Türkiye’de Çağdaş Anlamda


Yenileşme Dönemindeki Edebi Münakaşaların Edebiyattaki Gelişmeye Katkıları / Doç. Dr. İbrahim Kavaz [s.240-247]



Yüklə 13,38 Mb.
səhifə24/106
tarix26.08.2018
ölçüsü13,38 Mb.
#74397
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   106

Yenileşme Dönemindeki Edebi Münakaşaların Edebiyattaki Gelişmeye Katkıları / Doç. Dr. İbrahim Kavaz [s.240-247]


Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Giriş


Divan edebiyatı, asırların oluşturduğu bir kültürün mirasıdır. O, zamana direnmiş, anlaşılmayı beklemiş, eskimeyen yeni olabilmenin mücadelesini vermiş bir edebiyatın adı olmuştur. Divan şiiri, zaman içerisinde ortak bir kültür dili meydana getirmiş, sadece kelimelerin mânâlarıyla değil, ifâdenin usâresi mahiyetinde olan estetik tarafıyla insanları birbirine bağlamış, bir o kadar da ortak duyuş ve düşünüş tarzının aracı olmuştur. İnsanlar anlamasalar da ondan haz duymuş, şâir içinden gelen sesi kelimelere dökmüş, onunla duygulanmış ve aynı hazzı o iklimin fertlerine yaşatabilmiştir.

Psikolojik çöküntüler duyguyu kaybettirince, sesler estetik hazza dönüşmemiş ve söz güzelliğini kaybetmiştir. Divan edebiyatının gücünü kaybetmesi, bir değil birçok sebebe bağlanabilir. Bunda, şâirlerin olduğu kadar, toplumda meydana gelen rûhi çöküntü ve çözülüşün hayata yansımasının da payı vardır. Olayı hangi açıdan ele alırsak alalım, netice değişmeyeceğine göre, bizim için bugün önemli olan, gelecek açısından bundan çıkaracağımız derslerdir.

Rûhi çöküntü yahut çözülüş, toplumsal dinamizmi yok eder. İlgisiz ve tepkisiz bir toplum, tarihiyle yüzleşmekten kaçtığı gibi, kendisiyle yüzleşmekten de korkar hale gelir. Hayatın hemen her alanında, sosyal ve siyasal yapıda neler kaybettik veya neler kazandıysak, edebî ve kültürel alanlarda da kayıp veya kazançlarımız aynı düzlemdedir. Bunları toptan olumlu yahut olumsuz görmekle bir sonuç elde edemeyeceğimiz açıktır. Dolayısıyla Divan edebiyatının zayıflaması yahut kendi kendini tekrardan öte bir açılım sağlayamaması on dokuzuncu yüzyıl Türk edebiyatının temel meselelerinden birini teşkil etmektedir. Yeni ve farklı bir sesin peşinde olan sanatkâr, arayışını sürdürmekte, içten dışa doğru yönelmektedir. Bu yönelişin, siyasi bir karar olan Tanzimat Fermanı’yla eş zamanlı oluşu, edebî değişim fikrini ortaya çıkarmamış; belki var olan bu düşüncenin gelişmesine zemin teşkil etmiştir.

1. Yenileşme Döneminde Edebiyatla İlgili Çalışmalar

Türk edebiyatı, Tanzimat’tan yirmi yıl sonra yenileşme sürecine girmeye başlar. Bu dönemde edebî faaliyetler, yeni türlere yöneliş ve edebiyat tarihi çalışmalarıyla dikkati çeker. Diğer taraftan batı edebiyatlarına yönelme, tercüme ve telif eserlerle sürdürülür. Tanzimat Dönemi yazarı birbirinden farklı birkaç hususu birlikte düşünmek zorundadır. Bir yandan, yeni tanıdıkları ve kendileri için önemli bir kaynak olarak gördükleri Batı’ya ait eserleri bilmek ve tercüme faaliyetleriyle onları Türk okuyucularına tanıtmanın yanı sıra, yeni edebî türlerin benzerlerini ortaya koymak, diğer bir ifâdeyle, edebî mahiyette sanat eserleri kaleme almak durumundadırlar. Bu yönüyle baktığımızda, Tanzimat’tan Servet-i Fünûn edebî hareketinin teşekkülüne kadar edebiyata yönelenler, sanatkâr, edebiyat tarihçisi ve edebiyat tenkitçisi olarak üç ayrı alanda çalışmalarını sürdürmüş; dil dahil, edebiyatın hemen her alanında yazılar yazmış, değişik konularla aynı zamanda ilgilenmek durumunda olmuşlardır. Bu, onların yetkin kişiler olduklarını göstermekle berâber, devrin özelliğinin ve sahanın işlenmemiş olmasının bir sonucudur.

Tanzimat Dönemi yazarlarına dair değerlendirmelerde bulunan birçok araştırmacı, “hemen her konuya, aynı zamanda iştirak ederlerdi…” şeklinde ifâde ederler. Onlar karşılarında boş bir alan bulmuşlardır. Daha önce, edebiyat denildiğinde akla sadece şiir gelmekte idi. Edebiyat tarihi çalışmaları, metin incelemeleri bulunmadığı, “şerh-i mutûn” denilen çalışmalar sadece şiire has ve bilinen kurallar çerçevesinde idi. Edebî türler olmadığı için, tarih, eleştiri ve mukayeseli edebiyat çalışmalarının, her birinin farklı olduğu düşünülmüyordu.

Tanzimat yazarları, Batı’da bulunan edebi alanlara yönelirken, yeni ve bizde bulunan metinlerden farklı edebî eserlerle karşılaştılar. Fransız edebiyatındaki gelişmeler, bütün Avrupa edebiyatlarına öncülük etmekte idi. Fransızca, Tanzimat aydınının Batı’ya açılmada tek kaynağı olduğu için, ilk elden müracaat kaynakları bu dildeki metinlerdir.

Batı’da buldukları edebî malzemenin tanınması ve Türk okuyucusuna ulaştırılması için gayret gösteren isimlerin başında Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi gelmektedir. Her ikisi de Batı’da var olan edebiyat türlerinin bizde de bulunması ve kabûl görmesi için gayret gösterdiler. Bu yazarlarımızın yaptıkları çalışmalardan ve anlayışlarından daha sonra bahsedeceğiz. Şiirin dışındaki türler, hikâye, roman ve tiyatro, Batı’dan alacağımız ve okuyucumuza tanıtacağımız önemli metinlerdir. Dil, üslûp ve ifâde tarzıyla eskiden ayrılan bu türleri Türkçeye aktarmak yahut benzerlerini yazmak için, yeni bir dil ve anlatıma ihtiyaç bulunmaktadır. Bundan dolayı Tanzimat Dönemi’nin başında yer alan yazarlarımız, ilk olarak dil, üslûp ve tarzı yenilemenin gerekliliğini gördü ve faaliyetlerini bu yönde yoğunlaştırdılar.

Edebiyata, estetik bir değer olmanın ötesinde, bilimsel bir alan olarak da bakmak için, edebiyat tarihi çalışmalarının dışında, tenkit ve mukayeseli edebiyat araştırmalarının yapılması gerekmektedir. Mukayeseli edebiyat yapılabilmesi için edebiyat tarihi ve edebî tenkit çalışmalarının belli bir seviyeye ulaşması, hatta tamamlanması gerekmektedir. Bizde edebiyat tarihi çalışmalarının tamamlanmadığını, eleştirinin henüz başlangıç seviyesinde olduğunu, karşılaştırma çalışmalarının ise ciddi anlamda başlamadığını söyleyebiliriz. Zira, karşılaştırmalı çalışmaların yapılabilmesi için, edebiyat tarihi araştırmalarının, bütün dönemleri içerisine alacak şekilde tamamlanması, tenkit metinlerinin belli bir seviyeye ulaşması, hatta teorik konuların bize özgü bir tarzda geliştirilmesi, metin incelemelerinin geniş bir yelpazede ortaya konulması gerekmektedir. Karşılaştırma, bu safhaların aşılmasından sonra ele alınabilecek bir faaliyet alanıdır.

Edebiyatta tenkit fikrinin doğması, gelişim ve yeni alanlara açılımda en önemli etkendir. Edebî Tanzimat’la beraber bu anlayış, farklı alanlarda ve değişik amaçlar için kullanılmakla birlikte, ileriye yönelik umutları daima içerisinde bulundurmuştur. Hukûk ve siyaset alanlarında sınırlı konuşma hakkı olan Tanzimat aydını, edebiyatta daha serbest ve rahat bir tartışma imkânı bulabilmiştir. Devrin şartlarına göre yoğun bir yazı faaliyetine yönelen aydınlar, her türlü meseleye birlikte iştirak etmiş, değişik konularda farklı görüşleri aynı yayın organının farklı sayfalarında ortaya koymaktan çekinmemişlerdir. Böylece, eski ve yeninin yahut Doğu ve Batı’nın farklı görüşleri birlikte okuyucuya sunulmuştur. Bu durum bir karışıklık değil, her türlü konuda, değişik fikir ve düşüncelerin yanyana tartışılmasına duyulan ihtiyacın bir yansıması olarak da görülebilir.

Yenileşme döneminde edebiyatımızda yeni alanlar ortaya çıkar. Türlerin çoğalmasının dışında, zevk ve anlayışlar değişmeye başlar. Edebî metne bakış, yeni ve farklı anlayışlar çerçevesinde değişiklik gösterir. Tanzimat birinci dönem edebiyatında Batı’ya yöneliş temel prensip olarak ön görülmüş. Buna mukabil ikinci dönem, yönelişle beraber arayışın ve sorgulamanın öne çıktığı bir dönem olarak dikkatimizi çekmektedir.

Tanzimat ikinci döneminden iki isim: Recaîzâde Mahmut Ekrem ve Muallim Nâci. Bunlar, Yenilik dönemi Türk edebiyatının gelişmesinde, değişik fikirlerin karşılıklı olarak ortaya konulmasında, eski-yeni tartışmalarının başlamasında ve bütün bunların ötesinde, edebiyat üzerine düşünme bilincinin gelişmesinde önemli iki isimdir. Fikirde, anlayışta ve duyuş tarzındaki zıtlıklar, sağlam bir edebiyat zemininin oluşmasında faydalı olmuştur. Bundan dolayı, Recaîzâde Mahmut Ekrem ve Muallim Nâci’nin edebiyat, özellikle şiir hakkındaki görüşlerinin analizini ve karşılaştırmasını yapmak, sonuçlarını tartışmak, bizi edebiyattaki yenileşmemizin yönünü belirleme konusunda daha net tespitlere götürecektir.

Muallim Nâci, Tercüman-ı Hakikat gazetesinin edebiyat sayfasını yürütmeye başlamadan önce İstanbul’un dışındadır. O, gönderdiği şiirleriyle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmiş, kendinden söz ettirmeye muvaffak olmuştur. Yeniliğin öncülerinden olan Recaîzâde Mahmut Ekrem bile beğenmiş, yazılarında yeni tarza örnek olarak ondan alıntılar yapmıştır. Muallim Nâci’nin 1980-1990 yılları arasında, yeni tarz şiirin güzel örneklerini vermiş olduğunu söyleyebiliriz.

Muallim Nâci, genç yaşta çok okumuş, kendi kendini yetiştirmiş, her okuduğundan bir eser çıkaracak ölçüde edebiyatla güçlü bağlar kurmuştur. 1983’ten itibaren tamamen yazarlık mesleğini tercih eden Nâci, yazmakla kalmamış, gazetenin edebiyat sayfasını yeni nesillere açmış, bir tür edebiyat mektebi oluşturmuştur. Edebî türlerin hemen bütününe birlikte iştirak eden şâir, metin tenkidi ve edebiyata dair yeni görüşler ortaya koyarak, değişme ve gelişmenin hızlanmasında etkili olmuştur. Edebiyatın tarifinden başlamak üzere, hemen birçok konu gündeme gelmiş, değişik kişilerin yazılarıyla, ister istemez farklı görüş ve anlayışların tartışıldığı bir sürece girilmiştir. Muallim Nâci’nin edebî konulara yaklaşımı ile Recaîzâde Mahmut Ekrem’in Batı’dan aldığı veya o bağlamda geliştirdiği yenilikçi görüşlerinin zaman zaman birbiriyle çatışması kaçınılmazdır. Nitekim, fikri çatışma şahsî boyuta, hatta duygusal zıtlıklara kadar varmış ve birbirlerini hedef alan, kişisel saldırıları içeren yazılar ortaya çıkmıştır. Bu yazılar çerçevesinde, edebiyatımıza tesir eden, hatta edebiyatımızın Batılılaşmasında etkili olan edebî metinlerin ve edebiyata dair düşüncelerin yenileşmeye tesirlerini ele almak sûretiyle konuya açıklık getirmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Tanzimat’tan sonra yönünü Batı’ya çeviren Türk aydını, “çağdaşlaşma” ve “medeniyetçilik” anlayışını aynı çerçeve içerisinde değerlendirir. Mensubu bulunduğu Doğu kültür ve medeniyetinin dışındaki hayat tarzı aydınımızın dikkatini ve ilgisini çeker. Tanzimat Fermanı’nda ana çizgileri belirtildiği gibi, adlî, askerî ve malî alanlardaki değişiklik arzularını dile getirmenin yanında, bütün bunların gerçekleşmesi için, yeni ve farklı kurumsal yapılanmaya ihtiyaç olduğu, yönetimin hemen her kesiminde görev yapanların ortak düşüncesidir.

Şunu da belirtelim ki, Osmanlı Devleti’nde yenileşme fikri, Tanzimat Fermanı’ndan çok önce var olduğunu, birtakım girişimlerde bulunmanın ihtiyaçlara bağlı olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Nitekim, İkinci Mahmud’un bu yönde hazırlıklara giriştiğini tarihçiler belirtmektedir. İkinci Mahmud, öncelikle kurumsal değişikliğe önem vermiş. Mustafa Reşit Paşa’ya müesseselerin Batılı tarzda yeniden yapılandırılmasıyla ilgili olarak yaptığı tavsiyeleri, onun değişime verdiği önemi göstermesi bakımından dikkate alınması gerekmektedir. Yenilik istemek, değişim arzusunu yansıtmaktadır. Bu arzunun açığa çıkmasında ise daha iyi bir gelecek düşüncesi bulunmaktadır.

2. Yenileşme Dönemi Edebiyat Çevreleri

Tanzimat birinci dönem edebiyatçıları Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal, edebiyatı toplum konularına yönelme, halkın problemlerini ele alma ve gündeme taşımanın vasıtası olarak görmüşlerdir. Edebiyatın halka açılması, halkın anlayacağı bir dil ile yazılması demektir. Dolayısıyla yeni bir edebiyat yeni bir dil anlayışını da beraberinde getirmiştir. Batılılaşma yahut yenileşme, sosyal ve siyâsi alanda,Tanzimat Fermanı’ndan alınan güçle devam ettirilirken, kültürel ve edebî yenileşme, devrin şartlarından doğan bir değişim ve yenileşme hareketi olarak karşımıza çıkar.

Tanzimat birinci dönem yazarlarının dil ve edebiyatla ilgili yenileşme çalışmalarını üç alanda topladıklarını görüyoruz:

1. Halkın anlayacağı bir dil ile yazmak.

2. Türk edebiyatının ihtiyacı olan temel kaynakları kaleme almak.

3. Batı edebiyatlarında var olan, fakat bizim edebiyatımızda bulunmayan edebî türlerin benzerlerini ortaya koymak ve Batı edebiyatından örnek tercümeler yapmak.

Halkın anlayacağı bir dil ile eserler yazmak, halka yönelme hareketini de beraberinde getirmiştir. Edebiyatta sosyal fayda prensibini esas alan ilk dönem Tanzimat aydınlarının bu anlayışları, dilin sadeleşmesi gerektiği fikrini de beraberinde getirmiştir. Nitekim Şinasi, “…Giderek, umûm halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede, işbu gazeteyi kaleme almak…”1 derken, Ziya Paşa, Türk nesrinin gelişmediğini, Türk şiirinin de saz şâirlerinin söyledikleri şiirler olduğunu, hatta Divân şiirinin bizim olmadığını söyleyecek ölçüde olayı farklı yöne götürür.2 Yeniliği dil ile beraber ifâde ve duyuş tarzında arayan Namık Kemal, Batı’daki edebî türlere yönelmenin yanında, lûgat, edebiyat tarihi, dil bilgisi ve antoloji gibi önemli eserlerin kendi dilimizde yazılmasının, edebî gelişmemizin temel şartı olduğunu özellikle vurgulamıştır.3 Namık Kemal yeniliğin sistematik bir şekilde geliştirilmesinden yanadır. Türkçe temel eserlerin yazılmasını ve dil bilgisi kaidelerinin dilimizin yapısına uygun bir şekilde oluşturulmasını, edebî yenileşmede iki önemli unsur olarak görür. Dilin Türkçeleşmesi ve Türkçenin kendi yapısına göre gramerinin ortaya konulması, halka yönelme ve halkı bilgilendirme anlayışına paralel olarak gelişmiştir.

Batı’dan yapılacak tercümeler ve Batı’ya ait edebî türlerin benzerlerini ortaya koyma anlayışını, eser ve fikir yazılarıyla gündeme taşıyanlar arasında özellikle Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi’yi belirtmek gerekir. Namık Kemal, yukarıda bahsettiğimiz iki hususta olduğu gibi, bunda da sistemli bir çalışma ortaya koymuş. Gerek roman ve tiyatro, gerekse bu türler hakkındaki değerlendirmeleriyle kendinden sonrakiler üzerinde öncü rolünü devam ettirmiştir.4

Ahmet Mithat Efendi, çağdaşları gibi edebiyatı halka yaklaştırmanın gereği üzerinde dururken, aynı şekilde onu halkı aydınlatma ve bilgilendirmenin bir aracı olarak görür. Dolayısıyla o da, roman ve benzeri anlatıma dayalı türlere sosyal fayda açısından yaklaşır ve halkı eğitmenin roman yoluyla daha kolay olabileceğini savunur. “Romanı bir halk okulu olarak gören Ahmet Mithat, bu okulda daima iyi ve güzel şeyler öğretmeye özen göstermiştir.”5

Bu hususta şunu belirtebiliriz ki, edebî yenileşmenin hazırlık safhasında yer alan yazarlarımız, yaptıkları çalışma ve ortaya koydukları görüşleriyle, edebiyatı sosyal fayda prensibiyle birleştirmiş; toplum meselelerini gündeme getirmeyi edebî eserin amacı olarak görmüşlerdir. Eski edebiyatı eleştirme ve yeni bir edebiyatın çerçevesini oluşturma hususunda, zaman zaman birbirlerine yaklaşmalarına ve benzer görüşlere sahip olmalarına mukabil, ayrıldıkları taraflar da bulunmaktadır. Meselâ Namık Kemal, Batı tarzı roman ve tiyatroların benzerlerini yazmayı önerirken yahut Batı’dan romantik yazarların tiyatroya dair görüşlerini, çok küçük değişiklikle, kendi görüşleri olarak ortaya koyarken; Ahmet Mithat Efendi, “Avrupa’nın romanı nasıl kendine mahsussa bizimkinin de öyle olmasını, (…) Avrupa romanından kendimize uygun olanları örnek…”6 almamız gerektiğini belirtir. Böylece, Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi de olduğu gibi, dönemin birçok yazarının hareket noktaları aynı olmakla beraber, farklı görüşlere sahip olmaları ve bunları değişik şekillerde ortaya koymaları, edebiyatımızın gelişme ve yenileşmesinde faydalı olmuştur, diyebiliriz.

Yenileşme dönemlerinin her birini diğerinden, az veya çok, farklı anlayışlar olarak ele alırsak, şunu diyebiliriz ki, cemiyetçi yönü ile öne çıkan edebiyat, bir süre sonra, Tanzimat ikinci dönemi yazarlarının, sanat anlayışlarının farklı olması sebebiyle, halka açılma amacını kaybetmiş, kapalı bir edebiyat yahut estetik değere öncelik veren ferdiyetçi bir edebiyat olarak ortaya çıkmıştır. Bu aynı zamanda edebiyatımızda yeni bir dönemi ve değişik anlayışları da beraberinde getirecektir. Bu dönemde edebî eleştiri yeni boyutlar kazanmış, edebiyatımızın gelişmesine katkı sağlayacak yeni fikirler ve hareketler tesirini kuvvetle hissettirmeye başlamıştır.

1860-1900 arası kırk yılda, edebiyatımızın yenileşmesi yahut Batılılaşması açısından önemli hamleler yapılmıştır. Bu dönemin ilk yarısında, edebiyatta reaksiyon hareketinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi’de, birbirlerinden farklı görüşler bulunmakla beraber, eskiye tepki ve onun yerine örneğini Batı’dan alan bir edebiyat vücûda getirme faaliyetlerini görüyoruz. Bu dönemde konu, tür, muhteva ve ifâde tarzı bakımından yeni olan örnekler öne çıkmıştır. Ancak, edebî eleştiri anlayışının gelişmesine paralel olarak, çalışmaların artması ve edebiyat çevrelerinin genişlemesiyle 1880-1900 yılları arasında yenilik hareketi güçlenmiş ve edebiyatta aksiyon dönemine girilmiştir. Tanzimat Dönemi ikinci nesli ile Servet-i Fünûn neslinin, edebiyatta yenileşme faaliyetlerini yürüttükleri aksiyon dönemi diyebileceğimiz bu yıllarda, iki ayrı edebî çevreden söz edebiliriz.

1. Edebiyat-ı Cedîde Hareketi.

2. “Mutavassıtîn” Hareketi.

Ayrıca, bu iki grubun dışında kalanlar vardır. Bunlar, daha çok geleneğin takipçileridir. Yenileşme döneminde edebî gelişmemize yukarıda adı geçen iki hareketin katkıları bulunduğu için, ikisinin görüşlerini belirtmeye çalışacağız.

2.1. Edebiyat-ı Cedîde Hareketi

Edebî Tanzimat’ın yaklaşık 1860’tan itibaren başlamasıyla ortaya konulan yenilik fikri, Namık Kemal’in açtığı yoldan Recaîzâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hâmid’in çizgisinden geçerek Servet-i Fünûn neslinin devam ettirdiği hareket olarak karşımıza çıkar. Bu dönemde, yani 1880-1900 yılları arasında, edebiyatın hemen her türüne dair eleştirel yaklaşım artmıştır. Bir taraftan Batı’daki gelişmeler takip edilirken, diğer yandan bu gelişmelerin edebiyatımıza aktarılması çalışmaları yürütülür. Yenilikten yana olanlar, türlere yeni anlayışlarla yaklaşırken, karşıt fikirlerin doğma ve gelişmesine de zemin hazırlamışlardır.

Servet-i Fünûn edebî hareketinin teşekkülünden önce ortaya çıkan münakaşaların merkezinde Recaîzâde Mahmut Ekrem ve Muallim Nâci bulunmaktadır. “Ekrem-Nâci kavgası” olarak edebiyat tarihimizde yer alan mücadele, ortaya çıkışıyla olmasa bile, sonuçları itibariyle edebî yenileşmemizde etkili olmuştur. Recaîzâde Mahmut Ekrem’in etrafında bulunan ve onun fikirlerini sanat anlayışlarında hareket noktası yapanlar “edebiyat-ı cedîdeci” olarak tanınmışlardır. Bunlar, Servet-i Fünûn dergisinde bir araya gelmiş, yeniliği temsil eden kadro olarak kendilerinden söz ettirmişlerdir.

Ekrem Bey, sanatıyla olmasa bile, edebiyata dair görüşleriyle, dönemine olduğu kadar, daha sonraki edebiyat çevrelerine de sesini duyurmuş bir yazardır. Sanata özellikle şiire dair görüşleriyle, yeni anlayışın yolunu açmış, edebiyatın tarifi dahil, hemen birçok konuda Batı’da bulduğu özellikleri bize aktarmaya önem vermiştir.

Recaîzâde Mahmut Ekrem, “Talim-i Edebiyat” adlı edebî bilgilere dair eserini Edebiyat-ı Osmaniye muallimi olduğu Mekteb-i Mülkiye öğrencileri için 1882’de üç yıllık yoğun bir çalışmanın ürünü olarak hazırlamıştır. Edebî sanatlara dair, o güne kadar sözü edilmeyen konulara, kitapta yer verilmek suretiyle, yeni bir sanat ve edebiyat görüşünün zemini hazırlanmış olur. Bir edebiyat nazariyâtı kitabı olan “Talim-i Edebiyat” ile o dönemde yazılmış nazariyât kitaplarını karşılaştırdığımızda, farkı çok açık bir biçimde tespit edebiliriz. Diğerleri belagat, edebî sanatlar ve nazım şekilleri kitabı. “Talim-i Edebiyat” ise bir estetik kitabı. Sanata ve edebiyata yeni bir bakış açısı kazandıran Ekrem, Avrupa, özellikle Fransız edebiyatından etkilenmiştir. “Bizde ‘edebiyat’ ismini taşıyan ilk kitap” budur. “Recaîzâde’nin ilk yeniliği edebiyatın bir tarifini getirmeye çalışmasıdır. Ancak bundan sonradır ki müelliflerimiz ‘edebiyatı’ tarif etme gayreti içerisine girmişlerdi.”7 Ayrıca, kitapta yer alan bazı bölüm başlıkları, o zamana kadar, nazariyât eserlerinde görülmeyen kavramların bulunması eserin yeni tarafları olarak karşımıza çıkmaktadır. “Bizde daha evvelki retorik ve edebiyat nazariyâtı sahasındaki kitapların hiçbirinde edebiyata böyle bir psikolojik yaklaşım söz konusu değildir.” Ekrem Bey’in edebiyata vermek istediği anlamı “Batı edebiyatı zihniyetinin bir temsilcisi olarak Lefranc’da aynen buluyoruz.” Nitekim, “Edebî eserlerde ilk kademe olarak mânâ ve fikir cihetini ele alan müellif; fikir, his, hayâl, hâfıza gibi umûmî, dehâ ve hünerverî, hüsn-i tabiat, zarâfet yahut nüktedanlık gibi daha husûsi ve üst seviyedeki psikolojik meseleleri gözden geçirmiştir. Müellif bu suretle edebiyatı önce psikolojik zemine oturtmak ister. Fikri kendi içerisinde kategorilere ayıran, hissi ise öncelikle yeni edebiyatın hakikate ve tabiata uygunluk noktasından ele alan Recaîzâde bunlardan başka, ayrıca edebiyatta güzelliğin ne olduğu meselesini araştırır.”8

Görüldüğü gibi Ekrem Bey, yeni bir anlayışla edebiyata bakmış, değişik konuları ve bakış açılarını aktarmaya çalışmıştır. “Talim-Edebiyat” adlı kitabının önsözünde Fransızca kaynaklardan kavram ve terimler alarak yararlandığını, “…Eserin tertibinde Fransızca bazı asâra müracaattan çekinmediğim gibi, bunların tetkîkât ve târifât-ı edebiyesinden bizce de fâidesine kâil olduğum şeylerin naklinde dahi taassup etmedim”9 sözleriyle belirtmektedir. Yine “Talim-i Edebiyat”ta, “Her bir eser-i edebînin rûhu efkârdır. Esâlib ise eşkâl-i hâriciyeden ibâret kalır”10 der. Fikri üslûbun üzerine çıkaran Ekrem Bey, bu anlayışı edebiyatımıza aynen aktardığını görüyoruz. O, daha sonra kaleme aldığı yazılarında görüşlerini daha ileriye götürmüştür. Menemenlizâde Tâhir’in “Elhân” adlı şiiri için yazdığı “Takdir-Elhân” adlı kitabında, şiir hakkındaki görüşleriyle, adeta yeni Türk şiirinin ve şiir anlayışının yolunu çizmiştir. Adı geçen makalesindeki birkaç cümleyi art arda sıralarsak bunu daha açık bir şekilde görebiliriz. Mesela: “Her güzel şey şiirdir”, “Her mevzûn ve mukaffa lakırdı şiir olmak lâzım gelmez. Her şiir mevzûn ve mukaffa bulunmak iktizâ etmediği gibi”, “Şâirlerin içinde tabiatı taklide sa’y edenlerdir ki, mesleklerinde daima müterakki olup giderler. Tabiat gibi bir hâce-i bedâyi dururken, şundan bundan taalüm-i şiir etmeğe tenezzül mü edilir?”11 diyen Ekrem Bey, görüşlerini aynı istikamette devam ettirir: “Şiir resim gibidir”, “Edebiyatta mantık iltizam olunmaz: Çünkü maksad-ı edebiyat fikir ve his ve hayâlce olan mehâsin ve bedâyii meydan-ı zuhûra çıkarmaktır”, “Edebiyatın gâyeti terbiye-i efkâr. Tasfiye-i vicdân. Tehzib-i ahlâk. Tenvir-i ezhân olduğu münker değildir. Lâkin bir şâir, şiirini ahlâk dersi vermek için söylemez.”12

Yukarıya aldığımız bu ifâdeleri bir araya getirdiğimiz zaman şâirin şiire farklı baktığını ve bu bakışın kültür zemininde ise Batı, özellikle Fransız edebiyatının bulunduğunu görüyoruz.

Şiire estetik (güzellik) açıdan yaklaşan ve güzel olan her şeyin şiire konu olabileceğini söyleyen Recaîzâde, vezin ve kafiye konusunda da serbest şiirin yolunu açar. Böylece, şeklin yerine fikir yahut mânâ konulmak suretiyle, şiirimizin yeni açılımlar kazanması sağlanmıştır, diyebiliriz. Bütün bunlara ilâve olarak, şiirin ilham kaynağının tabiat olduğunu ve tabiatı taklit ile güzel şiirlerin ortaya çıkacağını belirten Ekrem Bey, kendinden sonraki Edebiyat-ı Cedîde hareketini temsil eden Servet-i Fünûn mektebinin kuruluş ve gelişmesine de öncülük etmiştir. O, yenilikçi kadroyu bir araya getirmek ve ekol olmalarını sağlamak konusunda merkezdeki yerini almış, sanatıyla olmasa bile, birleştirici kişiliği ve edebiyata dair fikirleriyle kendinden daima söz ettirmiştir. “Ekrem’in sanatını, tek tek kişiler üzerinde etkileme olarak değil de, genel anlamda, Türk edebiyatına ‘romantizmden’ gelme melankolik söyleyişin başlangıcı olarak değerlendirmek daha doğru olur.”13 Nitekim, Servet-i Fünûn şiirinin en usta şâiri Tevfik Fikret, “Hepimiz tabiatın birer acemi şâkirdiyiz”14 diyen Ekrem Bey’in düşüncesine, bu ifâdeyi bir yazısında aynen kullanarak, katıldığını göstermiştir. Fikret yazısını, “Şüphe yok; en muktedir edipler de tecellî-i zâr-ı kudretin birer acemi şâkirdidir!”15 cümlesiyle tamamlar. Batı edebiyatından alınan bir kısım nazım şekilleri, güzel olan her şeyin şiire konu olabileceği, vezin ve kafiye meselesi, tabiata yönelme vs., Ekrem Bey’in şiir için önerdiği ve kendisinin eserlerinde uygulamak istediği hemen her şey, Servet-i Fünûn şiirinde yansımasını bulmuştur.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, edebiyatımızın yenileşme sürecinde, Servet-i Fünûn neslinin katkıları önemlidir. Bu nesli bir araya getiren ortak tarafları, yetişme şekilleri, mizaçları, Avrupaî tarzdaki okullarda eğitim görmeleri ve orta sınıftan ailelere mensup kişiler olmalarının ötesinde, Batı edebiyatını konu, muhteva ve tarz itibariyle benimsemeleridir. Onlar, edebiyat adına Batı’dan gördükleri hemen her şeyi edebiyatımıza aktarmaya gayret etmişlerdir. Osmanlı Türkçesini kullanmanın dışında, yerli unsurlara eserlerinde pek yer vermemiş olan bu nesil, bir yönüyle, Tanzimat’la beraber ortaya çıkan dilde sadeleşme hareketini kesintiye uğratmıştır, diyebiliriz.

Sonuç itibariyle, Servet-i Fünûn mensupları kendi dönemlerindeki çağdaş Batı edebiyatını ve mevcut edebi türleri, hiçbir ayrıma tâbi tutmaksızın benimsemiş ve benzerlerini edebiyatımızda ortaya koymuşlardır. Bu dönemde Mutavassıtîn denilen kesim ile Servet-i Fünûn mensupları arasındaki en açık fark, yeni bir edebiyat ortaya koyma anlayışındaki uyuşmazlık değil, Batı’dan alınan örneklerin milli bünyeye uyma hususundaki görüş ayrılığından kaynaklanmaktadır. “Mutavassıtîn” hareketi, edebiyat-ı cedîdecilerin anlayışından farklı olmasına rağmen, yeniliğin bir başka yönü olarak karşımıza çıkmaktadır.

2.2. Mutavassıtîn Hareketi

Tanzimat Dönemi yazarlarının öncülük ettiği yenilik hareketi Servet-i Fünûn mensupları tarafından devam ettirilir. Devrin özelliğine bağlı olarak, bunlar siyasî ve sosyal konulardan uzak, sadece edebî faaliyet içerisine girmişlerdir. Aynı dönemde, ayrı bir topluluk, daha açık ve çok yönlü bir edebî çalışma yapmaktadır. Servet-i Fünûncuların içe kapalı, toplum meselelerine ilgisiz olmalarına rağmen, bu topluluk, edebî düşüncelerini ortaya koymanın yanında, kısmen sosyal konulara da ilgi duymuşlardır. Bunlar, kendileri seçmemekle beraber, “Mutavassıtîn” adıyla tanınmışlardır. Bu tabiri ilk defa Süleyman Nesib bir yazısında, kullanmıştır. “Mutavassıtîn dediğimiz zevât ki, devr-i inhitat ile şimdiki devr-i teceddüt arasında kalmak isteyenlerdir.”16

Eski ile yeni arasında kalan, yenilikçilere göre eskiden yana olmakla suçlanan, eski taraftarlarınca yenilik yanlısı olarak nitelendirilen bu yazarların başında Ahmet Mithat Efendi ve Muallim Nâci gelmektedir. 1880’den sonra, özellikle 1885 yılından itibaren Ekrem Bey ile Muallim Nâci arasındaki münakaşalar, edebiyatı cedîdeciler ile mutavassıtîn adı verilen grup arasındaki görüş ayrılığını artırmıştır. Bu iki kesime mensup kişiler karşılaştırıldığı zaman görülür ki, sosyal çevre, aile yapısı ve yetişme tarzları itibariyle önemli farklar bulunmaktadır. Servet-i Fünûn mensupları, yukarıda belirttiğimiz gibi, orta seviyede ailelere mensup olsalar bile, halktan kopukturlar. Mutavassıtîn diye adlandırılan grubun fikir hazırlayıcıları olan Ahmet Mithat ve Muallim Nâci gibi, “Bütün mutavassıtîn erbabı esnafın ve orta halli ailelerin çocuklarıdır.”17

Halka yakın olma, yönetimle sıcak ilişki kurma ve benzeri hususlar, Mutavassıtîn adı verilen yazarları edebiyat-ı cedîdecilerden farklı kılan şeyler olsa bile, yenileşme dönemi dil ve edebiyatı açısından baktığımızda, “İki grup da yeni edebiyat sınırları içinde faaliyet” yürütmüşlerdir. “Mutavassıtînin eserleri de Batılı türlerde verilmiş eserlerdir”18 Her iki kesime de mesâfeli durmaya çalışan, fakat edebiyat tarihimize mutavassıtîne yakın özellikleriyle giren Ahmet Râsim, her iki topluluğun da eksik yanlarını gösterir ve objektif olmaya gayret eder. “Edebiyat-ı cedîde erbabı içinde (…) Mutavassıtîne nazaran gerek lisan hususunda, gerek fikir yaratma vadilerinde yenilerde görülen vukûf yokluğu ile garabet yeni bir seviyenin tahsilini icâp ediyordu.

Biri şarkın kullanıla kullanıla, bilhassa bizim ellerde geze geze âdeta eskimiş örgülü manzûmlarından yama yama üstüne dikili bir elbise ile örtünerek buna şerefli bir kaftan süsü vermeye çalıştığı halde, diğeri değil sarık sarmak, püskülünü bile kaldırdığı millî serpuşu benimsememekte, sırtına bonjur, frak, redingot giyerek o zamanın meşhûr hikâyelerinden olduğu üzere dilde pardon, elde baston, kar gibi kolalı gömleğinin boynunda murassa altın iğne takılı, plasteron kravatlı, ütülü, paçası dar pantolon, burnu sivri losterin iskarpini ile âdetâ tabiiyetini değiştirmiş gibi gezinmekteydi. Halbuki fikir ve marifetin, edebiyatın vatanı olmamakla beraber bir tabii ölçüsü bulunmak esası, mutavassıtînin pejmürde kıyafeti yeni yeni edebiyatçılığın şıklığı âdetâ züppeliği arasında sallanıp duruyordu.”19

“Malûmat” dergisinin yazarlarından Mehmet Ziver Bey, “Edebiyatımızı Doğu ve Batı’ya değil, kendi milli ihtiyaçlarımıza göre düzenlemek düşüncesinde olduklarından…” söz eder ve şu değerlendirmeyi yapar: “Okuyucularımızın malumudur ki, gazetemiz öteden beri lisanımıza, edebiyatımıza dair epeyce makaleler, musahabeler yazmış, hatta bu yolda açılan mübahasata kemal-i hulus ve samimiyetle iştirak etmişti. Âsâr-ı kadîmemiz, âsâr-ı İraniyeyi taklit mahsülü; âsâr-ı cedîdemiz efkâr-ı garbiyenin kisve-i lisân-ı Osmanîde mütecellî bir semere-i gayr-ı makbûlü olduğu cihetle, fikr-i âcizânemce, bu yolda devam ile terakkiyât-ı matlûbenin istihsâli muhâl olduğunu ve asıl bizce terakki, hiçbir milletin mahsulât-ı edebiyesini taklit etmeyerek, tabiat-ı lisana göre bir edeb-i millî vücûda getirmek mümkün olacağını, evvel ahir serd ve beyân etmiştik.”20

Muallim Nâci’nin edebiyata dâir fikirleriyle güçlenen mutavassıtîn, onun “İntikâd” adlı eseri başta olmak üzere birçok kitap ve makalesinde ortaya koyduğu görüşlerinden yararlanmış, çalışmalarını bu çizgide sürdürmüşlerdir. Nâci, 1883 yılında İstanbul’a dönüp Ahmet Mithat Efendi’nin “Tercüman-ı Hakikat” adlı gazetesinin edebiyat sayfasının başına geçmeden önce yayımladığı şiirleriyle isminden bahsettirmeye muvaffak olmuş, edebiyattaki bilgi ve sanat kabiliyetiyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Varna rüştiyesindeki hocalığı sırasında Tuna gazetesinde yayımladığı şiirlerinin bir kısmının İstanbul gazetelerine aktarılması, onun ismini kendinden önce İstanbul’a tanıtmıştır. Hatta, “Nâci’nin ‘kalem’ redifli kasidesinin devrin ileri gelen şâirlerinden biri tarafından tanziri, muhitinde kazandığı şöhreti gösterir.”21 Nâci, yeni tarza örnek gösterilen şiirler yazıp Fransızcadan Türkçeye manzûm tercümeler yapıp “Tercüman-ı Hakikat” gazetesine göndermiş. Hatta, “Recaîzâde Ekrem’in Talim-i Edebiyat adlı eserinde sehl-i mümtenie ait ‘Feryat’, vuzûh için ‘Kuzu’dan misaller vermesi, (…) Nâci’nin Sakız’da bulunduğu sırada kazandığı şöhreti ifâde eder.”22

Muallim Nâci başta olmak üzere, mutavassıtîn adı verilen grubun genel anlayışına baktığımızda, onların da yeni bir edebiyat faaliyeti içerisinde olduklarını; Batı’dan, edebiyat-ı cedîdeciler gibi, şiir, roman ve hikâye tercümeleri yaptıklarını; tercüme yoluyla öğrenilen edebî türlerin benzerlerini yazdıklarını görüyoruz. Yukarıda belirttiğimiz Mehmet Ziver Bey’in de işaret ettiği şekilde, edebiyata “doğu ve Batı’ya göre değil, kendi millî ihtiyaçlarımıza göre” yönelmek, mutavassıtînin yenilikçilerden farkı olmuştur. Edebiyatta yenileşmenin moda olduğu o dönemde, yerli düşünce çizgisinde kalmaları, kendilerine yenilikçilerin karşı çıkmasına sebep teşkil etmiştir. Nitekim, “Mutavassıtîn gelenekçidir. Onlar edebiyat özellikle şiir geleneğimizin eksikliğini kabûlle birlikte, savunucusu ve ıslahına taraftardırlar. Buna ihtiyaç hissetmiş ve bu doğrultuda eserler vermişlerdir. Geleneği ayıklayarak mükemmele gitmek birden bire olacak şey değildir.”23 Ayrıca, mutavassıtîn mensupları Türkçülük hareketi mensuplarıyla yakın ilişki içindedirler. Necip Asım Malûmât dergisi yazarlarındandır. “Şemsettin Sami ile de Malûmât’ın dil görüşleri arasında yakınlıklar vardır. Mutavassıtîn, dil ve edebiyat konularında millî ihtiyaçları ilk defa dile getiren kimselerdir.”24

Bütün bu anlattıklarımız gösteriyor ki, eskiyi tamamen yok saymak yahut yok etmek yerine, onu ıslah etmeyi, milletin kültür tarihine mal olmuş eserleri kültürel değerler olarak ele almayı doğru ve orta bir yol olarak gördükleri için bu gruba mutavassıtîn denilmiştir. Esasen, “Mutavassıtînin eserleri de Batılı türlerde verilmiş eserler” olduğunu ve “o iki edebiyatın birbirinden farklı olmadığını” belirten Halit Eyub, “Birtakım eserler ki, mahza Malûmât sütunlarında intişar ettiği için edebiyat-ı cedîdeden, Servet-i Fünûn edebiyatından ayrı tutuluyor. Mesela, ‘Kitâbe-i Gamlar’, ‘Ömr-i Edebîler’, ‘Rûznhâme-i Hicrânlar’ ve ez-cümle Malûmât nüshalarında münderiç mensûreler bu kabildendir. Bunların hepsi Servet-i Fünûn edebiyatından addolunabilir. Ama o sayfalarda görülmek şartıyla. Fakat madem ki bunlar Malûmât’ta Malûmât muharrirleri tarafından yapılmıştır, edebiyat-ı cedîdeden değildir. Servet-i Fünûn edebiyatından da değildir. Bundan anlaşılıyor ki, hakikat-ı halde Servet-i Fünûn için ayrı, Malûmât için ayrı edebiyat yoktur. Onda bulunanlar bunda da bulunuyorlar. Fakat bilmem vech-i tesmiye nedir ki iki gazetede aynı tarzda yazılan yazılardan bir kısmı Edebiyat-ı Cedîde, Servet-i Fünûn edebiyatı gibi namlarla diğerlerinden ayrılmak isteniliyor?”25 Her iki grubun yazarları da aynı tarzda eserler ortaya koymuşlardır. Mutavassıtîn olarak bilinen Ali Kemal, Ahmet Râsim, Fatma Aliye, Halit Eyub, Mehmet Asaf ve Servet Nezihi gibi isimler, yazdıkları romanlarıyla; Servet-i Fünûn romancıları Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit’ten, yeni bir türü edebiyatımıza taşıma ve vaka icat etme açısından, hiç de geri kalmamışlardır.

Sonuç olarak, yenileşme döneminde siyasî ve sosyal alanlarda meydana gelen değişme yahut Batılılaşma, dil ve edebiyat alanında da etkisini kuvvetle hissettirmiştir. Siyasî ve sosyal değişimler, daha ziyade dış etkilere bağlı olarak ortaya çıktıkları halde, dil ve edebiyatla ilgili değişim, dış sebeplerin hızlandırıcı etkisinin yanı sıra, iç dinamiklerin zorunlu sonuçlarına bağlı olarak gelişmiştir, diyebiliriz. Bununla beraber, Tanzimat birinci neslinin reaksiyoner bir tavırla edebiyatı toplum meselelerinin ifade aracı olarak görmelerinden sonra, Tanzimat ikinci nesli, edebiyatı estetik yanıyla ele almak suretiyle, onu asıl kaynağına yeniden yönlendirmişlerdir. Gerek bu neslin, gerekse takip eden yenilikçilerin yönü, düşünce, üslûp ve duyuş tarzı itibariyle Avrupa olmuş, Batı’dan aldıklarını edebiyatımıza aktarmak istemişlerdir. Bu arada, sanat ve edebiyatta yeniye duyulan ihtiyacı görmekle beraber, eskiyi her şeyiyle reddederek değil, ıslah ederek yenileştirmeyi, Batı’dan millî bünyeye uygun örnekler seçmeyi savunan yazarlar kendilerini gelenekçilerden ve Batıcılardan ayrı tutmuş, Batı tarzı eserler yazmakla beraber, orta yolu seçmişlerdir.

Yenilikçi ve orta yolu tutanlar, edebiyatta birbirine yakın eserler ortaya koydukları halde, aralarında çıkan münakaşalar, zamanla şiddetini artırarak devam etmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Recaîzâde Mahmut Ekrem, 1883’ten önce Muallim Nâci’nin yazdığı şiirleri yeni tarzın örnekleri olarak gösterirken, daha sonra yollarının ayrılması zıtlıkları, hatta kişisel sataşmaları beraberinde getirmiştir. Ekrem Bey’in, Muallim Nâci’nin şiir kitaplarının isimlerini vererek, “Hakikat-ı hissiyeden mahrûm iken ateşten kıvılcımdan bahseden manzûmeler şebtâba benzer: Zalâm-ı evhâm içinde fürûzan görünse bile hiçbir kalp üzerinde bir eser-i ihtirâk husûle getirmeksizin kendi kendilerine söner mahvolur!”26 demek suretiyle Nâci’nin “Ateşpâre”, “Şerâre” ve “Fürûzan” adlı şiir kitaplarını kast ederek, onları hafife alması karşısında Muallim Nâci, “Demdeme”yi kaleme alıp münakaşanın şiddetini artırır.27 Aynı şekilde Nâci, Beşir Fuad’la edebiyata dâir karşılıklı mektuplarını “İntikâd” adıyla kitaplaştırarak yenilikçileri “yâve-gû…” (boş söz söylemek)28 ile tenkit eder. Nâci burada özellikle, eski ve yeni taraftarı olmanın dışında, iyi ve doğruya taraftar olmanın önemine işaret etmeden de geçmez.29

Bütün bu olaylara, yenileşme dönemi dil ve edebiyatımız açısından yaklaştığımızda, on dokuzuncu yüzyılda başlayan değişim fikrinin yirminci yüzyılda da devam ettiğini görürüz. Münakaşalar zaman zaman istenmeyen boyutlara varsa bile, yeni ve farklı olana ilgi eksilmemiş, fikirlerin çarpışması dil ve edebiyatımızın gelişip zenginleşmesine önemli katkılar sağlamıştır.

1 Mehmet Kaplan., “Tercüman-ı Ahvâl Mukaddime”, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi I (1839-1865), Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1974, s. 511.

2 Mehmet Kaplan., “Şiir ve İnşâ”, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II (1865-1876), Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1978, s. 45.

3 Mehmet Kaplan., “Lisân-ı Osmânî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhâzâtı Şâmildir”, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II (1865-1876), Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1978, s. 183-184.

4 Namık Kemal, “Mukaddime-i Celâl”, Celâleddin Harzemşah, Dergâh Yayınları, İstanbul 1975, s. 7-37.

5 Durali Yılmaz, Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 126.

6 A.g.e., s. 56.

7 Kâzım Yetiş, Talim-i Edebiyat’ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sahasında Getirdiği Yenilikler, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1996, s. 645.

8 A.g.e., s. 645.

9 Recaîzâde Mahmut Ekrem, Talim-i Edebiyat, İstanbul 1330, s. 13.

10 A.g.e., s. 16.

11 Recaîzâde Mahmut Ekrem, Takdîr-i Elhân, İstanbul 1301, s. 9-10.

12 A.g.e., s. 14-18.

13 İsmail Parlatır, Recaîzâde Mahmut Ekrem Hayatı-Eserleri-Sanatı, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1995, s. 297.

14 Recaîzade Mahmut Ekrem, Takdîr-i Elhân, İstanbul 1301, s. 11.

15 İsmail Parlatır, Tevfik Fikret Dil ve Edebiyat Yazıları, Türk Dil Kurum Yayınları, Ankara 1987, s. 229.

16 Himmet Uç, Mutavassıtîn ve Edebî Tenkid, Diyarbakır 1991, s. 8.

17 A.g.e., s. 10.

18 A.g.e., s. 10.

19 Ahmet Râsim, Matbuât Hatıralarından: Muharrir, Şâir, Edib, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1980, s. 156-157.

20 Himmet Uç, a.g.e., s. 8.

21 Fevziye Abdullah Tansel, “Muallim Nâci ile Recaizâde Ekrem Arasındaki Münakaşalar ve Bu Münakaşaların Sebep Olduğu Edebî Hâdiseler”, Türkiyât Mecmuası, C. 4, İstanbul 1953, s. 160.

22 A.g.e., s. 161.

23 Himmet Uç, a.g.e., s. 9.

24 A.g.e., s. 8.

25 A.g.e., s. 10-11.

26 İsmail Parlatır, (. ), (. ), “Zemzeme (üçüncü kısım) Önsöz”, Recaîzâde Mahmut Ekrem’in Bütün Eserleri II, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1997, s. 284.

27 Muallim Nâci, Demdeme, Mihran Matbaası, İstanbul 1303, s. 3-54.

28 Muallim Nâci, Beşir Fuad, İntikâd, Mihran Matbaası, İstanbul 1305, s. 10.

29 A.g.e., s. 8-11.

Ahmet Râsim, Matbûât Hatıralarından: Muharrir, Şâir, Edib, (Hazırlayan: Kâzım Yetiş), Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1980.

Kaplan, Mehmet; Enginün, İnci; Emil, Birol “Tercümân-Ahvâl Mukaddime”, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi I, (1839-1865), Edebiyat Fakültesi Matbaası, s. 511, İstanbul. 1974.

–––, (……), “Şiir ve İnşa”, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, (1865-1876), Edebiyat Fakültesi Matbaası, s. 45-49, İstanbul, 1978.

–––, (……), “Lisân-ı Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhâzâtı Şâmildir”, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, (1865-1876), Edebiyat Fakültesi Matbaası, s. 183-192, İstanbul, 1978.

Muallim Nâci, Demdeme, Mihran Matbaası, İstanbul, 1303.

–––, Beşir Fuad, İntikâd, Mihran Matbaası, İstanbul. 1305.

Namık Kemal, “Mukaddime-i Celâl”, Celâleddin Harzemşah, (Hazırlayan: Hüseyin Ayan), Dergâh Yayınları, s. 7-37, İstanbul, 1975.

Parlatır, İsmail, Tevfik Fikret Dil ve Edebiyat Yazıları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1987.

–––, Recaî-zâde Mahmut Ekrem Hayatı-Eserleri-Sanatı, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 1995.

–––, Çetin, Nurullah; Sazyek, Hakan, “Zemzeme (üçüncü kısım) Önsöz”, Recaizâde Mahmut Ekrem Bütün Eserleri II, M.E.B. Yayınları, s. 281-288, İstanbul, 1997.

Recaîzâde Mahmut Ekrem, Takdîr-i Elhân, Mahmut Bey Matbaası, İstanbul, 1301.

–––, Talim-i Edebiyat, İstanbul, 1330.

Tansel, Fevziye Abdullah, “Muallim Nâci ile Recaizâde Ekrem Arasındaki Münakaşalar ve Bu Münakaşaların Sebep Olduğu Edebî Hâdiseler, ” Türkiyat Mecmuası, Cilt. 4, s. 159-200, İstanbul, 1953.

Uç, Himmet, Mutavassıtîn ve Edebî Tenkid, Diyarbakır, 1991.

Yetiş, Kâzım, Talim-i Edebiyat’ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sahasında Getirdiği Yenilikler, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 1996.

Yılmaz, Durali, Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990.



Yüklə 13,38 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   106




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin