«Toprağı süreceğim baba. Ekin biçeceğim. Pamuğum olacak. Tüm Anavarza ovasını süreceğim. Şu bataklığı kurutacağım. Benim olacak. Portakal bahçesi yapacağım. Buradan Ana-varzanm dibine kadar portakal bahçesi olacak.»
Onlar da Mehmet Aliyi öldürecekler. Bir yeşil, bir turuncu traktörün üstünde.
«öldür Mustafam, öldür. Hayrımı yerde koyma! Öldür Mustafam öldür, öldür Mustafam öldür.»
Birden at ayağı tapırtıları duydu, arkasına döndü, baktı, üç atlı burnunun dibinde...
«Tamam,» dedi, kurşunlar patladı. Dört parmak dört yerden, durmadan tetiklere çöktüler. Ortalık duman içinde kaldı. Gölgeler yitip gitmişti. Karanlık kavuştu kavuşacak, öndeki atlının atı tepetaklak gitti. Uzun bir çığlık gibi, bir böğürme gibi bir ses kayalıklarda yankılandı. Sağ kaçan atın üstündeki adamın ayağı üzengiye takılmıştı, yağız binicisini sürükleyerek bataklığın içine dalıyordu. Üçüncü atlı durup kalmıştı. Atının üstünde öyle dikilip duruyordu.
«Mestan, Mestan, Akçasaza giden atı yakala.»
Yaşlı Mestan yerinden ok gibi fırlayıp atına atladı, atın
ardınca koşturdu.
«Hamdi sen de koş, hendekteki adamı yakala... Heko, var
şu donmuş kalmış adamı atından indir.»
232
Donmuş Kalmış adam atını ağır ağır onlara doğru sürdü. Sonra birden bağırmağa başladı, iki kolunu kartal kanadı gibi açmış:
«Teslim, teslim,» diye bağırıyor, çırpınıyordu. «Vurmayın beni, vurmayın beni!»
Heko:
«in atından,» dedi. «At silahını yere.»
Az bir sürede Mestan kaçan atı yakaladı getirdi. Ayağı üzengindeki adam ölmüştü. Hamdinin gittiği adam hendekten habire kurşun sıkıyordu.
Mustafa Bey sevinç içindeydi.
«Mestan, Heko bağlayın şunun elini. Atı da bağlayın ağaca. Biz Derviş Beyi kaçırmayalım.»
Bir anda adamı bağlayıverdi Heko, hem kollarını, hem ayaklarım.
Mustafa Bey yata yata Hamdinin yanma vardı: «Nasıl Hamdi?» diye sordu. «Teslim olmayacak mı Derviş?»
«Diretiyor,» diye karşılık verdi Hamdi. «Dehşet de nişancı Derviş Bey...»
«Kaçarsa vururuz. Sen sağdan, ben de soldan. Mestan sen benimle gel. Heko, sen de hendeğin alt yanına yat. Hep bacaklarına sıkın.» Hamdi:
«Kaçamıyor. Sanırsam bacaklarından yaralı.» «Gene de bacaklarına. Kurşunlarını bitirttirelim.» Karardık kavuştu. Daha ay doğmamıştı. Ama çalıların karartısı seçiliyordu. Ağaçlann, kamışlann tepelerinin en ılık yelde sallandığı seçiliyordu. Gökyüzünde çok yıldız vardı, durmadan oradan oraya kayıyorlardı. Yaylım ateşi açtılar adamın üstüne dördü dört yerden. Adam karşılık verdi.
Mustafa Bey de ona iki tarak fişekle karşılık verdi: «Teslim ol Derviş,» diye de var gücüyle, çın çın öten bir sesle bağırdı.
233
Karşıdan hiç bir ses gelmedi bir süre. Bunlar durmadan o yana, hendeğin dibine ateş ettiler. Ateşi kestiler, bağırdılar, yeniden ateş ettiler.
«İnşallah diridir, ölmemiştir, değil mi Hamdi?»
Hamdi:
«Ölmedi, ölmedi,» diyordu. «Derviş Beyi canlı ele geçireceğiz. Ölmedi.»
Mustafa Beyin coşkudan, sevinçten içi içine sığmıyordu. Üstündeki ağır yük kalkmış, insanlığına kavuşmuştu. Derviş kaçamayacaktı artık. Yaralı olmasa bile kaçamazdı. Sabah erkenden, eğer Derviş ölmüşse başını kesip götürecek anasının Önüne atacaktı. Kanlı başı anasının gözünün önünde umursamaz, ayağının ucuyla dürtükleyecekti. Ay doğdu, bir adam hendekten doğruldu ay doğar doğmaz, atın ölüsünü bu yana atladı He-konun üstüne ateş etti. Heko bağırarak yere düşerken, adamı taradı, adam kalktığı gibi önündeki atın üstüne devrildi.
«Aaah,» dedi Mustafa Bey, «aaah Heko katırdın' ocağımı,
öldürdün Dervişi!»
Oldukları yerden kıpırdamadılar. Heko inliyordu. Yarası ağır değildi. Onu atma bindirip çiftliğe yolladılar.
«Anama hiç bir şey söyleme,» dedi Mustafa Bey. «Yarın ben Dervişin kellesini getiririm ona.»
Mustafa Bey sabaha kadar bataklığın kıyısında, pamuk tarlasının içinde bu uçtan bu uca gitti geldi. Artık her şey bitmişti. Derviş Beyin ölümüyle bu kaç yıldır sürüp geldiği bilinmeyen, kan oyunu da bitmişti. Kimbilir, her iki soydan da ne kadar insan öldürülmüştü, kimbilir! İçine tarifsiz bir keder çöktü, gözleri yandı, iki sıcacık damla yanaklarından aşağı boynuna kadar indi. Bir an içi boşaldı, bomboş kaldığını tâ yüreğinin başında,
iliklerinde duydu.
«Oldu,» dedi, «oldu Hamdi. Şimdi artık korkusuz, öfkesiz, öçsüz, insan gibi yaşayacak, insan gibi. Artık canavarlar gibi kimse biribirini yemeyecek. Öldü mü dersin Derviş?»
«öldü,» dedi Hamdi. «On adım ötesine kadar vardım, atın
boynunun üstüne kapaklanmış kıpırdamıyor. Ama belli olmaz Oerviş. Hele bir sabah olsun.»
«Sabah olsun,» dedi Mustafa Bey. «Bekleyelim. Sabah ola hayır ola.»
«Hayır ola,» dedi Hamdi.
Konuşmadılar. ' '
Tanyerleri ışıdı, gün açıldı, Hamdi keskin, kurt gözlerini ala ışıkta atın boynuna uzanmış ölüden ayırmıyordu.
«Ölmüş Beyin,» diye bağırdı. Sabahın sessizliğinde ses çınladı, Anavarza kayalıklarına kadar gitti. Bir ında ölünün yanına vardı, ölü atm boynuna yüzükoyun yatmış, ölüyü çevirdi, çevirir çevirmez de: «Anaaaam!» dedi. «Bu Derviş Bey değil.» Ölü-cesine elleri yanlarına düştü. Mustafa Bey:
«Ne o Hamdi?» diye koşarak yanına geldi, ölüyü görünce o da zmk diye olduğu yerde kalakaldı, sessiz, kanı kurumuş, bitkin. Sonra dizleri ağırlığını çekemedi, yere çöküverdi. Ölünün gözleri açıktı, kara gözler cam gibiydi. Sivri uzun bıyıkları kapkaraydı, çatık kaşları kalındı. Sol yanağında yanyana üç tane küçük Halep çıbanı izi vardı. Yakışıklı ölü yirmi beşten fazla göstermiyordu.
Hamdi de Beyin yanma oturdu.
Neden sonra Bey ağır ağır başını kaldırdı, kan çanağına dönmüş gözlerini Hamdiye çevirdi:
«Bunlar kim Hamdi?» diye sordu. «Bu öldürdüklerimiz de kim?»
«Antepli kaçakçılar,» dedi Hamdi. «Bu ölünün adı Abbas. Kaçakçı Abbas. Tanırdım, yiğit oğlandı. On üç erkek kardeşi var. Hepsi de kaçakçı, vurucu kırıcı adamlar. İyi olmadı bu iş.»
Kalktılar, eli kolu bağlı adamın başına vardılar. Adam durmadan inliyordu. Gözleri yumruk gibi dışarı uğramış, şaşkın Şaşkındı. Yüzü uzamış, sararmıştı.
«Beni öldürme Mustafa Bey,» dedi. «Sen bizi benzettin.»
«Sen kimsin?» diye sordu Mustafa Bey bitkin, kararlı.
234
235
Adam:
«Beni öldürme Mustafa Bey,» diye söyledi duyulur duyul-maz. «Kimseye söylemem olanı biteni.»
Mustafa Beyin gözleri karardı, başı döndü, kulakları uğul-dadı. Bu sırada da bir işmar verdi Mestana. Mestan tüfeğini yerde yatan adamın şakağına dayadı tetiğe asıldı. Tam bu sırada Hamdı telaşla: «Bak Bey,» dedi, «bak, bak, bak!» Mustafa Bey onun gösterdiği yöne döndü, top ağaçların az ötesinden doludizgin atını süren atlıyı gördü. Arkasından da, çok gerilerden iki atlı daha geliyordu. Hamdi:
«işte o,» dedi. Mustafa Bey:
«Şuraya çok derin bir kuyu kazın, sazlığın kıyısına. Şuraya, şu kamış kökünün dibine. Mestan, ölüleri soymadan, hiç bir şeylerine dokunmadan oldukları gibi atacaksınız kuyuya. Akşama konakta olun.»
Atının üzengisine ayağını bastı, epeyi uğraşmadan sonradır ki binebildi. Ölgün, başı yerde yönünü çiftlikten yana döndü, ölgün ölgün atını sürdü.
Gün kızdırmış Akçasaz bataklığı derinden fokurduyor, toprak sarsılıyor, azmış arılar şimşek gibi kırmızı damarlı kanatlarını germiş, titreterek peteklerde geziniyorlardı. Mustafa Beyin gözünün önünden kızgın arıların çokuştuğu petekler geçiyordu.
24
236
Mustafa Akyollu:
«İyi, derine gömdünüz mü?» diye sordu. «Atları ne yaptınız, mallar nerede?»
Mestan: «Getirdik,» dedi.
«Götür Cığcık köyüne, Veliye, atları satsın,» dedi Mustafa Bey, «Malları da aranızda pay edin. Heko nasıl?»
«Yarası ağır değil, bir sıyrık. Birkaç günde geçer.»
«Ona da verin bir pay. Söyleyin ona ki ağzını açmasın. Şahit yok, ispat yok ya... Düşmanımız var.»
«Söyle İbrahim Ibo, ne yapacağız?»
«Derviş Bey geldi. Her gün tarlaya gidiyor. Hem de yalnız. Çınarlı yoldan.»
«Atlı mı, otomobilli mi, yalnız mı?» «Atlan, yalnız.» «Pusu kuralım mı?» «Bu gece?»
«Bu gece,» dedi Mestan. «Belki sabaha karşı.» İbrahim Ibo;
«Belli olmuyor, bakmışsın gece yarısı binmiş atma, doludizgin. İyice araştırdım, hep Anavarzaya gidiyor. Aligediğin-
den öteki yana aşıyor. Atıyıa dayamama mmuu.^..__^ Jar. ,.,
nsı.» i
«Kayalıkları bekleyelim.»
«Olur,» dedi İbrahim îbo.
«Atla ardından gidelim. Kovalayalım.»
«Kovalayalım,» dedi İbrahim Ibo. «Bir kurşun atımı yaklaşırsak yeter. Atını vurursak gerisi kolay...»
«Gerisi kolay,» dedi arkadan bir ses. Sesi duyar duymaz Mustafa Bey ayağa kalktı. Anası iki büklüm olmuş, incecik, kurumuş, hınca, öfkeye kesmiş ona doğru geliyordu.
«Duydum ki öldürmüşsün, Mustafa. Duydum ki Derviş yerine, Dervişin oğullan yerine üç fıkarayı kurban eylemişsin. Diyorlar ki Mustafa, elin varmıyormuş Dervişini öldürmeğe. Diyorlar ki Mustafa, sen kıyamaz olmuşsun Sarıoğluna. Diyorlar ki şahinim, elin titriyormuş Dervişi görünce de kurşun sıkamı-yormuşsun ona. Vebali günahı boynuna, söyleyenlerin boynuna, kasaba böyle çalkamyormuş yavrum, yiğidim Mustafa, elin elin, elin titriyormuş. Titremekten elindeki tüfek düşüyormuş yere,
Dervişi görünce.»
Mustafa Bey susuyor, anasının yüzüne başını kaldırıp da
bakamıyordu.
«Murtazanm mezardaki ölüsü çürüdü, de, çözüldü de gitti, daha yanma bir Sanoğlu varamadı Mustafa. Kemikleri sızılıyor kardeşinin yavrum, şimdi mezarında, öcü alınmamış kardeşinin.» Yüzünde insafsız, küçümseyici bir hava belirdi. İnce dudakları titredi, bir çizgi oldu. «Yaaa, Mustafa, bu kadar zor mu bir Sarıoğlu öldürmek? Bu kadar zor mu? Murtaza kara topraklara gireli kaç gün, kaç ay oldu Mustafa? Bekliyorum Mustafa. Günüm yaklaştı yavru. Nasıl giderim buradan, gider de Murtazama ne söylerim? Daha çok bekleyeceksin Murtazam kara toprak altında, Sarılardan adam öldürmek zor. Bizden kolay, onlardan zor. Varır da kara toprak altına Murtazanm yanına, ne söylerim ona? Ne diyorsun Mustafa?»
238 . i
^___«««^..c.. vjiuu, uenıı, oöceiı, sonra iki eliyle bükül-
belini tuta tuta oradan uzaklaştı.
«Gel benimle İbrahim Ibo!» Yüzü gerilmiş, dudaklan mo-rarrnışt1- Koşarak merdivenleri indi, tavlaya girdi, atını çekti bindi. Avlunun dışına çıktı. Iboyu bekledi. Az sonra atına bin-mis Ibo geldi. Mustafa Bey döndü, gözlerini onun yüzüne dikti bir şey arar gibi baktı baktı. «Yürü!» dedi.
Atlan sürdüler, Aligediğinden geçtiler, kayalıklara vurup atlardan indiler, beklediler. Ay çıktı, dolanıp orta yere geldi, sonra aştı, Derviş Bey görünürlerde yoktu. Sonra gün ışıdı ışı-yacak aşağıdan doludizgin bir atlı gözüktü. İbrahim Ibo:
«Demedim mi Bey?» dedi. «İşte geliyor. Tâ kendisi, Derviş Bey. Şimdi şu aşağı yoldan kayalıklara çıkacak.»
Mustafa Beyin elleri ayaklan titremeğe başladı. Kekeliye-rek, sesi karıncalanarak:
«Atma,» dedi. «Bu kayalıklarda sabaha kadar döğüşürüz. Sabahleyin de yakalarız.»
Atlı atının başım kayalıklara çevirdi. Tüfek atımına girdi, Mustafa Bey uzun uzun nişan aldıktan sonra tetiğe bastı. İbrahim Ibo da. At devrildi. At devrilir devrilmez de karşıdan, tüfeklerinin ışığına kurşunlar gelmeğe, yandaki yöndeki kayaları parçalamağa başladı. Çarpışma gün ışıymcaya kadar sürdü.
Derviş:
«Mustafa Bey,» diye bağırdı. «Sana fakir fıkarının ekinini yaktırmayı yakıştıramadım, ağırıma gitti, $enin bu davranışın. İşte bunu söylemek için geldim buraya. Günlerdir de her gece geliyordum. Çok zayıf istihbaratın var Mustafa Bey. O Antep-H çocukları da boş yere öldürdün Mustafa Bey, masumları. Yazık değil mi fıkaralara? Bir lokma ekmek için canlarını dişlerine takmış çocuklar. İnsan kıyar mı? Şu atıma da yazık değil mi? Halis Araptı. İnsan ağızsız dilsiz hayvana kıyar mı? öldürdün Mustafa Bey, öldürdün atımı, bu senin soyuna yakışır mı?
239
p
Şu benim soyuma ıanei oısım *.ı &±zjl ^aı^ısiii.* ^^^y,------------„
rurken atları öldürenleri...» Mustafa Bey susuyordu.
Derviş Bey konuştu konuştu, Mustafadan bir ses çıkmadı. Mustafa Bey taşın arkasına uzanmış, eli tetikte Derviş Beyin en küçük bir yerinin gözükmesini bekliyordu. Derviş Beye nişan alıp onu attan düşürmediğine bin pişman olmuştu. Atı öldürmüştü onun yerine, ağızsız dilsiz zavallı hayvanı. Dur hele, azıcık bir yerini göster hele Derviş, seni de atın gibi... Tam bu sırada kendisi kımıldamış, azıcık doğrulmuş olacak ki bir kurşun geldi, civww! diye tam şapkasını yaladı geçti. Eğer o anda başım eğmiş olmasaydı can havliyle kurşun, ikinci kurşun başını paramparça edecekti. Derviş Beyin alaylı sesi:
«Merak etme, atma bir şey olmadı. Seni yaya bırakmadım. Hiç bir zaman da tarafımdan atın öldürülmeyecek.»
Mustafa Bey de öfkesine kapılıp Derviş Beyin yanım yönünü kurşunlamağa başladı. Mustafa Bey hırsından kuduruyordu. Gün bir kavak boyu yekindi. Kayalıklar buğulandı, ak bulutlar Ear di dört bir yanı. Az sonra da açıldı.
Ne o, ne de ötekiler yerlerinden kımıldayamıyorlardı. Kim başını çıkarsa gidecekti. Arada bir, başım azıcık bir parmak gösteren Mustafa Beye Derviş Bey sallıyordu kurşunu. Ve Mustafa Bey her keresinde de kıl payı kurtarıyordu tath canı.
Sarı bir yağmur yağıyordu. Beyazıtta, büyük çınarın altında, zayıf, ince, uzun boyuyla Mustafa Akyollu. Yıldıran çarpmış gibi... Masadan kalkışı... Derviş Bey de öyle, yıldırım çarpmış, aynı anda, aynı bir göz kırpmalık sürede aynı tepki.
Ama bu ne? At öldürmek, ekin yakmak, konak kundaklamak, yanaşma öldürmek... Tepkiler, uzun yıllar sonra değişmiş. Doğru, can pazarı... Şu ölüm oyununda kim kimi öldürürse, iş tamam. Bu yüz yıllık, belki de iki yüz yıllık ölüm oyunu bitiyordu. Mustafa Beyle Derviş Beyden birisi, kim kimi öldürürse o geriye kalacak, doğal bir ölümle ölecekti. Hiç birisi çocuk-
240
larına guvenemıyordu. Çocuklar, alttan alta, belli etmeden, ba-bazı da açıkça alay ediyorlardı bu ölüm oyunuyla. Murtaza «ey de alay ediyordu amma sonunda ölüm geldi de onu buldu. IVfahnıut öyle söylüyormuş Murtaza Bey için. Çocuksu, bir ölü-me öldürülmeğe hiç inanmaz bir yönü varmış, bir de korkudan jeli divane oluyor, çıldırıyormuş. «Aynen benim gibi,» diye düşündü Derviş Bey.
«Bu da olmadı,» diye düşündü Mustafa Bey. «Şimdi orada kayanın kovuğunda, atının ölüsü yanında zırıl zırıl terliyor-dur. Bir de yiğitleşerek, ölümden deli olarak. Çok insan gördüm, ölümden böylesine deli divane olanına rastlamadım. Orada, karşılaştığımızda otomobilden inip de yürüdüğünde salınışı,' duruşu salt korkuydu. Bastığı toprak, aldığı soluk korkuydu. Böylesine korkan adamı dünyada hiç kimse, insan olan insan bir kimse öldüremezdi. Bir insan böylesine korkuyorsa bırak onu, bin kere öldürmekten daha yeğdir, bırak onu korku soluyarak, korku düşünde, korku uyuyarak, karısıyla korku yatarak, terli-yerek, ölüme, korkuya alışarak, korkuyu kendine yaşama yaparak yasıyorsa bırak yaşasın. Şimdi daha çok korkuyor. îşte şimdi, şimdi, orada... Bugün onu akşama kadar öldüreceğim. Her göz kırpmalık sürede, bir kere korkudan öldürerek onu öldüreceğim. Bir kere olsun kıpırdamayacak yerinden, bir kere olsun başını bile oynatamayacak, bir sigara bile içemeyecek. Güneşin alnında korku terleyerek, bomboş kalacak. Hiç bir zaman yürekli, ölüm var, nereden gelirse gelsin, ölümü kabullenip, işi oluruna bırakamayacak ve ben onu öldürmeyeceğim.» Sesli, bağırırcana: «öldüreceğim!» dedi Derviş Bey gülen bir sesle:
«Ne dedin Mustafa, iyice duymadım,» dedi. «Ne diyor-
lun?»
Mustafa Bey karşılık vermedi.
Derviş Bey, alçak, diye düşünüyordu. Alçak, alçak oğlu '?ak. Hem de iki kişiler. Gözünü bir an için olsun onlardan ) irmiyordu. Belki onu ararlardı. Az sonra belki Hidayet, bel-
241
F.16
ki ötekiler arardı. Hatun am eaeruı uc im ısım ^uuwuw, Du beni öldürmek mi istemiyor yoksa? Niçin atı vurdu da beni vur. madı? Ya da bana ateş etmedi? Doğrudan doğruya ata ateş etti, bu belli. Birden bir kurşun şapkasını deldi geçti, arkadaki atın ölüsüne saplandı. Demek ki öldürmek istiyordu da tutturamadı. İçine korku girdi, eli ayağı tutmaz oldu. Bir anda tâ yu. reğinin başında yok olmanın, hiç hiç olmamanın, bir varmış bir yokmuş olmanın anlamsızlığım duydu. Her şeyi, Mustafa Beyi ölmüş atını, ölümü, bir boşluk içinde yuvarlanarak, gözü' hiç bir şeyi görmeyerek, uykuda, hemen kendisini az ötedeki kayanın arkasına attı ve kendisini kayanın ardına atarken elinin üstünden uzun kuyruğuyla bir kaya kertenkelesi geçti. Kaya kertenkelesinin ışıklı, kırmızı boncuk gibi çakılı gözlerini gördü. O zamandır ki karşıdan üstüne durmadan kurşun yağdığını farketti. Şimdi yeri daha iyiydi, hiç karşılık vermedi, önünde, kurşun seslerinden, kayalara çarpıp parçalatan, dört yana parçaları yağdıran kurşunlardan telaşa düşmüş kertenkeleye sevgiyle baktı. Bir şeyler sezinliyor, dedi, bir içgüdüyle. Yoksa burada dönüp durmaz bu kadar süredir, başını alıp giderdi bir yana. Kurşun sesleri, kırılan kayalardan çıkan çatırtılar, toz duman kertenkeleyi uğunan bir devingenin içine sokmuştu. Biliyor, diye düşündü, kertenkele de biliyor ölümü. Ölümün acısını, boşluğunu biliyor. Her kim ki, hangi canlı ki korkuyorsa, o ölümü biliyor. Otlar da, ağaçlar, kelebekler, böcekler de ölümü biliyor. Yalnız ölümün boşluğunu bilmiyorlar, acısını, acısının ötesinde boşluğunu bilmiyorlar. Mutlular, mutlular, mutlular... İnsanların çoğu da boşluğu, boşluğun boşluğunu bilmemişler. Onlar ti mutlular, onlar ki yaşayanlardır. Kayanın çukurunda, kırmızı dili dışarda kertenkele uçarcana koşuyordu. Bir Derviş Beyin sırtına çıkıyor, bir iniyor, bir ellerinin üstünde dolaşıyor, bir tüfeğin ucuna kadar varıp korkup geri dönüyordu.
Derviş Bey kertenkelenin sırtının usul usul kızardığını gördü. Vay anasını, dedi içinden, amma da korktu herif. Sırtı korkudan kırmızılaştı. Derviş Bey biraz sonra iki kocaman kerten-
242
cillii ^u^^^wxv» Yun.ıua uauct uuşıugunu gördü. Yangın önünden kaçıyorlardı demek. Bir ara kurşun sesleri kesildi. Sesler kesilir kesilmez de kertenkeleler kaya duvarına çabucak tırmanıp kaçtılar. Derviş Bey belli belirsiz gülümsedi. Boşluğu bilmiyorlar, boşluğu bilmiyorlar. Gene de ölümden korkuyorlar, keratalar. Bir de boşluğu bilseler, yerlerinden kıpırdayamaz, oldukları yerde ölür kalırlar. Ben de, şu anda ölü gibiyim. Ölü, ölü gibiyim. Şu kurşunu kesmeler, kurşun sıkılırken insan ölüm boşluğunu, sonsuzluğunu daha az duyuyor.
Azıcık doğrulup bir tarak kurşun boşalttı üstlerine. Yoksa onu boşluk öldürecekti. Tüfeğini doldurdu bir daha, bir daha boşalttı, delirmiş gibi. Belinde, üstüste iki baştan başa dolu fişeklik vardı. Heybesi de fişek doluydu. Her an da varıp atın ter-kisindeki heybesini alabilirdi. Birden üstbaşında bir ses duydu, baktı ki tam yanındaki kayanın üstünden İbrahim Ibonun başı gözüküyor, namlusunu ona çevirdi, beş el ateş etti:
Dişini sıktı:
«Köpek,» dedi. Yeniden yaşama - döndü. Boşluk, ölüm korkusu silindi gitti. «Köpek, çık oradan.»
İbrahim Ibo taşın arkasından çıktı. Tüfeğini önüne atıp:
«Kıyma bana Beyim,» dedi. «Sen bir Beysin, ben bir yanaşma! »
«Haydi git Beyinin yanma. Geriye dön! Yürü! Koşarak!» İbrahim Ibo koşarak Mustafa Beyin yanma vardı.
Mustafa Bey ona bakmadı bile. İlk olarak konuştu: «Bir teklifim var Derviş,» dedi. «Kalkalım, çıkalım deliklerimizden ikimiz de... Çıkar çıkmaz da ateş edelim biribirimi-ze.»
Derviş duymamışlığa vurdu. Ona hiç bir karşılık vermedi, "e birden Mustafa Bey önündeki kayanın ardından ateşe baş-
243
ladı Yeri derinde, azıciK aa yuKsejue uuu w 3 j^ur
du kurşunu. Bu adam kudurmuş, kudurmuş, kudurmuş. Terlemeğe başladı gene. „ - *
Gün battı, karanlık kavuştu. Gece ağır ağır Anavarza kayalıklarına indi. Derviş Bey yerinden, arkadaki koyağa doğru usulcana, bir yılan gibi kaydı.
25
\
244
Mustafa Akyollu uykuyu düneği yitirdi. Yerinde duramıyor, evinde, tarlada duramıyor. Mehmet Ali bir traktör daha almış. Bir tuhaf, şimdiye kadar görülmemiş bir traktör bu. Mehmet Ali: «Bu paletli baba,» diyor. «Tank gibi. Arkasına dünyayı tak, yırtar götürür. Toprağın yüreğine işler bunun ardındaki pulluklar.»
Eskiden olsa durur bakardı. Okşardı traktörü. Mehmet Alinin çalıştırışını seyrederdi. Seyreder hoşlanır, konurlanırdı Mehmet Aliden. Bu çocuk adam olacaktı.
Gece olsun, gündüz olsun bir şey, bir görünmez ip, zincir onu Sarıoğlu konağına çekiyordu, önceleri, çınarın dibinde duruyordu. Bir süre böyle o bir ipilti ışığı seyretti, tanyerleri açılırken evine döndü. Birisi görür de, Mustafa Bey Sarıoğlunun konağını sabahlara kadar lal-ü ebkem seyreyliyor, hayran, der diye ödü patlıyordu. Sonra konağa biraz daha yaklaştı. Şimdi bir kamışlığın arkasında duruyordu, atının üstünde, düş içinde. Var mı yok mu bilmiyerek, konağa, içerde terleyen, kum torbalan arasındaki adama sığınarak, yalvararak, gülerek, tepeden bakarak, kendi kendini küçülterek bakıyordu. Üşüyerek, üstü-ne Çiğ yağmış. Sonra bir hendekte buldu kendini. Önünde ge-nı?> bir yar gibi yükselen böğürtlen çalıları karanvordu. Islan-m'Ş> mavzeri elinde, elleri kolları uyuşarak, ağırlaşarak, kona-
245
ğm ışığı gün atmadan önce soluncaya, ipiltisini yitirinceye kadar. İpilti yitince, ipiltinin göründüğü pencereye ver ediyordu kurşunu. Kurşunlar pencere pervazlarını kırıyor, yavaşlamış, hı-zını yitirmiş, sapır sapır yere dökülüyordu.
Hendek altı yüz adım konağa, yok yok, o kadar az değil. Daha uzak belki. Karanlıkta, alacakaranlıkta konak erirken, solmuşa, boza karışıp yitip giderken uzaklık, ölçü bilinemiyor. Gün batmadan az önce, kuyrukyıldızı çıngışarak döndüğünde hendeğin üstünden bir top kuş kalkar, serpilir göğe tane tane durulukta dağılır, sonra toparlanır, birden bir top yere çakı-lırcasma toprağa iniverir, ovanın düşlüğü hiç bir şey olmamış, kıpırdamamış ıssızlığı sürer gider.
Tam gün atarken bir el kurşun boşaltır pencereye, Mustafa Bey. Atının başını doldurur ovaya aşağı, alacakaranlık içinde, serin, ıslanmış sürer. Atının ayakları uzar, sağrısı gerginleşir. Toprakla, dallarla, uzamış, acı kokulu yabanıl çiçeklerle, atla sarsılır, titrer. Konak ardında gözükmez oluncaya kadar döner döner arkasına bakar...
Mustafa Bey böyle uyurgezer dolaşır, bağlanmış, sürüklenen, çekilen, önüne geçilmez, her gece hendeğin içine geldi, orada tepeden tırnağa korkan, yumulmuş, incecik, sarı ışığı ipile-yen, terleyen konağın karşısında, orada durmaktan başka hiç bir şey düşünmeden, düşünceyi, öcü, acıyı, bütün istemleri unutmuş, hayal kurmayı unutmuş orada atının üstünde durmaktan başka işi olmadan durdu. Sonra belinden tabancasını çıkarıp pencereye bir el ateş etti. Tabancasının kurşununun oraya yetişmeyeceğini bile bile. Sonra mavzerle ateş etmeğe başladı, sebepsiz, oraya.
Oraya hiç gitmek istemiyordu. Bütün gün kuruyor, kendi kendine antlar içiyor, kararlar veriyor, kesinleştiriyor, tan-yerleri ışımadan çok önceleri yataktan kalkıyor, hiç bir şey dü-şünemeden yatağından hemencecik çıkıyor, giyiniyor, elini yüzünü bol köpük, bol suyla yıkıyor, aşağıda atını hazırlanmış buluyor, atlıyor, karşıda soluk ipiltisiyle konağı görünceye ka-
246
Aai at Koşuyor, sonra da alışmış, orada, konağın yamacında duruyor.
önce bir atlı geldi, ikisi birden, gün ışımadan, kuyrukyıldızı tanyerinde bir aydınlık içinde dönerken, tüfeklerini konağa doğrulttular ateş ettiler, sonra da doludizgin konağın yöresinde dö'nnıeğe başladılar. Sonra atlı iki oldu. Sonra üç, dört, beş oldu. Gün geçtikçe Mustafa Beyin yanındaki atlılar, konağın yöresinde doludizgin dönenler, kurşun yağdıranlar, hiç konuşmayanlar, hayal gibiler, sadece geceye, toza toprağa, çiğli dumana karışanlar çoğalıyordu.
Tanyerleri ışırken de Mustafa Bey konaktan uzaklaşınca yanına yönüne bir bakıyor büklüğün ortasında yapayalnız, hiç kimse kalmamış kalıp kalıyordu. Ağır, bulanık bir su gibi bir sıcak bastırıyordu büklüğe. Sarıca arılar peteklerinin üstüne sıvanmış kıpırdayamaz olmuşken. Kuşlar bulanık sıcağın, ağır ağır, soluk aldırmaz, dibe çöken tortusunun içinden dalgın yukarı, bulaşmış, kanatlarını kaldıramaz, yukarı yukarı tırmanmağa çalışırken... Orada.
Vurulmuş insanın iniltisi, sıcak kan, kaygan, yağlı, delirtici. Toprağın iniltiyi, kanı, insanları, parça parça bedenleri yu-tuşu. Sıcak, ter içinde. Konak, konağın içindeki adam, vurulmuş, Jcan içindeki yüzünde açık kocaman gözleri, umudu yitirmiş, yabanıl. Yabanıl! Yabanıl! Ter içinde. Yabanıl bir ölüm korkusu. Sinmiş, ışık sızdırmaz, ter içinde... Bataklığın toprağına gömülen yabanıl, parçalanmış, açık gözler, kocaman. Bedenler liyme liyme... Sinekler çokuşmuş, acı, kekremsi, bulaşık... Elleri boğazında, dehşet... Sıcağın altında başı düşmüş, boynu şiinmüş bir at, gözleri dalgın, yorgun, bıkmış, inatçı bir atlı. öteden, kuşluklaym, azıcık bir yelde kalkıp sönen, kalkıp sönen küçük toz direkleri... Belki bir kilometre gittikten sonra sönen... Orada.
Dostları ilə paylaş: |