüzyıllar sürer böyle, affedersiniz ne kadar güzelsiniz, neden insan bir kelime bir cümle yüzünden kaybediyor? Çok iyi sözler hazırlamıştım güzelliğinizin karşısında unuttum, hava kararıyor, yalnız kurtlar iplerine dönüyor, fakire bir sadaka, siz inanmazsınız ama önünden geçip gittiğiniz dilenciler günde yüzlerce ¦ lira kazanıyor, ülkemizin bütün zenginleri böyle adam: oldu, ben merhamet düencisiyim, kolumda sargılar taşımıyorum, paçavralar içinde gezmiyorum, kimsenin anlamadığı ince metodlarım var, gecekonduda oturuyorum, seviyemin altında yaşıyorum, yüz olabilirken bir oluyorum, sürümden kazanıyorum, bana bak saydam etek! bana bak güzel bacaklar! kiminle konuştuğunun farkında mısın? beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum, ben Van Gogh'un resmi değilim, öldükten sonra beni müzeye koyamazsınız, beni tanımalısınız; ki benden bahsedin, çocuklarınıza beni örnek gösterin,, herkes zengin olmak yerine Hikmet olmak istesin, ah bir Hikmetim olsaydı desin, benim ana çizgilerimi öğrenin, sonra 2000 modeli bir Hikmet-çamurluklan büyük arkası
Dostları ilə paylaş: |