Gündeme Dair
Beddua değil, Allah’a sunulmuş bir arz-ı hâl
Allah’a inandığı halde haksızlıkta ısrar eden, hakkın ortaya çıkmasından korkan, bununla da yetinmeyip hakkı savunan insanlara iftira atan, saldıran insanlar, bütün ikna çalışmalarından sonra ikna olmazlarsa Kur’an’da da ifadesi ve misali geçtiği üzere bazen mübâheleye davet edilirler. Mübâhele, karşılıklı lanetleşmek demektir.
Konuyla alakalı olarak Âl-i İmran Sûresi’nin 61. ayetinde şöyle buyrulur: فَمَنْ حَاجَّكَ فِيهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ أَبْنَاءَنَا وَأَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَأَنْفُسَنَا وَأَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللَّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ “Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim!”
Bu ayet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Necran Hıristiyanları grup halinde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelip, O’nun peygamber olmadığı, Hazreti İsa’nın ilah veya Allah’ın oğlu ya da üçün üçüncüsü olduğu iddiasıyla tartışmaya başladılar. Peygamber Efendimiz’in delillerine ikna olmayıp kendi iddialarında ısrar edince, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara mübâheleyi teklif etti. Necranlılar bunu düşünmek için müsaade istediler. Bu arada Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); Hazreti Ali’yi, kızı Fatıma Validemizi, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’i (radıyallâhu anhum ecmâin) yanına alarak geldi ve onlara, “Ben dua ettiğimde siz de âmin deyin.” tembihinde bulundu. Aralarında görüşen Necranlılar, baştaki liderlerinin ikazı üzere lanetleşmeye cesaret edemediler. Zira o lider, Peygamberimiz’in peygamberliğini bilip kabul eden birisiydi ve lanetleşmeye girdiklerinde başlarına bela geleceğini söylemişti. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelerek mübâhelede bulunmak istemediklerini ve cizye vererek O’nun hâkimiyeti altına girmeyi kabul ettiklerini söylediler. Peygamber Efendimiz de bir emanname yazarak onları memleketlerine gönderdi. Hadisenin ardından Efendimiz’in şu beyanları dikkat çekicidir: “Eğer mübâheleye girişselerdi, vadi onların üzerine ateş yağdırırdı.” (İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)
Öncelikle ifade etmek gerekir ki, ayetin iniş sebebinde muhatapların Necran Hıristiyanları olması, meselenin umumiyetini daraltmaz. Fıkıh usulü açısından düşünecek olursak, sebebin hususî olması, hükmün umumî olmasına zarar vermez. Önemli olan, hadisenin muhtevasıdır. Muhatapların bilinmesi, âyetin anlaşılmasına yardımcı olsa da burada neticeye tesir etmez. Hâdisenin neticesinde ne olmuştur? Neticede, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), delillerle ikna olmayan haksız insanlardan müteşekkil bir topluluğa mübâhele yapma teklifinde bulunmuş ve kendisiyle beraber ailesini de bu mübâhelenin içine dâhil etmiştir. Konunun özü; haklılığı bütün şeffafiyet ve delilleriyle ortada olan bir mevzuda, bazı insanların Allah’a inandıkları halde, iftiraya varan sözler söylemesi, bu sözlerinde ısrar etmesi, buna karşılık Efendiler Efendisi’nin de açık yüreklilikle onları lânetleşmeye çağırmasıdır.
Bir de mülâane hadisesi vardır. Mülâane de lanetleşmek demektir. Nur Sûresi’nin 6-9. âyetlerinde şöyle buyrulmaktadır: “Kendi eşlerini zina etmekle suçlayıp da buna dair kendileri dışında şahit bulamayan kocalar ise, kendilerinin doğru söylediklerine dair ayrı ayrı dört kere Allah adına yemin eder, şahitlik eder, beşinci kere ise, yalancı olması halinde, Allah’ın lânetinin kendi üzerine gelmesini isterler. Hanımının ise, kocasının bu suçlamasında yalancı olduğuna dair ayrı ayrı dört kere Allah adına yemin ve şahitlik etmesi, beşincide ise kocası doğru söylemişse, Allah’ın gazabının kendi üzerine çökmesini dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır.”
Ayetin iniş sebebiyle alakalı şu hadise zikredilir: Kadınlara iftira atmakla (kazf) ilgili olan Nur Sûresi’nin 4. ve 5. âyetleri inince, ensardan Sa’d b. Ubâde, “Bir adam karısı ile birisini görse ve şahit bulamasa ne olacak? Dava etse şahidi olmadığı için iftira ediyorsun diye seksen değnek vurulacak ve şahitliği reddedilecek ve fâsık olarak kabul edilecek. Vurup öldürürse, kısas uygulanarak kendisi de öldürülecek. Dört şahit bulmaya gitse ortada kimse kalmayacak. Bir açıklık getir Allah’ım.” dedi. Aradan fazla bir zaman geçmemişti ki bir adam, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına gelip buna benzer bir hâdise anlattı. Efendimiz kadınla konuştu. Kadın iddiayı reddediyor, kocası ise karısının yalan söylediğini, hadiseyi gözleriyle gördüğünü söylüyordu. Ardından bu âyetler indi ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), karı-koca arasında mülâane yaptırdı. Bu şekilde karı-koca birbirlerinden ayrılmış oldular. Bir diğer misal olarak da Abdullah İbn Abbas’ın İslam Hukuku’ndaki miras taksimi konusunda kendi görüşünde ısrar edip kendisine muhalefet edenleri mübâheleye davet etmesi verilebilir.
Beddua, Allah’tan kötü şeylerin olmasını istemek demektir. Zulme uğrayan, haksızlığa maruz kalan bir kimsenin, kendisine bu zulmü ve haksızlığı reva görenlere beddua etmesinin caiz olduğu belirtilmiştir. (Konunun izahı için: Diyanet İslam Ansiklopedisi, “Beddua” maddesi, 5/298)
Hocaefendi’nin duası ne mânâya geliyor?
Son günlerde Hocaefendi’nin yaptığı duayla alâkalı çeşitli yorumlar ve daha da ileri gidilerek bazı çarpıtmalar yapılmaktadır. Her şeyden evvel Hocaefendi’nin bu duası bir beddua değildir. O, hayatı boyunca bir mü’mine hatta inanmayan birine bile beddua etmekten kaçınmıştır. Kendisini dinleyenlere de tel’in ve bedduaya “âmin” dememelerini tavsiye etmiştir. Vakıa dinimizde beddua vardır, Peygamber Efendimiz’in beddua ettiği kişi ve gruplar olmuştur. Mesela Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) rüşvet alan-vereni, dövme yapan ve yaptıranı, hulle yapan ve yaptıranı, kadınlaşan erkekleri ve erkekleşen kadınları, içki içeni ve onun üretim ve sunumunda vazife alan kişileri, anne babasına lânet eden kimseyi ve daha pek çok kötü vasıfları taşıyan fâsık ve zâlimleri lânetlemiştir.
Ayrıca yukarıda da ifade edildiği gibi haksızlık ve zulüm karşısında bir insan beddua edebilir. Ancak Fethullah Gülen Hocaefendi, zulme uğrasa da şahsı adına kimseye beddua etmemiştir/etmez de. Ancak halkın hukukunun çiğnendiği yerlerde -ki halkın hukuku aynı zamanda Allah’ın da hakkıdır- meseleyi şartlara bağlayarak ve işin içine kendini de katarak, bu zulmü reva görenleri Allah’a havale etmiştir. Zalimleri, hukuksuz davrananları ve yıllardır acımadan masumların üzerine yürüyenleri Allah’a havale ettiği çokça vakidir. Yeni bir şey değildir. Mesela, Yeşeren Düşünceler kitabında yer alan “Bir Yakarış” makalesinin sonunda böyle bir duası vardır.
Yayınlanan malum duasında Hocaefendi özetle diyor ki, eğer biz haksız, hukuksuz davranmışsak, davranışlarımızla hakka hukuka bilerek zarar vermişsek, çalmışsak, çırpmışsak, ahlaksızlık yapmışsak, Allah bizi yerin dibine batırsın, evlerimize ateşler salsın. Yok, eğer bizi çirkin sıfatlarla itham edenler bu dediklerimizi yapmışsa, Allah onları da yerin dibine batırsın, evlerine ateşler salsın. Duanın yapılış şekli mübâheleyi hatırlatmaktadır. Ancak bu duanın şöyle anlaşılması daha doğru olur: Hocaefendi, ömrü boyunca hayatını Allah’ın dininin yayılması ve yaşanması gibi bir ideale bağlı olarak sürdürmüş ve iffet ve ismetiyle tertemiz yaşamış birisidir. Fakat ne kadar temiz yaşamışsa o oranda hayatına ters sıfatlarla itham edilmiş, yıllardır aleyhinde çalışılmış, takip edilmiş, sevenleri fişlenmiş, hizmet etmesine engel olunmuş, başında bulunduğu hizmet hareketine ve bu hareketin müesseselerine karşı adeta savaş ilân edilmiştir. Bu zulmü reva görenlere Hocaefendi yıllardır şefkatle yaklaşmış, onlara beddua etmemiş, irşatlarıyla, aklî ve naklî delilleriyle onları iknaya çalışmıştır. Fakat ne garip tecellidir ki, o bütün gayretiyle çalışırken, muhatapları daha bir cüretkâr davranmış ve her fırsatı ezmek için kullanmışlardır. İşte böyle delilin ve ikna metodlarının bittiği yerde Hocaefendi meseleyi Kur’ân üslubu ve Peygamber Efendimiz’in yaklaşımları çerçevesinde Allah’a arz etmiştir. Evet, Hocaefendinin yaptığı dua, bir beddua değildir. Belki mübâhele ve mülâane olarak görülse bile tam öyle de değildir. Bu bir iç döküştür, sızlanıştır, Allah’a halini arz ediştir.
Şartlı Dua..
Hocaefendi’nin duası, mübâhele ve mülâane olarak görülse bile burada üç husus çok önemlidir: Birincisi, Hocaefendi önce kendisini ve gönüllüler hareketini de işin içine katarak dua etmiş, sonra muhataplarını zikretmiştir. İkincisi, isimler üzerinden değil sıfatlar üzerinden dua etmiştir. Öyleyse kim bu sıfatlara sahipse, o duaya muhataptır. Üçüncüsü, bu duayı etmeden önce Hocaefendi yıllarca bütün aklî ve naklî delilleri ortaya koymuş, fakat muhataplar delilden anlamayınca, bütün büyüklerin yaptığı gibi, o da halini Allah’a arz etmiştir. Nitekim hem mübâhele ayetinde Efendimiz’in hem de mülâane ayetinde zikri geçen sahabinin, delilleri ortaya koyduktan sonra başka çareleri kalmamıştır.
Kur’an’da zulmeden, haksızlıkta direnenlere karşı peygamber duaları zikredilmektedir. Misal olarak, Nuh Suresi baştan sona kadar okunabilir. Bu surede muhataplar, inkâr edenler olsa da bazen mü’minlerle mü’min olmayanlar, zulüm ve haksızlık gibi aynı sıfatları taşıyabilirler. Allah isimlere göre değil, sıfatlara göre muamele eder.
Allah’tan Korkmalı
Netice itibariyle Hocaefendi’nin yaptığı dua, içi yanan bir muzdarip gönülden Allah’a sunulmuş bir arz-ı haldir. Fakat yıllarca gösterilen iyi niyetli yaklaşımlardan, yapılan yardımlardan ve gösterilen şefkatten sonra takdim edilen bir arz-ı hal… Onca zaman yöneticilere tehlikeleri haber verdiği, bazen suikasttan ve şantaj çalışmalarından kurtardığı, yaptıkları bütün iyi işlerin arkasında olduğu, hatta seçimlerde desteklediği halde, sanki bunlar hiç olmamış gibi davranılması, üstelik bir de hizmet hareketini bitirme çalışmalarına girişilmesi, sözün bittiği yerdir. İşte bu dua, sözün bittiği yerde Allah’a sunulmuş bir arz-ı haldir.
Duada bahsedilen sıfatlara sahip olmayanlar, bu duadan rahatsız olmamalı. Fakat üzerinde bu sıfatları fazlasıyla taşıyanlara gelince onlar da Allah’tan korkmalı; devletin, milletin malını deniz gibi görmemeli; masum niyetler, masum dualar, masum gayretlerle inşa edilmiş bir hizmetin önüne geçmeye çalışmamalı; halisane hizmet edenleri ezilecek civcivler gibi görmemelidirler. Unutmamalıdırlar ki, mazlumun sahibi Allah’tır.
Dostları ilə paylaş: |