Yunan Uygarlığı Tarihi
a) Yunan Coğrafyası
b) Yunan Uygarlığında Siyasal Yaşam
c) Yunan Mucizesi ve Felsefe
a) Yunan Coğrafyası
Avrupa’nın güneydoğusunda, Balkan yarımadasının ucunda yer alan Yunanistan oldukça engebeli bir kara parçasıyla irili ufaklı birçok adadan oluşmuştur.
Kıta Yunanistan’ında orta yükseklikte dağlar (ortalama 2500 m) kuzey-güney doğrultusunda uzanırlar. Kolay geçit vermeyen bu dağlar kara ulaşımını çok zorlaştırır. Ülkenin bu denli dağlık bir coğrafyaya sahip olması iki önemli şeyi açıklar: birincisi denizler bu topraklar üstünde yaşayan insanlar için daha cazip duruma gelmiştir, ikincisi ise Yunanistan’daki dağınık yerleşik yaşamın bu ülkedeki birbirinden kopuk siyasi bir düzen oluşturduğudur. Ancak ikinci sonucun tedavisi adeta birinci sonucun reçetesi sayesinde olmuştur çünkü tüm kentlerin birer limana sahip olması, diğer kentlerle olan irtibatsızlığı gidermiştir. Elbette limanların birer bağlantı noktası olması, Yunan uygarlığını bir anda yekpare bir siyasi birliğe kavuşturmamıştır, bunu sağlayan Pers saldırıları gibi birçok farklı etmenler vardır. Bu konuya bir sonraki bölümde kısaca değineceğim.
Yunan coğrafyasının kapladığı toprak parçası diğer uygarlıklara nazaran kısmen azdır. Bu kısıtlı toprak parçasında en büyük karasal alana sahip olan kentler Sparta ve Atina’dır. Sparta 8400 km² ile en büyük karasal alana sahip kenttir, Atina ise yaklaşık 2500 km²’lik bir alana kurulmuştur. Kent devletlerinde nüfus 60 bin ile 5 bin arasında değişmektedir. Bu kentlerde en büyük korku ise -elbette bulaşıcı hastalıklardan sonra- nüfus patlaması fenomenidir. Yunanistan’ın toplumsal hayatını derinden etkileyen bu korku, birçok ahlaki pratikte inşa edici bir rol üstlenmiştir. Örneğin günümüzde bile hala süregelen eşcinsellik meselesi, Yunanistan’daki köklerini bu nüfus patlamasından doğan endişede bulur. Eşcinselliği yaymak ya da daha net bir biçimde ifade edersek eşcinsellik propagandası yapmak, eşcinselliği teşvik etmek, birçok kültüre ters gelse de, dönemin Yunan uygarlığının yaptığı hesaba pek uygundur. Keza güncel etik meselelerinden biri olan kürtaj da, yine olası bir nüfus patlamasının doğurduğu endişe ile paralel şekilde bir ilişki çizgisine sahiptir. Bunun yanında sakat doğmuş bebekleri öldürmek ve günümüzde bize en makul kontrol yöntemi olarak gözüken gebeliği önlemek gibi çabalar da eski Yunan’da yok değildi. Toparlayacak olursak şunu söyleyebiliriz; bireyler tek tek bir araya gelerek toplumu, toplumda kendi içerisinde kendisine has etik kurallar inşa eder, bu etik kuralların keyfi olma ihtimali, coğrafi etmenlere bağlı olma ihtimalinden epeyce düşüktür, dolayısıyla bir topluma ev sahipliği yapan coğrafya, o toplumun etik anlayışı üzerinde doğrudan etkilidir.
b) Yunan Uygarlığında Siyasal Yaşam
Eski Yunan uygarlığına ait siyasal örgütlenme, şehir devletleri göz önüne alındığında, günümüzde eşi benzeri olmayan bir politik ağ olarak karşımıza çıkmaktadır. Her şehir devleti, abartmadan söyleyebiliriz, sanata, eğlenceye, ekonomiye ev sahipliği yapan birer kültür merkezidir. Şehir devletlerinin ideali, dışa karşı tamamen bağımsız olmak, kendi yasalarını kendisi yapmak, uygulamak ve mümkün olduğu kadar tüm konularda kendi kendilerine yetebilmektir. Bu tipte bir ideale sahip devlet anlayışı, daha önce tarihte pek de rastlanan bir örnek değildir. Daha önceleri, özellikle Doğu devletleri başta olmak üzere, bir devlet otoritesinin kaynağını tanrısal bir kaynakta bulmaktaydı. Ancak Yunan uygarlığında serpilmiş şehir devletlerinde otorite her zaman, gerçi yeterince baskın olsa da, kısıtlı bir güce sahiptir. Bu devletlerin krallarının yetkilerinin sınırlandırılması ve bu yetkilerin halk ve ihtiyar meclisleriyle paylaşılması, bu iddiamı iyi bir şekilde desteklemektedir.
Şehir devletlerinin dönemin filozofları için önemli bir getirisi ise, hepsinin kendilerine özgü bir evren olmasıdır. Bu şu demek; eğer içinde bulunduğun siyasi yapı senin arzularına ket vuruyor ve eylemlerini ya da düşüncelerini kısıtlıyorsa, başka bir devlete yerleş! Pek de kibar gözükmeyen bu teklif, bana kalırsa yeterince alternatifli bir ortamda, çok da yadırganacak bir öneri olarak karşımıza çıkmıyor. Elbette günümüzde bu tür bir geçişliliğe sahip evrensel bir siyasal ağa sahip değiliz ama birçok bireyin de bunu arzuladığını söylemek hakiki bir itiraf olacaktır.
Yunan siyasi toplumunun önündeki büyük engellerden birinin, kentleşmeyle birlikte ortaya çıkan ve adaletten yoksun, soylular sınıfının olduğunu söyleyebiliriz. Soylular sınıfı sahip olduğu mallara ki bunlara işçileri ve köleleri de dâhil, istedikleri gibi davranabiliyordu. Soyluların gizli idaresi altındaki bu kentlerde, sözleşmelere uyulmazdı, bu yüzden işçi ya emeğinin karşılığını alamıyor ya da daha da kötüsü hiçbir şey elde edemeden işini bitirip gidiyordu. Hakkını almak için başvurabileceği hiçbir ara makam yoktu ve hakkının peşinden ısrarla gitmeye diretirse zararlı çıkabilir ve hatta canından bile olabilirdi. Bu yazılı olmayan ama artık alışılagelmiş gaddar sistemde zenginlik tahmin edileceği üzere dengesiz bir şekilde dağıldı ve zengin ile fakir arasındaki uçurumu iyice genişletti. Soylular sınıfı daha acımasız oldu.
Şehir devletlerindeki karmaşık toplumsal ve iktisadi yapılar beraberinde çok karmaşık siyasal düzen getirmiştir. Bu düzende demokrasi ön planda olsa da, yer yer işlemeyince, tiranlık baş göstermiştir. Tiranlık halkın bazen sevimli, bazen de korkulu bir düşü gibidir. Biraz önce bahsettiğimiz soylular sınıfının üyeleri kimi zaman baskıyı o kadar arttırmıştır ki halkın tiranlık düzenine çağrı çıkardığı olmuştur. Tiranlık, soylular için uykuları kaçıracak kadar korkunç bir siyasi düzendi. Tiranlar soyluları, halktan aldığı güçle beraber, adeta ezip geçiyordu. Ancak tiranlar gözüpek insanlar olmakla birlikte devleti yönetebilecek insanlar değillerdi. Halk bu durumu çok sonradan anlıyordu, gelgelim tiranı getirmek kolay, kovmak ise zor oluyordu. Tiranlar halka balayı dönemi geçirttikten sonra, tüm yakınlara şu ya da bu biçimde görevler dağıtmaya başlıyorlar, ufaktan ufaktan bir hanedan kurmaya doğru gidiyorlardı. Hanedan kuramaya yönelen tiran artık yavaş yavaş halktan kopuyor ve yalnızlaşmaya başlıyordu. Bu arada tiranlar bu içinde bulundukları durumu düzeltme adına gülünç ve ironik biçimde kendi sonunu hazırlayan, şölenler düzenliyordu. Durumun ironikliği şuradan gelir; her Yunanlı şölene düşkündür ve bu şölenlerde bol bol içki içilir, bazen dans ve çalgı bile olur. Ama asıl önemlisi konuşmaktır, söyleşmektir ve tartışmaktır. Bu tartışmalarda tiran karşıtı argümanlar geliştiren birçok söz ustasının, şölene katılanlar üzerinde tirana karşı olumsuz tesirini varın siz tahmin edin. Sıkça düzenlenen ve halkın her kesimine açık olan bu şölenler, tiran kurnazlığını adeta reflecsive bir biçimde kendi üzerine zarar veren bir etkinliğe dönüştürüyordu. Halktan çarptığı büyük zenginlikten küçük bir parçayı halka tekrar sunmak isteyen tiranın, gerçi halkı bir an için hoşnut ettiği aşikârdır, ama sonunu hazırladığı daha zımnidir.
Miattan önce yaklaşık 500 ile 420 yılları arasında Yunan uygarlığının büyük savaşlarla çalkalandığını söylemek gerekir. Yunan siyasi hayatına doğrudan etki eden bu savaşların ilki Pers savaşları diğeri de Peirkles-Peleponessos savaşları olarak adlandırılmaktadır. Perslerle olan savaş dış savaş iken, diğeri iç savaştır. Persler günümüzde İran devletinin bulunduğu coğrafyada kurulmuş, tanrımerkezli bir devlettir.
Pers ordusu genişleme idealiyle ilk olarak Batı Anadolu’ya yani Ionia’ya saldırmıştır. Ionia’lıların birlik olup Perslere direnmesi, savaştan galip ayrılmasa da bütün Yunanlılara örnek teşkil ettiği söylenebilir. Ionia’yı rahatça geçen Persler Sparta üzerinden Atina topraklarına saldırmak istemişlerdir. Sparta ile çok kanlı bir savaş neticesinde Persler büyük bir yara almış vaziyette Atinalıların üzerine saldırmışlardır. Pers saldırıları esnasında ufak da olsa bir Yunan birliğinin kurulduğunu düşünebiliriz. Bu birliğin katkılarıyla Persler en azından kuzeye doğru savuşturulabilmiştir ama bu savaşın tesirleri Atina’nın tekrardan toparlanmasını epeyce zorlaştırmıştır.
Tekrardan toparlanmak adına Atina kendileriyle müttefik olmak isteyen devletlerle bir birlik kurma yoluna gitmişlerdir. Bu birlik geliştikçe Atina fazlasıyla güçlenmiş ve bölgenin tek lideri haline gelmiştir. Birliğin başında ünlü devlet adamı Perikles vardır. Diğer tarafta, Perslerden ağır darbe yemiş Spartalılar ise, toparlanma sürecinde bir birlik kurma fikrine yakın bakmışlar ve Peleponessos ismini verdikleri bir oluşumun adımlarını atmışlardır. Peleponessos devletleri Atina’nın kurduğu birliğe kıyasla epey zayıf bir yapıya sahiptir. Atina bölgenin tek ticari hâkimidir ve Spartalılar bu hâkimiyetin bir sonucu olarak açlık tehlikesi altındadırlar. Atina gücüne güç katma hedefindeyken, Peleponessos devletleri açlıktan kurtulma yolunu aramaktadırlar. İki birliğin arasında cereyan edebilecek olası bir savaşta galip gelen taraf, epey karlı çıkacaktır. Açlık sınırında olmalarına rağmen Spartalılar güçsüz olduklarını bildikleri için savaşmaya yanaşmamışlarsa da, Atinalılar savaşı başlatmışlardır. Beklenmedik bir dirençle karşılaşan Atinalılar on yıllar süren savaştan en sonunda bıkarak, barış imzalama yoluna gitmişlerdir. Peleponessos devleti Atina’nın direncini iki yolla kırmıştır: inanç ve beklenmedik Pers desteği.
c) Yunan Mucizesi ve Felsefe
Felsefe niçin Ionia’da başladı da başka bir yerde başlamadı? Bu temel soruyu yanıtlamak için doyurucu bir veri bulunmadığı için, genelde tarih araştırmacıları ve kimi batılı düşünürler, soruyu “mucize” yanıtı ile geçiştirmişlerdir. Yani Miletos’ta başlayıp tüm Yunan Dünyasını saran rasyonel düşüncenin daha önce yerkürenin hiçbir yerinde bu denli olgunlaşmış olmaması ve dolayısıyla bunun birdenbire Yunan topraklarında doğması “Yunan Mucizesi” deyimini literatüre yerleştirmiştir.
Yunan Mucizesinin bir tür Batı şovenizmi olduğunu iddia edenler, buradan hareketle Yunan Mucizesi deyiminin bir palavradan ibaret olduğunu öne sürerler. Yani aslında o dönem Grek Felsefesinin yokluktan türemediğini ve bir yerden beslendiğini savunurlar. Söz konusu iddianın savunucularına göre Yunan felsefesini besleyen yerler Yahudi milleti, Çin & Mezopotamya’dır. Buradaki iddianın yani Yunan felsefesinin bir yerden beslendiğini reddetmek zor gibi gözüküyor. Örneğin Miletos’lu Thales’in Mısır’a yaptığı ziyaretleri ve bu ziyaretlerden çok donanımlı olarak geri döndüğünü, Nil Nehri’nin ne zaman ve ne miktarda taşacağı ile ilgili matematiksel hesapları, Thales’in hayretle karşıladığını biliyoruz. O halde madem Yunanlardan önce bu tip bilgiler var, Yunanlıları farklı kılan nedir?
Yunanlıları farklı kılan etmen bu bilgileri salt pratik amaçlı kullanmamalarıdır. Bu açıkça, bilginin teorik (theoria) boyutunun Yunanlılar tarafından ne denli önemsendiğini göstermektedir. Yunanlıların yalnızca “bilmek için bildiklerini” düşünmek asıl mucizevî olandır çünkü o dönem için hiçbir pratik yarar getirmeyecek bir bilginin peşinden koşmak bırakın o dönemi şimdi için bile deliliktir. Yunan uygarlığının kendinden önceki diğer uygarlıklara nazaran daha kısa bir ömre sahip olmasına rağmen onlardan daha fazla bilgi sahibi olmalarının altında yatan en büyük neden bu mantalité olsa gerek. O halde diyebiliriz ki Yunan felsefesi kendinden önceki felsefeleri aşmıştır.
Yunan felsefesini -yani bu mucizevî bilgi sevgisini- olanaklı kılan tek bileşen elbette ki yalnızca “bilmek için bilme” idealini benimsemek değildir. Bu idealin yeşermesi için de gerekli olan koşulların sağlanması gerekir. Tahmin edilebileceği gibi bu koşullar dönemin sosyolojik yapısında yeterince mevcuttur. Yunan toplumu diğer uygarlıklardan aynı zamanda sınıflı toplum ve demokrasi ile de ayrılmaktadır. Diğer uygarlıklar dinsel inanç aşamasında kalırken, Yunan uygarlığı bilim ve felsefe aşamasına varabilmiştir. Örneğin Babilliler gökyüzünü gözlüyorlar, insanlarla yıldızlar arasındaki bağları çözmeye çalışıyorlar, buradan hareketle de mistik ve büyüsel bir evrede sıkışıp kalıyorlar. Yunan uygarlığı ise yıldızları dışsal (external) bir nesne olarak ele alabiliyor ve astronominin temellerini atabiliyor. Bu basit ama çarpıcı örnek bile Yunan uygarlığı ile diğer uygarlıklar arasındaki farkları yeterince gözler önüne sermektedir.
Dostları ilə paylaş: |