KUR’AN’IN KANATLANDIRDIĞI TÜRKÇE
Bir sayfasında kitap dünyasına dair ilgi çekici bilgiler sunan Kitap Dergisi, dünya üzerinde en çok okunan kitabın Kur'ân-ı Kerîm olduğunu belirtmiş; bu bilginin doğruluğundan şüphe etmiyorum; Kur'ân dünyanın en çok okunan ve en az anlaşılan kitabı. Gurur okşayıcı ve zelîl bir hakikatle karşı karşıyayız; Kur'ân okumalarının büyük çoğunlukla âyet metinlerinin mânâsını ihmâl ederek, adetâ ıskalayarak gerçekleştirildiğini biliyoruz. O’nun çok okunan ama mânâsından haberdar olunmayan bir kitap hükmüne gelmesinin vebâli bizimdir.
Kur'ân’ın Arap lisanıyla inmiş olması, günümüzde O’nun mânâsından bîhaber kalmak için özür teşkil etmiyor; dileyen herkes sıradan bir kitap fiatına bir veya birkaç meal edinebilir; mealle yetinmenin yanıltıcı sonuçlar doğurabileceğinden endişe eden herkes ortahalli bir kasetçalar fiatına birkaç tefsire sahip olabilir veya eşinden dostundan emanet almak, kütüphanelerden istifade etmek kaydıyla Kur'ân’ın muhtevâsı ile temasa geçebilir. Bahâne yok ama üşengeçlik ve meraksızlık kat’i!
İbâdetlerin Türk diliyle yapılması meselesi, zoraki bir tarzla da olsa yeniden gündeme geldi. Mevzuu köpüklendirmek niyetinde değilim; bugüne kadar takib edilen yol esasen aklın yoludur. Ezanı Türkçe okutmaya kalkışmak hezeyândır; cemaatla icrâ olunan namazda sûreleri Türkçe kıraat etmek gereksizdir; Türkiye bu istasyonları “tek parti” devrinde geçti ve
mesele kapandı. Ama ihmâl edilmemesi gereken bir hakikat var; Kur'ân’ın mânâsından uzak kalmak ise intihardır.
İmân, dil ile ikrâr, kalb ile tasdîk ise neyi tasdîk ve ikrâr ettiğimizi bilmek de kendiliğinden imânın rüknü olur. Anlamak ve düşünmek, ibâdet derecesinde ödullendirilmiş ve teşvik edilmiş bir din faaliyetidir ve Kur'ân mükerrer âyetlerinde entellektüel faaliyeti neredeyse farz-ı ayın derecesinde emrediyor. Entellektüel merakı kamçılamak için çok dikkate değer ipuçları verdikten sonra tahkik ve düşünmeyi öğütlüyor. Bu kabil faaliyetler sadece “ulemâ”ya değil, bütün inananlara yönelmiştir.
Kitâb’ı Arapça metninden ve hiçbir tefekkür çentiğine takılmaksızın okuyup geçmenin bir ihtirâm ifâdesi olduğuna şüphe yok ama mânâ akla ve kalbe nüfûz etmedikçe biz kitaptan fiilen kopmuş ve O’nu kendimizden uzaklaştırmış oluyoruz. Bu âşikâr bir “nefse zulüm” vak’asıdır. Sûretâ buna benzer endişelerle ibâdet dilinin Türkçeleşmesini savunanlarla aramızda mühim bir fark var; onlar Arapça’nın milli bünyeye zararlı bir kültür yayılmasının vâsıtası olduğunu zannediyorlar. Halbuki bin yıllık tecrübemiz, “Arapça”dan ziyade “Kur'ânca” diye bir vakıa ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Arap kültürü, örfü ve hatta lisânı -çok tabii olarak- Kur'ân’ın ve Hz. Peygamber’in aziz hâtırasının muazzam önemi karşısında milli kültür ve şahsiyeti tehdid edebilecek bir unsur teşkil edememiştir. Türk milleti için Arapça, Arapların milli lisanı olmazdan evvel, vahyin lisanıdır ve sırf onun için çok aziz ve mu’teber sayılmıştır. Kur'ân’ı göz göre göre ihmâl ederek Arapça’yı sadece bir kavmin lisânı imiş gibi telakki etmek hatâdır çünkü Kur'ân’ı anlamak için Arapça daima vazgeçilmez bir önem taşıyacaktır. Bu, herkesin Arapça öğrenmesi gerektiği anlamına gelmiyor elbette ama Kur'ân’la irtibat kurmak için Arap lisanı daima vazgeçilmez kalacaktır.
Bin yıllık hikâyemiz bize bu konuda eşsiz tecrübeler kazandırdı: Kur'ân, Türkçe’yi kanatlandırdı ve Kur'ân’ın ana kavramlarını, fiillerini, tâbirlerini ve kültürünü hayranlık uyandıracak bir mârifetle Türkçe’ye taşıyan ecdâdımız kendi dillerini beynelmilel ve beynelislâm çapta bir kemâl derecesine ulaştırdılar. Dil ırkçılarının Türkçe’den kovmaya
çalıştıkları şey Arapça’dan ibaret değildi; onlar Türkçe’deki Kur'ânî kültür ve muhtevâyı kazımaya kararlı idiler; Türkçe’nin bünyesindeki Kur'ân muhtevâsı sökülünce geriye doğu dürüst şiir bile yazılamayan, derûnî bir fikri ifâde etmekte kısır bir lisan kaldı.
İşbu kara-kuru lisanla yapılan tercümelerdeki sefâleti i’zan ve idrak sahibi herkes görüyor ve yeriniyor; bu lisanla doğru-dürüst ilmî makale kaleme alınamıyor çünkü Kur'ân kavramları ve onun etrafına teşekkül ettikten sonra Türkçe’ye sinen rayha uçup gittikten sonra kelimeler başıboş, cümleler inzibatsız kaldı, çünkü “Arapça’dır” endişesiyle ve âdeta istihkarla Türkçe’den kovduğumuz Kur'ân kelimeleri bizim en temelli haberleşme esaslarımızdı.
“Öz” dil inşâ etmek uğruna neyi fedâ ettiğimizin hâlâ farkında değiliz; Türkçe’nin bünyesine harikulâde bir fonksiyonellik kazandırılarak yerleşmiş Kur'ân mahreçli kelimelere en azından Moğolca’ya gösterdiğimiz itibarı çok gördük. İbâdet dilinin Türkçeleşmesini savunanlar, ibâdet dilinin vaktiyle anlaşılır irtifaa yükseldiğini bilmezden geliyorlar; bu işin
şampiyonluğunu yapan şahıs, akıntıya kürek çekeceğine ahir ömründe evvela bir daha
kullanılamaz hale getirdiği tarih vesikalarının hesabını vermekle geçirse daha faydalı bir iş yapmış olur. Ahmet Turan Aklan
--------------------
Sevgili TORONTO TURK Uyeleri,
Bence bu maillesmenin yeri direkt kisisel adresler olsaydi karismak bana dusmezdi, ancak herkes okusun da feyz alsin diye yayinlandigina gore, bu benim yasimin bile anlayamayacagi bir dille ne dedigi anlasilmayan, icerigi bakimindan eski bir yazinin hatirlatilmasi sizleri de sIkmIyor ve sinirlendirmiyor mu? Artik Turk toplumu olarak kafa yoracagimiz seyleri, bizleri daima ileriye baktiracak konuları ne zaman yakalayacagiz. Dilimizi kurtarmanin yolunun bu soylemlerden, dinini devamli agzindan dusurmeyen bir toplum olmaktan degil de akilli, caliskan, bilgiyi ve cagi yakalamaya calisarak guclu bir devlet olmaktan gectigini ne zaman ogrenecegiz. Bu yazismalar yayinlanabildigine gore pek umidim yok ama... Zafer KARADENIZ oscarversus@yahoo.com
-------------------
Ben de fikir beyan edeyim istedim:
Ozu itibariyle din egitimi veya dini kurumlar tarafindan verilen egitim (cami de verilenden bahsediyorum) "fikri hur, irfani hur" nesiller yetistiremez - isin tabiatina aykiri. Din egitimi tutucu bir egitimdir: Ya inanir tamamen uyarsin ki bu durumda fikrin hur degildir, ya da inanmazsin. Bir baska degisle "mantik yurutme" (Adem beyin soyledigi gibi - universitelerde de eksiktir) kesinlikle yoktur. Eger bu sekilde bakilirsa artan cami sayisi gelisime, bilime daima darbe vurur. Tabii TR icin universitelerin fikri ne kadar hurdur o da tartisilir. Ama yapisi itibariyle (potansiyel olarak) dini egitime gore ilerleme alaninda daha fazla sansa sahiptir. Bir de su sekilde bakalim: Bundan sonraki 10-15 yillik butcede, gecmisteki butcelerde Diyanet'e ayrilan orandaki parayi Milli Egitim'e ve universitelere verelim ve sonucu gorelim. Tabii Milli Egitim ve universite derken imam hatip liselerine ve ilahiyat fakultesine demiyorum. Bugune kadar uygulanan yontem ortada; TR'nin kayda deger bir yol aldigi pek soylenemez; belki bundan sonra birseyler degisebilir. Bu arada ben de cami sayisina takmis durumdayim, ama imam hatipler de hic geri kalmiyor hani... Selamlar Serdar Oncel serdar@oncel.ca
-------------------
Neyse iki kelam daha edeyim: Hani sistem `` fikri hur , vicdani hur , irfani hur `` nesiller yetistiriyordu... Baskasina ait olana nasil da tahammulsuzuz ....
Neyse , o noktali yerleri sahsiniza ve sahsiyetinize uygun bir sekilde aciklayabilirsiniz. Ama size Cumhuriyet`in kurucusu Mustafa Kemal Pasa`nin Nutuk`unu okumanizi tavsiye ederim.... diyececegim ama anlamazsiniz. O noktali seyleri Nutuk`u okurken de zikredersiniz...
Lutfen seviye ve hosgoru... Oncellikle anlamaya calisin, sonra yargilarsiniz.Dilinizi anlamiyorsunuz sonra da kendinize bile yakistiramadiginiz hakaretler ediyorsunuz...Ne demis adam: Insan bilmedigi ve tanimadigi seyin dusmanidir ... demis.
Ataturk sag olsaydi, Nutuk`u anlamayan bir nesli gordugu icin cok uzulecekti...
Ahmet Hasim sunu diyor : Melali bilmeyen bir nesle asina degilim...
Yahya Kemal de Ziya Gokalp`e sunu diyordu:
“Ne harabiyim ne harabati, / Koku mazide olan atiyim...”
Turkce`nin bu iki guzide sairini de anlamiyorsaniz , yapacaginiz sey bilmediginiz seyleri cok kisa zamanda ogrenmek olacaktir... Hic merak ettiniz mi : Sheaksper`in hakkinda kac tane mail grubu var diye... Yaklasik bundan 400 yil once yasamis ve anlasilmasi son derece zor olan ( hem dil olarak, hem icerik olarak ) bir sairi anlamaya ve zevk almaya calisiyor İngilizler...
Biz de bize ait ne kadar deger varsa tuka- kaka yapiyoruz. Ise galiba Kultur nasil olusurdan baslamak gerekir... Not: Kultur mantar degildir... Adem Erisek
--------------
Genelde iki kisi arasinda suregiden tartismalara katilmaktan uzak durmayi yeglerim. Ama...konu gelip ulusal baza oturdugunda ve herbirimizi ilendiren boyuta dayandiginda uzak kalmak da zor oluyor. Bu noktada Bora Bey'den bir ricam olacak. Lutfen bize soz ettiginiz Devlet Butcesinden pay alan kuruluslardan belki ilk on-onbesinin listesini aktarabilirmisiniz? Boylelikle kim ne kadar akcalaniyor bilerek kendimize gore yorumlarimizi daha saglikli yapabiliriz. Tesekkurler. Bu arada herkese genel bir soru da benden: Anayasasinda Laik oldugunu belriten bir devletin, butcesinden din (ler) icin odenek ayirmasini dogru buluyormusunuz? Iyi haftasonlari Akif Uçmak
-------------
Sevgili gurup uyeleri, Din olgusunu tartisirken herkesin ortak takintisinin vicdan ozgurlugu bazinda alinmasidir.Din vicdan ozgurlugu ise kimsenin diyecegi birsey olamaz .Artan nufus oranlarinda ibadet yerleri yapilacaktir.Yapilmistir. Bizim gormemiz gereken konu cumhuriyet kusaklari olarak cumhuriyeti neye ve kime karsi kurduk. Cumhuriyet emperyalist guclere karsi bir dizi silahli mucadeleyle elde edilen gucle, Saltanat ve hilafet'e ragmen halkin ulus olma istencesinin urunu olarak kurulmustur. Ummet toplumu olan OSMANLIDAN ayrilan son ulus TURKLERDIR. Demekki CUMHURIYET din devletini yok ederek kendini insa etmistir.Bu donemde guce tapma sorgusuz emirleri yerine getirmek olan din ve dinciler kendilerinden bekleneni yapmislardir.Yani silahla elde edilen gucun karsisinda( bir iki ufak tefek olayin disinda )ses cikaramamislardir.Kesin yenilgi olan bu durum cumhuriyet karsitlari tarafindan unutulmamistir. Gunumuzde cumhuriyet karsitlari kendilerini yenilgiye ugratan guc ve anlayisla hesaplasmak arzusundadirlar.Bu hesaplasma cumhuriyetin butun kazanimlari icin gecerli olup Turkce'de bundan nasibini almaktadir.Tartisma konusu olan cami sayisi,butceden ayrilan diyanet payi vs.bu baglamda dinin ve dincinin kazanimlarinin sembolik gostergesidir.Bizim ulkemizde vicdan ozgurlugunun sonucu olmasi gereken din ozgurlugu ile Arap milliyetciligi hep karistirilmistir. Olaylara bir de bu pencereden bakmaniz baglaminda yazilmistir. Mustafa Doygun
---------------------
Su iletiyi cevaplamaya calisayim bakalim sonunu getirebilecek miyim ...
Din olgusunu tartisirken herkesin ortak takintisinin vicdan ozgurlugu bazinda alinmasidir.Din vicdan ozgurlugu ise kimsenin diyecegi birsey olamaz .Artan nufus oranlarinda ibadet yerleri yapilacaktir.Yapilmistir.
Din sadece vicdan ozgurlugu degil hayati anlama , anlamlandirma ve algilama bicimidir... Vicdanlarda makes bulan hicbir dusunce sadece soyut bir inanis ve dusunce olarak kalmaz... Hayata rengini verir. Hic dusundunuz mu : Islamin bin yillik Turk tarihindeki etkilerini... Gerek sosyal, gerek kulturel ve gerekse siyasal olarak...
Bizim gormemiz gereken konu cumhuriyet kusaklari olarak cumhuriyeti neye ve kime karsi kurduk. Cumhuriyet emperyalist guclere karsi bir dizi silahli mucadeleyle elde edilen gucle,Saltanat ve hilafet'e ragmen halkin ulus olma istencesinin urunu olarak kurulmustur.
Ummet toplumu olan OSMANLIDAN ayrilan son ulus TURKLERDIR.
Pekala , Kim kimle savasmis da Osmanlidan Turkler ayrilmis... :) . Ataturk`un kurdugu ilk meclisteki insanlarin niteligini biliyor musunuz ? Ya da eger Turkler osmanlidan ayrildiysa Turk ordusu nasil tesekkul etti veyahut Osmanli Ordusu nereye gitti... Basit bir rejim degisimini Osmanli dan ayrilan son ulus Turklerdir diye yorumlamak , hangi Tarihcinin Tarihe getirdigi bir usuldur acaba... Ama yine de bir arkadas tavsiyesinde bulunayim : Baska yerde soylemeyin mahcup olursunuz... Saltanata gelince...
Birazcik islamin ruhunu bilen, soyle anlamak amacli bakan birisi; islamin Cumhurıyet ile hic bir probleminin olmadigini, tam tersine saltanatla bir probleminin oldugunu anlar. Haydi Cumhur`la ilgili bilgi de yazayim : Cumhur (malesef Arapca kokenli bir kelimedir) halk ve topluluk anlamina gelir... Cumhur`dan turemis soz ve kelimeler soyle siralabilir: “Cumhura muhalefet kuvve-i hatadandir / Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi” Y.K.Beyatli
Cumhurbaskani, cummur cemat (dogrusu ``cumhur cemaat`` olmaliydi ama zamanla degismis guzel bir ikili olusturmuslar) , CUMHUR REISI , reisi cumhur, gibi... Hilafete gelince... Hilafet siyasal bir olusumdur. Yani yeryuzunde yasayan tum uslumanlarin bir cati altinda birlesmis olmasidir. Simdiki AB gibi birsey... Ulusalcilik`i savunuyorsaniz halen, Kurtler de bir ulus olduklarini soylerler ve onlarda bir devlet isterler. Bunlari konusurken biraz dusunmek gerek... Ulusalcilik fikrinin babalari Osmanli`yi lime lime boldukten sonra , kendileri bir ummet olusturdular... Dunya da aklin yolu bir : Bir guc merkezi olusturmak icin herkes bir birliktellige ihtiyac duyuyor.
Amerika`nin bile bir suru guya mutteffigi var. Neyse bunlar siyasal olaylar. Burda sana Arabi antipatik (sevimsiz) gosterir , obur taraftan da butun Arap alemini kendi somurur . Bu konunun ozunun ozu: Dis politikada her sey cikar eksenli olarak dusunulur, ebedi dostlar ve dusmanlar yoktur...
Demek ki CUMHURIYET din devletini yok ederek kendini insa etmistir.Bu donemde guce tapma sorgusuz emirleri yerine getirmek olan din ve dinciler kendilerinden bekleneni yapmislardir.Yani silahla elde edilen gucun karsisinda(bir iki ufak tefek olayin disinda)ses cikaramamislardir. Kesin yenilgi olan bu durum cumhuriyet karsitlari tarafindan unutulmamistir. Gunumuzde cumhuriyet karsitlari kendilerini yenilgiye ugratan guc ve anlayisla hesaplasmak arzusundadirlar.
Daha konunun adini koyamadiginiz, hem diyorsunuz ki emperyalizme karsi bir savasti diyorsunuz , hemde dincilere karsi verilen bir savasti diyorsunuz. Bu nasil bir seymis ?
Turkiye topyekun bir istiklal mucadelesi verdi ve o zaman ki imkanlari ile de cok muhtesem bir zafer elde etti... O zaferi Mehmet Akif Istiklal Marsinda destanlastirdi... Istiklal marsinin temasini anlamaya calisirsaniz Turk milletini de anlarsiniz. Ya da istiklal harbinin kimler arasinda oldugu hususunda aydinlatici fikirlere sahip olabilirsiniz...
Bu hesaplasma cumhuriyetin butun kazanimlari icin gecerli olup Turkce'de bundan nasibini almaktadir.Tartisma konusu olan cami sayisi,butceden ayrilan diyanet payi vs.bu baglamda dinin ve dincinin kazanimlarinin sembolik gostergesidir.Bizim ulkemizde vicdan ozgurlugunun sonucu olmasi gereken din ozgurlugu ile Arap milliyetciligi hep karistirilmistir. Olaylara bir de bu pencereden bakmaniz baglaminda bu yazi yazilmistir.Saygilarimla
Daha fazla cevaplamaya dayanamayacagim. Yalniz Ugur Mumcu`nun sozunu hatirlatmadan gecemeyecegim : Bilgi sahibi olmadan , fikir sahibi olunmaz... Adem Erisek
------------------
Takke dustu kel gorundu. Tartisilacak bir seyler yok sen devam et. Eksik kalan soyleyemedigin seyler varsa bu firsat dokturuver. Selamlar. Mustafa Doygun
-------------------
Ben hakikatte kelim, hic bir zaman kelimi saklama girisiminde bulunmadim. Takke de takmiyorum, yani alnim enseme kadar acik... Ama birseylere sovecekseniz , hakaret edecekseniz sirf isimleri size antipatik ogretildigi icin sovmeyin... En azindan sovdugunuz seylerin nelere denk geldigini bilin... Ve , ondan sonra tam isabet kalbine nisan alin, oyle alin ki bir daha yasama sansi kalmasin. Sovgu ve hakaret de onurlu olsun, bu bile bilgisiz olmaz... Adem Erisek
-----------------
Zürafa / "Erhan Berber" eb799@yahoo.ca Sun Feb 11, 2007 11:47 pm (PST)
Zürafa kelimesinin İngilizcesinin kökenini araştırırken bulduğum enteresan bilgileri paylaşmak istedim. Araştırma, ABD'de lise son sınıf öğrencisi olan kızımın OED (Oxford English Dictionary)' den bazı sözcükleri bulmak ve kökenlerini öğrenmek ödeviyle başladı; kızım kendi ödevini yaparken, arkadaşıyla konuşmalarını duyunca, ben de -ve yanlış olarak- İngilizcede "giraffe" kelimesi, 18. yy'da Mısır hıdivi (valisi) Mehmet Ali Paşa’nın hediye olarak gönderdiği ve Paris'te büyük sükse yapmış olan "Zarafa" adlı zürafa’dan geliyor demiştim...
Sonra kendisi ödevi ile ilgilenmeğe devam ederken ben de zürafa kelimesini araştırmağa devam ettim. Aklıma zürafa ile zarafat/zarafet/ zariflik kelimelerinin ilişkili olup olmadığı geldi; ne yazık ki ağ üzerinde böyle bir bilgi yok. Wikipedia giraffe kelimesinin anlamı olarak "monte edilmiş, bir araya konulmuş veya uzun" anlamlarını veriyor.
Başka kaynaklardan doğrulayamasam da zürafa kelimesinden Süleyman Mabedi'ne gitmek beni şaşırttı (ayrıntısı aşağıda). Acaba ziggurat ile de ilişkisi olabilir mi dedim. (Babylonian ziqqurrat, D-Stem of zaqÄ ru "to build on a raised area"); tesadüfen bulduğum -ve bazılarınızın benden çok daha iyi anlayabileceğini tahmin ettiğim- bilgileri de en aşağıya ekliyorum. Önemli bulduğum yerleri sarı ile işaretledim. ..
Bahaneyle, eski ve yeni ahitlerde adi sıkça gecen Kenan (Canaan) ülkesinin Türkçesinin Fenikeliler (Phoenicians) olduğunu da öğrenmiş oldum; acaba Tyre/Tyrrhians olarak adi gecen yerlerin Tur'lar ile Turhanlar ile alakaları var mi, merak etmeye devam ediyorum. Erhan Berber
--------------------
www.searchmalta.com/surnames /zerafa/index.shtml
I was pleased to find the name Zerafa in Malta, but not in the least surprised. I have been looking for an origin for my own name, Serfaty, (also spelled Sarfaty by some others).
I found that in 965BC the city of Zarafa or Zarafat was handed over by Solomon King of Judah to Hiram King of Tyre together with some 20 other towns as a payment for the construction of Solomon's Temple at Jerusalem by the labour and expertise, and material provided by King Hiram. This is reported in Kings 1, and by Flavius Josephus writing in AD79. It is therefore possible that people with the name of the town, "Zarafas" "Zerafats" or "Zerafats" or "Zerafas" could have sailed the western mediterranean with the Phoenicians - as the Greeks called them - (Canaanites from the land of Canaan, Tyrrhians from the city of Tyre) at any time after 965BC. Hiram King of Tyre presided over one of the cities of the Phoenicians (the Canaanites), who were visitors to, and perhaps occupiers of, or settlers in Malta from before 2000 BC until the fall of the eastern Phoenician cities to Xerxes and the rise at sea, in their place, of the Phoenicians' western port, Carthage.
This information gives you a possible and very ancient origin of many of our "ZRF" or "SRF" family names. Until their introduction into the Greek language about 500 BC there were no vowels in any language, so debate about the exact spelling is not relevant before that time.
Meaning of the name: According to my source, in Aramaic Zara means "beauty" and Afa means "distance" so ZRF or Zarafa means a "beautiful distant place", explained by the fact Zarafat was at different times the Northernmost city of the Egyptian empire (1800 BC), the Northernmost city of Judeah (1000BC), and the Westernmost city of the Assyrian empire (3000 BC). The location was rediscovered in 1975 and is undoubtedly beautiful, near a pretty coast with views of wooded mountains not far away.
http://en.wikipedia.org/wiki/ Giraffe
The species name camelopardalis (camelopard) is derived from its early Roman name, where it was described as having characteristics of both a camel and a leopard .[3] The English word camelopard first appeared in the 14th century, and survived in common usage well into the 19th century. A number of European languages retain it. The Arabic word الزراÙØ© ziraafa or zurapha, meaning "assemblage" (of animals), or just "tall", was used in English from the sixteenth century on, often in the Italianate form giraffa.
http://www.cassiopaea.org/cass/wave12c.htm
"Ba-Bel, "God's Gate," was the Babylonian heaven-mountain of ziggurat where the god descended from the sky to the Holy of Holies, the genital locus of his mating with Mother Earth. ...Babylon's famous Hanging Gardens occupied the seven stages of the ziggurat, to create a Paradise like that of Hindu gods: "Seven divisions of the world... in seven circles placed one above another..." The ziggurat was a "temple of the seven spheres of the world. ...The Babel myth is found all over the world, including India and Mexico. It was familiar in the Greek story of the giants who piled up mountains to reach heaven. Hindus said it was not a tower but a great tree that grew up to heaven... [Walker, The Women's Encyclopedia of Myths and Secrets, 1996]
Q: (L) One of the things that Al-'Arabi writes about is the ontological levels of being. Concentric circles, so to speak, of states of being. And, each state merely defines relationships. At each higher level you are closer to a direct relationship with the core of existence, and on the outer edges, you are in closer relationship with matter. This accurately explicates the 7 densities you have described for us. He also talks about the "outraying" and the "inward moving" toward knowledge. http://www.theosoph ical.ca/Book5Anc ientEgypt. htm
Josephus has preserved a tradition concerning two pillars that were erected in the land of Siriad. He tells us that the children of Seth (Egyptian, Set) were the inventors of astronomy, and in order that their inventions might not be lost, and acting “upon Adam's prediction that the world was to be destroyed at one time by the force of fire, and at another time by the violence and quantity of waters, they made two pillars, the one of brick, the other of stone; they inscribed their discoveries upon them both, that in case the pillar of brick should be destroyed by the flood, the pillar of stone might remain and exhibit those discoveries to mankind, and also inform them that there was another pillar of brick erected by them: Now this remains in the Land of Siriad to this dayâ€. (Ant. B., i, ch. 2.) Plato likewise speaks of these two columns in the opening of Timaeus The place where the two pillars, or one of them, traditionally stood was in the land of Siriad. Where that is no mortal knows, but Seri in Egyptian is a name for the south. Seri is also the mount that is figured as the two-fold rock which is equivalent to the pillars of the two horizons, south and north, Seri is also the name of the giraffe, a zootype of Sut, the overseer.
Siriad, then, we take to be the land of the south where the pillar “remains to this day†. According to John Greaves, the old Oxford astronomer, “these pillars of Seth were in the very same place where Manetho placed the pillars of Taht, called Seiread†(English Weights and Measures). It is possible to identify the missing pillar of the two, the pillar of Sut in the south. There was a southern Annu and a northern Annu in Egypt, and possibly a relic of the two poles may be recognized in the two Annus, viz., Hermonthes, the Annu of the south, and Heliopolis, the Annu of the north, The original meaning of Annu appears to have been the place of the pillar, or stone, that marked the foundation which preceded the sign of station or dwelling-place. There was an Egyptian tradition which connected Sut, the inventor of astronomy, with Annu, as the original founder of the pillar, which makes him the primary establisher of the pole.
As an astronomical character Sut was earlier than Shu. The Arabs also have a tradition that one of the pyramids was the burial-place of Sut. The pillar of brick, being less permanent, went down as predicted in the deluge as a figure of the southern pole, whereas the pillar of stone remained for ever as an image of the north celestial pole, or of Annu, the site of the pillar, in the astronomical mythology. It is reported by Diodorus that Annu (Heliopolis in the solar mythos) was accounted by its inhabitants to be the oldest city in Egypt. Which may have been mystically meant, as Annu was also a city or station of the pole, the most ancient foundation in the northern heaven, described in the eschatology as the place of a thousand fortresses provisioned for eternity.
The two pillars of Sut and Horus were primal as pillars of the two [Page 267] poles thus figured in the equatorial regions as the two supports of heaven when it was first divided in two portions, south and north; and the pillar or mount of the south was given to Sut, the pillar or mount of the north to Horus.
The typical two pillars are identified with and as Sut and Horus in the inscription of Shabaka from Memphis, in which it is said, “The two pillars of the gateway of the house of Ptah are Horus and Sut†. The present interpretation is that the typical two pillars or props originated as figures of the two poles, the single pillar being an ideograph of Sut, that these were established in the two domains of Sut and Horus to the south and north of the land in which the veriest dawn of astronomy first occurred, and that the types were preserved and re-erected in the earth of eternity as the two supports of the heaven suspended by Ptah for the Manes in Amenta, even as the sky of earth had been uplifted and sustained by the two poles of the south and north in Equatoria. Sut and Horus, then, were the twin props of support twice over, once in Equatoria as the two poles, once in Amenta as the two tats of Ptah. Further, two brothers, Sut and Horus, as the founders of the two poles in building the heavens for the ancient mother, may explain the American story of the two brothers who planted each a cane in the house of their grandmother when they started on their perilous journey to the land of Kibalba.
The old mother was to know how they fared by the flourishing or withering of the tree or cane, and whether they were alive or dead. Grimm traced the same legend in the story of the two gold children who wished to leave their home and go forth to see the world. At parting they say, “We leave you the two golden lilies: from these you can see how we fare. If they are fresh we are well; if they fade we are ill; if they fall we are dead†. Now the reason why this story is told in Central America, in India, and in Europe we hold to be because it was first told in Africa and rendered mythically in Egypt. The Mesopotamian mound-builders likewise show us that the most primitive type of foundation was the mound, that the earth-mound passed into the foundation of brickwork as the pillar, and the pillar culminated in the Ziggurat. So in Egypt the earth-mound led up to the pyramid with steps, that culminated in the altar-mound of stone. The Chinese still call the altar a mound.
-------------------
Türkçemize Sahip Çıkalım >>> / Doğruya doğru. dosdoğru!..
Sevgili dilseverler,
Türkçemizde ne güzel sözler, deyimle, atasözleri vardır. Onları hatırlayanımız var mı aramızda acaba? İşte onlardan birkaçı:
“Kaş yaparken göz çıkarmak”, “Önce iğneyi kendine batır sonra çuvaldızı başkasına”,
“Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı”, “Kendi gözündeki merteği görmez, başkasının gözündeki kıymığı görür”… Ha, bir de “teşbihte (benzetmede) hata olmaz!” diye bir sözümüz daha var, cevahiri (mücevheri) kurtarmak için söylenen. Tam bu noktada ben de ağzımdaki baklayı çıkarıvereyim hele. Küçü(cü)k bir bakla bu ama “çevir kaz yanmasın” türünden…
Özenti, ‘benzeme çabası, benzemeye çalışma, gıpta etme, imrenme, özenme, taklit etme, yakıştırma, yapmacık’ anlamlarında kullanılır. Başka bir deyimle, özenti bir eylemdir. Bu kavramın kişi anlamında kullanıldığını düşünemiyorum. Ayrıca çoğul olarak da kullanıldığını anımsamıyorum. Dilbilimci olmadığım için bu konuda iddialı değilim.
Aşağıdaki iyi niyetli iletinin hemen başında yer alan “Özentilerin” sözcüğünün “Özenti içinde olanların” diye yazılması gerektiğini düşünüyorum. Aynı tümcenin ikinci bölümünde ise başka bir çarpıklık var: “Özentilerin yeni dili: İngilizce yada Türkişçe...” derken ‘dahi, bile’ anlamındaki ‘da’ ve ‘de’ ayrı yazılır. İlginçtir, aynı iletinin birkaç satır altında, “Dahi anlamındaki de ayrı yazılır” diye bir uyarı da var. Bilmem ne demek istediğimi anladınız mı?
İletinin en altındaki “Bilgisayar Türkçesi İstemiyoruz” söylemine aykırı olarak kullanılan “SLASH_ 007” ne anlama geliyor, doğrusu kestiremedim. Evet, bir bilene soralım…
Türkçemize sahip çıkacaksak gerçekten, hakkını vererek sahip çıkalım. Algılama, salgılama, kurgulama, vurgulama yeteneklerimizi geliştirerek, açık vermeden, güven ve bilinçle… Türk dili adına esenlikler dilerim…
Mehmet Ali Sulutaş
Öğrenciliği hiç bitmeyen bir eğitimci
Türkçemize Sahip Çıkalım >>> muhyildizslash@gmail.com
Formun Altı
Dostları ilə paylaş: |