ŞAHO: Tek tırnaklı hayvanlarda akciğer yetmezliği hastalığı.
ŞAHNE : (Arapça) Şuhne : Anadolu ve İran ‘da devlet kurmuş halklarda devlet görevlilerine verilen ad. Vali. Şehrin inzibatına bakan memur. Şahna pınarı
ŞELEK-H: Ağzı geniş, dibi dar sepet.
ŞELLEK: Hayvan ağzından akan su.
ŞELLO(Ğ):Taze fasulye, kabak ve erikten yada mahuhtan yapılan yemek, çorba.
ŞEV: İnişli yer, bayır.
ŞIPÇA: Çabuk. Yalabuk.
ŞIPNADAK: Çırpıdah. Yepelek. Şapırtdak. Çarçabuk.
ŞİLTE: Yün döşek veya ot minder üzerine yapılan pamukla doldurulmuş hafif ve yumuşak döşeme.
ŞİMDİCEK: Tam bu zamanda.
ŞİNİK: Okka ölçeği.
ŞİP: Çabuk, çevik.
ŞİPGELME: Çabuk gelme.
ŞİPŞİP: Çabuk çabuk.
ŞİPİLETMEK: Çabuk iletmek. Olumsuz haberi çarçabuk ulaştırmak.
ŞİŞEK: Kuzulama dönemine girmiş dişi koyun. Sütü bol koyun.
ŞOR : Karışık, tuzlu.
ŞŞŞ !..:”Sus” anlamında sözcük.
ŞU SİNSALDA: “Şu yaşta” anlamında kullanılır.
TA: Uzaklık işareti.
TAANUT: Uyumsuz, bozguncu olan.
TABAH-K/DABAK: Çatal tırnaklı hayvanların ayaklarında çıkan çıban.
TABANARAZİ: Sulak verimli arazi.
TAABANA KUVVET : Bir yere yetişmek,varmak için yürüyüşe hız vermek.Ara vermeden yürümek.
TAFARSUZ: Laftan anlamaz, utanmaz adam.
TAHALAK/TAKALAK: Laf yapmak, gevezelik etmek.
TAHTAMAÇ: Sedir.
TAKAZ:
Ahşap evlerde tahtaları tutturmak için yapılan düz veya çapraz deste.
TAKI : Kadınların süs eşyası.Geline takılan armağanlar.
TAKILCAH-K/TAHILCAH/TAKILDAK: Şakşak. Değirmende buğdayı öğütme deliğine atan ağaç kutu. Değirmen taşı döndükçe sarsılan bu kutu (tak) diye bir ses çıkaran koluyla buğdayı öğütme taşının altına akıtır.
Mesudiye Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü’ndeki el sanatları sergisinde yer alan 450 yıllık ağaç sofra görenleri hayran bırakırken aynı zamanda şaşkınlığa uğratıyor. Çünkü 1,5 m çapındaki sofra tek ağaç parçasından yapılmış. Yeni hiç eki yok. Üstelik sofrayı üzerinde tutan ayağı da aynı ağaçtan hiç koparılmadan bütün olarak yapılmış. Eşsiz sanatsal özelliği ve güzelliğiyle belki de Türkiye’de bir benzeri dahi olmayan tek parçalı yer sofrasını imceleyen uzmanlar en az 450-500 yıl önce yapıldığı konusunda hemfikirler. Bu büyüklükte sofranın yapımının büyük ustalık gerektirdiği, üstelik alt ayağının bütün olarak aynı ağaçtan yapılması örneğine çok az rastlandığı belirtiliyor. Bu sofra ve çok orjinal eserlere sahip Mesudiye kültür ve el sanatları eşyalarının gelecek kuşaklara aktarılarak yok olmaması için en kısa sürede Mesudiye Müzesi’nin açılmasını ilgililerin dikkatine sunuyoruz. (Mesudiye Gazetesi)
TERS : Hayvan pisliği
TERSE :Çatılarda alta konan (ters) ağaç.
TESKERE: Yapılarda gereç taşımak için kullanılan, dört kollu ve iki kişinin taşıdığı tahta araç.TESKİRE/TEZKERE .
TESTERE (Farsça DEST-ERRE): El bıçkısı. Türkçe BIÇKI. Anadolu ağzında BIŞKI/BIĞÇI/BIKÇI.
TEVEK: Asma yaprağı; sürgün.
TEYİN: Sincap.
TEZGEL: En hızlı gel.
TEZEK (Eski Türkçe): At gübresinden TEZEK: Hayvan gübresinden kurutularak yapılan, içine saman da karıştırılarak teker haline getirlimiş ve kurutulmuş yakacak. (TEZ-EK).
TIKAÇ: Birşeyin ağzını veya deliğini tıkamaya yarayan nesne. Köylerimizde bulunan çeşmelerin deliğine ağaç tıkaçlar sokularak suların boşuna akması önlenir. Su akıtılmak istendiği zaman bu tıkaç çekilir.
TIKIZLAMASıkı duruma getirme.TIHIZLAMA/ DIHIZLAMA.
TIKIL: Yuvarlak.
TIMTIHIR/TAMTAKIR: Bomboş.
TINAZ: Savrulmak için hazırlanan dövülmüş saman yığını. Yapılan bu işe “tınaz çıkarmak” denir. Eskiden rüzgardan yararlanılırdı; şimdilerde ise harman makinesi ve traktör yardımıyla yapılmaktadır.
TINNUK/TINNIK-H: Alıngan.
TIRIL TIRIKLAMAK: İshal, tırık tumak.
TIRIS: Atın kısa adımlarla hızlı yürüyüşü.
TIRPAN: Uzun saplı, ağzı yay biçiminde, keskin, ekin biçme aleti. Tırpanın ağzı, kesme tarafına uygun şekilde özel çekiciyle dövülerek keskinleştirilir. Buna “tırpan dövmek” denir. Ekin, ot biçmek için özel tırpancılar vardır.(Rumca) KERENTİ.
TISKA: Kuru, zayıf.
Tİ(Ğ)TEBER: Bomboş. Parasız, çulsuz olma durumu.
TİKE (Eski Türkçe TİKÜ): Parça lokmadan TİKE: Dıkım, sokum, tıkım. Bir lokma, bir parça ekmek. Az.
TİLLE: Yük sarmak için kullanılan çatal odun (sırık). Semerde üzendgi işini gören “u” şeklindeki urgan.
TİRENDEZ: Titiz, hassas.
TİRKEŞMEK: Birisine sataşmak.
TİRKİ: İçinde hamur yoğurulan ağaçtan yapılmış kap (tekne).
TİRŞE: Sepet vs. örmek için fındık ağacından soyulup kesilerek çıkarılan şerit çubuk.
TİRŞECEK: Tirşe çakılan dal.
TİŞEK (Türkçe) TİŞ/DİŞ’ten TİŞEK: İki yaşını bitirerek üçüne basmış koyun. Şişekle ilgisi yoktur.
TİTEBER: Yalnız kalmış, tek başına.TİYTEBER.(Argo) Parasız pulsuz kalma ya da çulsuz olma.Mal varlığı olmaksızlık.
TOGAÇ/TOHAÇ/TOKAÇ: Yün ve elbise yıkamak için kullanılan odun parçası.
TOHLU/TOKLU: Bir yıllık kuzu.
TOKAT: Üstü açık yaz ağılı.
TOKURCUN: Tarlalarda orak biçilirken başakları iç tarafa gelmek üzere dokuz veya onüç demetten yapılan yığın (Bakınız DOĞURCUK-H).
TONGURAK-H: Köpeklerin boynuna takılan küçük, küre şeklindeki çan. Bu çanın boyunda sallanması sonucu çıkan sesten, hayvanın nerede olduğu farkedilir.
TOPRAK DAM: Eskiden evlerin üstüne kat kat toprak serilirdi. Serilen toprak loğ taşıyla ezilerek düzlenir ve bastırılırdı. Böylece yağmurun geçmesi önlenirdi. “Toprak damlı evlerin tutmaz oldu Faldacam.”
TUMP: Tarlalar arasında meyilli ve yüksek toprak (Sınır belirtir).
TUSCİ: Tuskalar, Etrüksler.
TUTAK-H (Türkçe TUTMAK’tan TUT-AK): Bir nesneyi tutmaya yarayan nesne, sap, bez parçası.
TUTAM: Elle tutulacak kadar.
TUTARIK-H: Sara, titreme nöbeti.
TUTİYA/GÖÇ ÇİÇEĞİ:...Karadeniz ikliminden İç Anadolu (karasal) iklimine geçişin öpüşme yeri olan ilçemizin coğrafyası, aslında bir doğa cennetidir. Bitki türlerini tam olarak saymış ve belirlemiş değiliz. Ancak bahar gelen de tarlalarımızda boy gösteren binbir renkli, kokulu çiçekleri; sevdalı kollarını sallayan ağaçları, gurbet türkülerini dinleyen koyakları ve bu koyakların bağrındaki çakıl tikenlerini, dağ kekiklerini; hele karların erimesiyle cılga derelerin bakir yeşillikleri arasında kendini gösteren nazenin kardelenleri yayla rüzgarlarında nazlı nazlı sallanan, kokusu baş döndüren papatyaları; eski, unutulmuş sevdaların acıtan günlerini anımsatan mor tikenleri; daha sonraki günlerde boy gösteren kündü çiçekleri, inciltilmekten korkarak titireyen menekşeleri, ayı gülünü, kokusuna doyamadığımız ıhlamur ve akasya ağaçlarının gülümseyen çiçeklerini; yardo dağı renginde gelincikleri gördükçe cennetin bahçelerini topraklarımızda zannederiz. Yeter ki kıymetini bilelim.
Yüzyıllardan beri Karadeniz yaylalarında 2 bin metrenin üzerindeki yükseltilerde çok ender olarak yetişen pembe renkli ve doyumsuz kokulu tutuyalar en kıymetli çiçek olarak kendisine haklı bir yer edinmiştir.
Ordu’ nun özellikle Çambaşı Yayla grubu içinde yer alan yaylalarında rastlanantutuyalar, manilerde kimi zaman “Tutuya Yarim” dizeleriyle sevgiliye, “ Tutuya gibi kokuyorsun… Gözlerini süzüyorsun” dizeleriyle ise ulaşılmaz sevgilinin özlenen kokusu ile özdeşleşmişlerdir.
Mesudiye’ nin Göndeliç – Karagöl – Yağlıtepe kuşağında yer alan Başağrı, Çukuroba, Istavru, Rözpene, Tavara yaylalarında da Rumlar döneminden beri baş tacı edilen tutuyalar, güzelliğin ve hoş kokunun simgesi olarak kabul edilmişlerdir.
Tutuyalar toprağı ile birlikte söküp köylere götürerek yetiştirmek isteyenlere bugüne kadar başarılı olamamışlardır. En büyük zorluk, yükseltinin 2 bin metrenin altına inmesi ile ekolojik dengenin bozulması ile tutuyaların uyum sağlayamaması olarak gösteriliyor.
TUTMAÇ: Dört köşe kesilmiş hamur parçalarından yapılan yoğurtlu çorba.
TÜH!: Pişmanlık ve üzüntü bildirme ünlemi.
TÖMSEK: Ahırda gübrenin dışarı atılması için yapılmış delik.
TÜĞ(Y)MEK: Bir işi yapmak istemeyince oradan, kimseye farkettirmeksızın ayrılmak. Fırlayıp koşmak.
TÜNEMEK
Kümes hayvanlarının kümese girmesi.
Bir yere sığınmak.
TÜRK (Eski Türkçe TUR/TÜR): Döl, üreme, doğmadan TÜR-E-K/TÜ-REK/TÜRK...Türeyen, var olan, ortaya çıkan. Anlam genişlemesiyle “belli bir topluluğun adı”. (Uygurca TÜRK): Güç, erk. (Arapça TÜRK): Vakit. (Etrüksçe TURAN): Begüm, hanımefendi, tanrıça. (Farsça TURK): Sevgili. Türk-i Çin “Çün güzeli”. (Farsça TURKMAN): Türk soyundan bir ırmak, Türkmen. (Sümerce TUR): Oğul, döl.
TÜRKÜLENMEK: Kendini bir yerden saymak.
TÜRKÜN: Oymakların, yakınların toplandıkları yer (Kaşgarlı Mahmud).
UBRUH: Kuplu su kabı.İBRİK-H/IBRIK.
UÇKUN: Oynak toprak.
UÇKUR: Henüz su verilmemeiş ekin.
UĞALMAK: Çocuklarda ağlarken meydana gelen nefes darlığı.
UĞRA: Yufka açılırken hamurun yanına konulan un.
UĞUNMAK/OĞUNMAK/UVUNMAK: Acı içinde kıvranmak.
UĞUNDURMA : Üç gün üç gece süren ermeni orucu.Yöremizde “Uğundur oğlum,uğundur” diye söylenince geniş anlamıyla “Açlıktan kıvran,acı duy” yorumu çıkar.
UĞURLAMAK: Gideni sevgi ve esenlik dilekleriyle geçirmek.
UĞURSUZ: Eşkiya, hırsızlık, haksızlık yapan.
Para verdiğiniz savaş mı yaptı
Öyle bilirimki çok yoldan saptı
Fakir fukaradan rüşvetler kaptı
Bu zaman uğursuzun dediniz yahu (Rüştü Tuncalı)
UHCUNBİTİ: Yapışkan.
UHÇUR: Uçkur. Lastik yerine takılan çaputtan bağ.
UMACI: Küçük çocukları korkutmak için uydurulmuş yaratık.
UMAR: Çıkan yol, çare. “Umar umar, beklersin.”
UMUK-H: Sıcak.
UMSAK : Umut eden.
UN HELVASI: Yağda kavrulmuş unun suyla karıştırılmasıyla yapılan bir tatlı türü.
UNLUK-H: Değirmende öğütülen zahranın un halinin döküldüğü yer.
URAĞAN: Yağış getiren fırtına.
URGAN: Kendir ipinden kıvrılmış kalın yük taşıma ipi. Semere yük yüklemek için kullanılan ip.
USMAK/OSMAK: Çok acıkmak.
UŞ!: Şaşma ünlemi.
UVATLAMAK: Tamir edip düzenlemek.
UVUNMAK: Üzüntüden döğünüp durmak, acılı ses çıkarmak.
ÜNLEMEK: Seslenmek; karşı tarafta, uzakta dana bağırmak.
ÜNYE (Eski Anadolu Dilleri) ONEA/ONEY: Şarap ülkesinde UNYE/ÜNYE. Sonradan Grekçeye geçen ONEA. Halk dilinde UNİA/UNİYA/ÜNYE biçimine girdi. Önce Asur kralı Sarokin’in, sonra Kapadokyalıların eline geçti. (İ.Ö. İsa 722’de Pontos Krallığına bağlandı. Bizans çağında, çok aranan şaraplarıyla ün kazandı.)
ÜR(Ü)MEK (Eski Türkçe) ÜRMEK:
Havlama.
Boşuna konuşma.
ÜRÜN: Yapılan hasat sonucu alınan buğday, arpa, meyve, bitki.
ÜSTÜNEVARMAK: Bir işin yerine getirilmesi için üstelemek. Israr edip zorlamak.
ÜŞENGEÇ: İş yapma konusunda gevşek ve isteksiz davranan.
ÜŞÜK: Sıtma.
ÜTME: Ateşte kızartılmış taze buğday yada mısır.
ÜTÜK: Yenilmiş, kaybetmiş.
ÜVENDİRE/ÖĞENDİRE/ÜĞENDİRE/ÜĞENDERE: Harmanda öküzü haylamak için kullanılan sivri uçlu, uzun çubuk.
ÜYEZ: Sinek yavrusu.ÜVEZ.
ÜYEZE: Tembel, elinden iş gelmeyen.
VARAGELE: “Vargele” şeklinde de söylenir. Bir şeyi yerden çekip götürmeye yarayan aet.
VAZALAK-H: Sözünü bilmez, geveze.
VAZIRADAK-H: Hemen, kolaylıkla, bir hamlede, çarçabuk.
VAZIRATMA: Bir hamlede, çarçabuk iş yapma, yerine getirme
YALAH-K: Hayvanların su içtikleri taş yada ağaçtan oyma kap. Yalaklar öncelikle yağlı çam gövdesinden oyularak yapılırdı. Bir uc tarafta aşağısında su akması için delik bırakılırı, ancak bu delik kapatılarak yalakta suyun birikmesi sağlanır. Su çok kirlendiği zaman delik açılarak yalağın boşalması sağlanır. Ne yazık ki günümüzde ağaç yalakların yerini beton, taş yalaklar aldı. Onlar da yöremizin soğuk, don yapan kış günlerinde bozularak çirkin görüntüler oluşturmaktadır. Fazla içmiş kişilerin yalağa yatırılarak ayıltılmalarına ait öyküler de anlatılır.
YALAMA: Sözünde durmayan.
YALAMUK-H:
Soymuk.Çam ağacının iç kabuğunu emmek için açılan yara.
Güneşten yanmış yüz.
(DOYMA NOKTASI-Sema Kaygusuz):...Ağacın gövdesini kanırtarak derin yarıklar açan adam, o günden sonra o fidanın içine böceklerin dolacağını, rüzgarın tokadından kendini koruyamayacağını ve kendini onaramayacak kadar yara aldığını, genç yaşta ölüp bundan böyle dallı budaklı bir iskelet gibi kalacağını bile bile yapıyordu bunu...Bardağın içi yalamukla doldukça, sanrılara kapılıyor; kulağının içinde yankılanan tatlı fısıldayışlar duyuyor, duydukça büyüyüp yükseliyordu. Köklü, savunmasız birşeyin karşısında fazla bir güç harcamadan, ağacın özsuyunu, onun en gizli ışığını sakin sakin çalıyordu.”
YALBURAH-K: Çıplak.
YALCI: Birisinin çıkarını belli ve az bir karşılık alarak kollayan. Yağcı.
YALDIRBAK: Başı açık şekilde.
YALIN KULPLU
YALINKAT: Çok zayıf, ince.
YALINKULPLU: Süt yada ayran kaynatmaya yarayan büyük kazan.
YALMAN: Dik yer.
YALPAK: Yüze gülen.
YALPADAK : Hemencecik.Çabucak.
YAMAMA: Samanlıkların yanına yapılan ilave oda.
YAMŞAKADAM: Ağzı bozuk adam.
YAMUH-K: Eğri.
YANCAK: Öküz arabalarının yan tahtaları.
YANCUK: İnsana yanaşmak.
YANGABOZ/YANGABUZ: Güvenilmeyen, iki yüzlü. İşten kaçan.
YANGAL: Yana doğru eğilmiş.YANGIL.
YANIKARA: Şarbon hastalığı.
YANUÇ: Eğri büğrü. Suyun içindeki bir böcek çeşidi.
YAPAĞI: Koyun yünü.
YAPILDAK (Türkçe YAP): Kurma, örtme, ortaya koymaktan YAPILDAK: Çıplak, yanında yapılmış bir nesne bulunmayan.
YAPINTI: Hayal gücüyle yapılmış şey.
YAR: Uçurum, bayır.
YAREN: Şen şakrak, arkadaş.
YARIL: Çok ses çıkartan, gürültücü.
YARIMAĞIZ: İstemeyerek, gönülsüz olarak.
YARMA(ÇA): Ocakta yakılması için bir kütükten yarılan uzun odunların her biri.