ETİK FELSEFE VE ÇEVRE ETİĞİ
Prof. Dr. Zerrin Toprak
-
GİRİŞ YERİNE; NEDEN ÇEVRE İÇİN FELSEFE?
-
DOĞA- ÇEVRE ETİĞİ GELİŞİMİ
-
Ahlaki Duruşların Doğa Lehine Genişletilmesi Süreci
-
Radikal Ekoloji
-
Derin Ekoloji- Varlık Hakları
-
Sosyal Ekoloji ve İdealizm
Ekofeminizm -
ETİK SORGULAMA VE ÇEVRE ODAKLI BİLİMSEL ÇALIŞMALARDA ETİK SORGULAMA
-
SONUÇLANDIRMA
-
KAYNAKÇA
Yaşamın ve zamanın değerini bilmeyen, onu değerlendiremez,
Leonardo Da Vinci
I. GİRİŞ YERİNE; NEDEN ÇEVRE İÇİN FELSEFE?
Doğal çevrenin hızla kalitesini kaybederek tükenmesine ve yapısının bozulmasına yol açan nedenlerin anlaşılmasına yönelik bilimsel çalışmalar sürerken, insana dayanan etik sorgulamalar da gündeme taşınmıştır. Aslında felsefenin başlangıcını teşkil eden etik sorgulamalarla filozoflar, ilkçağlardan bu yana toplumsal yaşamda insan için en iyi olanı aramıştır. Doğru olduğuna inanılan fikrin yaygınlaşması için eğitim bir araç olarak kullanılmıştır. Bugün doğaya ait sahip olduğumuz bilgileri kullanarak ve tarihi süreç içindeki düşünürlerin öğretilerinden yola çıkarak geçmiş ile çok rahat bağlantı kurabiliriz.
Felsefe deyimi Yunanca “Philosophia” sözcüğünden gelmektedir. Tabiat, matematik ve metafizik ilimleri tek tek felsefeyi oluşturmaktadır. Fizik ve metafizik, deneysel olarak “aklın” kendi başına bırakıldığında neyi bilip neyi bilmediklerini ispatlamaktadır. Bugünün düşünüş temellerinin kaynağı olan ilk ve ortaçağ filozofları, esasen doğaya bakarak sorgulamalarını yapmıştır. İsa’dan önce VI. Yüzyılda eski Yunan uygarlıklarında yaşamış düşünürler, felsefi düşüncenin kaynağı olarak gösterilmektedir. Çünkü aklın yer aldığı mantıksal çıkarsamalar Yunanlı düşünürlerin eserlerinin odağında yer almıştır.
Felsefi düşünüş, belli bir doğa tasarımı içermektedir. Felsefenin Eski Yunan’daki ilk çıkışına geri gidildiğinde, felsefenin öncelikle bir doğa felsefesi olarak ortaya çıktığı, buna bağlı olarak da ilk filozofların “doğa filozofları” olarak anıldığı görülmektedir. Tarihin bilinen ilk filozofları Sokrates öncesi İonyalı1 doğa bilginleri “Doğa nedir?” diye sorguladıklarında; aslında dünyanın yapıldığı temel töz2(özdek, madde) ya da tözlerin ne olduğunun yanıtını aramaktaydılar. Doğanın belirli ve değişmez kanunları olduğunu düşünen bilimin Miletoslu öncüleri, doğa olaylarının oluşumunu özgür düşünce yöntemi ile ele almışlar ve birçok bilimin temellerini atmışlardır. Bu bilim adamları ''İonya Doğa Filozofları'' veya ''Miletos Okulu'' olarak anılmaktadır. Miletos'ta doğan Miletli Thales(M.Ö. 624–546) en eski ve en ünlü “Doğa Filozofu” olarak bilinmektedir.
Doğa tarihi ile ilgili çalışmaları olan Carolus Linnaeus(1707–1778) ve Comte de Buffon’a(1707–1788) göre klasik dönemin doğa tarihi çalışmalarının babası Ulisse Aldrovandi(1522–1605) olarak gösterilmelidir.3 Tıp ve felsefe ile ilgilenen ve eski kaynaklarda Aldrovandus olarak adı geçen Aldrovandi’nin doğaya yönelik çalışmaları, kendisinin doğa tarihçisi olarak adlandırılmasına yol açmıştır ve 1565’li yıllarda Bologna Üniversitesi’nin ilk Doğa Bilimleri Profesörü’dür. 14 ciltlik “Doğa Tarihi” adlı eseri olan Aldrovandi sadece teorik yönüyle değil, 1568 yılında Bologna’da kendisi tarafından yapılandırılan ve yönetilen halk botanik bahçesi örneğindeki gibi eylemleriyle de öne çıkmıştır.
Bununla birlikte “çevresel etik” konusunun felsefenin belirli bir disiplini olarak 1970’li yıllarda geliştiğini söylemek durumundayız. Çevre etiği konusunun önemi ve farkındalığı sağlamada özellikle kimyasal atıkların kamu sağlığı ile yaban hayatına olan ciddi etkilerinin konu alındığı Rachel Carson’un “Silent Spring” adlı 1962 yılında ilk baskısı yapılan kitabı önemli bir kaynak araştırma4 olarak gösterilmektedir. Bu yayınlar kuşkusuz artırılabilir. XX. yüzyılın en büyük şairlerinden olan Paul Valéry’nin(1871–1945) “Bir metnin kesin bir anlamı yoktur”( il n’ya pas de vrai sens d’un texte) görüşünü oluşturan sözcüklerden birisiyle küçük bir oynamayla;
“Bir metin yoksa gerçek yoktur”( il n’ya pas de vrai sans d’un texte) ya da “yazılı bir metni oluşturulmamışsa olgunun bir değeri yoktur” diyerek, doğa dengesinin bozulmasını konu alan çalışmaların önemini vurgulamak gerekir. Bu çalışmalar sayesinde artan oranda doğadan gelen ve doğayı bozan çevre odaklı felaketler hiç kimsenin görmezlikten gelemeyeceği bir boyuta taşınarak kapsamlı ve çok yönlü sorgulamalarda önemli bir işlevsellik yaratmıştır.
İnsanların yaşadıkları dünyayı kirletmeleri halinde dört unsurun (maddenin dört hali toprak, su, hava ve ateş/okültizm) başkaldırmalarıyla karşılaşacakları öngörüsü(Hermetizm) çeşitli tanımlamalarla tarih boyunca ifadelendirilse de, XX. yüzyıl5 biterken elimizde gören gözlere ve düşünebilen zihinlere mesaj verebilecek düzeyde, yeni yeni ortaya çıkan çevre sorunlarını haber verdiği kadar çözümüne de katkı yapabilecek iyi bir literatür bilgisi oluşmuştur. Bu şekilde bir bakıma, doğanın maalesef parça parça bozulmasını gözler önüne seren “doğanın tahrip tarihi” yazılmaktadır.
Bu makalenin içeriğini oluştururken amacım, farklı disiplinlerdeki düşünürlerin çevre konusundaki çalışmalarında yer verdikleri bilgileri alt alta dizmek değildir. Kuşkusuz insanların kulağından çok gözünün farkındalıkta öne çıkması, alan araştırmalarını önemli kılmaktadır. Bilimsel çalışmaların sonuçlarının ortaya çıkardığı bilimsel destek, toplumsal ve idari farkındalığın artmasına çok hizmet etmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi kurumsal-toplumsal sorumluluk taşıyan doğa korumaya yönelik önlemler alınmasını hızlandırmaktadır.
Ancak sorun anlatımına odaklı değil, ekolojik çevre dengesi için felsefi düşünmenin temellerinin içselleştirilmesini bugünlerde daha işlevsel bulduğumu ve bu doğrultuda metnimin içeriğinin oluşturulmasına özen gösterdiğimi okuyucu ile paylaşmak isterim. Günümüze kadar çevresel etik ile ilgili sorgulamalardan doğan sınıflandırma aşağıda genel bir fikir vermesi açısından yer almıştır.
II. DOĞA-ÇEVRE ETİĞİ GELİŞİMİ
Etik terimi Yunanca ethos yani töre sözcüğünden türemiştir. Etik kavramının özetle iki yönü olduğunu söyleyebiliriz. Etik kavramının ilk olarak çağrıştırdığı duygu, iyi bir insan olmanın gerekliliklerinin neler olduğunun ortaya konulmasıdır. Bağlantılı olarak, bireylerin karşılıklı ilişkilerinde davranışların sınırının neler olduğunun öğrenilmesini sağlamaktadır. Bu nedenle modern anlamda kullandığımız etik konusu içeriğinin temel ilkeleri insanlık tarihinde genelde ahlak felsefesi içinde incelenmiştir. Zaman içinde ahlaki değerler geliştirilmiş ve sınıflandırılmıştır.
-
Ahlaki Duruşların Doğa Lehine Genişletilmesi Süreci
İlkçağ felsefesi Helen döneminde Doğa Felsefesi, “doğaya doğa olarak” yaklaşan ve salt doğaya odaklanılarak yapılan özgül araştırma olarak algılanmasına karşılık, ortaçağ felsefesinde anlam daralmasına uğrayarak metafiziğin bir alt konumu durumuna düşmüştür. Başka bir ifadeyle daha çok maddesel tasarımlardan metafizik tasarımlara doğru değişim göstermiştir. Aralarında farklılıklar taşımakla birlikte, ilkçağ doğa filozoflarının felsefi başlangıçlarındaki varsayım, bütün şeylerin belli bir maddi kaynaktan geldiğini düşünme olan “felsefî maddeciliktir.6 Ortaçağın felsefe geleneklerinde antikçağın önemli filozoflarının ve felsefe akımlarının çoğu, “şüphecilik” hariç geçerliliğini sürdürmüştür. Başka bir ifadeyle Platon, Aristo, Stoacılık din içine saklanarak varlıklarını sürdürmüştür. Gilson bu hususu şöyle izah etmektedir: “Yunan felsefesi olmadan ortaçağ felsefesini anlamak, hatta tasavvur etmek imkânsızdır. Aristoteles, Platon ve Yeni –Platoncular insan düşüncesinin eğitimcileri, yeniden eğitimcileri olmuştur... Kilise Babaları’na uzanan kökenlerden XIV. Yüzyıl sonuna kadar Hıristiyan düşünce tarihi, doğal akıl ile imanın –var olduğu yerde- uzlaştığını sergilemenin ve var olmadığı yerde de bunu sağlama gayretinin tarihi olmuştur”. Gilson’un yorumuna göre; Aristototelesçilik, XII. Yüzyılın insanları için belirleyici bir tecrübe değeri taşımaktadır. Akıl ve imanı ne tek başlarına ne de bir arada ele alabildikleri için birbirinden ayırmaları ve birini diğerine uydurmaları gerekmiştir. Bu gayretten büyük skolâstik sentezler doğmuştur. Skolâstiklerin neden hiç fazla uzatmadan vahyedilmiş dogmadan yüz çevirmediklerini ve din öğretilerine bağlı kaldıklarını bu nedenle anlamak kolaydır.7
Sokrates(M.Ö. 470), Platon(M.Ö. 427–347) ve Aristo(Aristoteles M.Ö. 384–322) gibi kilise/din babalarının eserleri, sınıfta okunabilen ve konuşulabilen düşünceler olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle de , klasik “class-ic” olarak kabul edilerek günümüze kadar sahiplenilerek gelebilmiştir. Bu dönemin eserlerinde doğanın/evrenin anlaşılmasına yönelik sorgulamalar dinle ilişkilendirilmektedir. Benzer şekilde, Skolâstik(Scolastik) Felsefe de ”school” ile ilişkili olup okulda okutulabilen anlamına sahiptir.8 Oysa günümüzde verilere dayanan “Bilim Dünyası” nın görüşleri geçerlidir, ortaçağ için geçerli olan din olarak ortaya konulan bilinenlerdi. Bu husus da okullardaki eğitimin yönü açısından ihmal edilebilecek bir konu değildir. Bu görüşten hareketle, fikirlerin raf ömrüne bakarken çok yönlü ve dikkatli karar vermek durumundayız. Bu husus, aynı zamanda geleceğe sürdürülebilirlik adına aktarmak istediklerimizin sınıflarda yer açarak sağlanabileceğinin hareket noktası olarak önemsenmektedir.
Kendisi pek bilinmese de fikirleri yaygın olarak kullanılan Plotinus (MS 204–270) ilkçağ filozoflarından gerek Aristo gerekse Platon’u iyi analiz edebilmiş önemli bir filozoftur. Plotinus açıklamalarını yukarıdan aşağıya , “Biri/to hen ya da İyi/ta kalon” başlangıç noktası olarak geliştirmiştir. Plotinus’a göre “Bir” esasen iyilik ve güzelliklerin kaynağı “Tanrıdır”, ona daha uygun bir isim bulunamaz ve Bir’e erişebilmeye çalışmak varlığı en iyi olmaya yaklaştırmaktadır.9 Platon tek başına Tanrı’ya erişmeye çalışmanın yetersiz kaldığını ve eylemle desteklenmesi gerektiğini belirtmiştir. Plotinus, iyiliğin ve güzel davranışın topluma en gerekli şey olduğunu göstermeye çalışmıştır. Onun öne çıkardığı bu duruşu, bu makale için çevre korumacı yaklaşımlar bağlamında yorumlandığında temel bir hareket noktası oluşturmaktadır. Hatta bireyin soyut anlamda mükemmele erişmesini, aynı anda hem merdiven çıkıp hem de üzerindeki dış elbiselerinden soyunan kişi olarak tasvir etmiştir.10 Plotinus, Stoacıların dönemsel yeniden oluşum öğretisini kabul etmektedir. Ancak bu görüşlerin nasıl uzlaştırılabileceğini göstermemiştir. Bu konudaki genel düşüncesi, dünyanın her zaman var olduğu ve her zaman var olacağıdır. Duyum dünyası, bir bütün olarak sonsuzdur, onun yalnızca parçaları değişmektedir. “ilahi zihin” ile “varlığa” işaret etmek için sık sık “idea” terimini kullanmaktadır.
Antik çağda Sophokles’in (M.Ö 496–406) Antigone yapıtında yer alan “doğal hak” düşüncesi ile hak kavramı ortaya konulmuştur. Doğal hak, “Tanrının değil, doğanın verdiği bir haktır ve zamanaşımına bağlı değildir”. Doğal hak kavramı ile dil düzleminde insan haklarına giden bir başlangıç yapıldığı düşünülmektedir”.11 Spinoza(1632–1677) doğal hukuk ile doğal yasa arasında ayrımı ortaya koyan düşüncelerinde bu fikirden yararlanarak,”…hiç kimsenin iyi olduğu yargısına vardığı bir şeyden vazgeçmemesi evrensel bir doğa yasasıdır. İnsan ancak daha büyük bir iyiliğe sahip olacağı umudu taşırsa ya da daha büyük oranda bir zarara uğrayacağı korkusuna kapılırsa iyi dediğinden vazgeçebilir” demiştir. “İçinde herkesin doğduğu ve yaşamının büyük bölümünü geçirdiği doğal hukukun ve doğa kurumunun hiç kimsenin istemediği ve üstesinden gelemediği şeyler dışında hiçbir şeyi yasaklamadığını” savunmaktadır. Bu görüşleri tamamlayan hiç kimseye kendimize yapılmasını istemediğimizi yapmamak ve başkasının hakkına kendi hakkımız gibi saygı göstermek12 düşüncesi Spinoza’nın savunduğu temel felsefedir.
Çevresel etik konuları, insanların doğal çevre ile olan ilişkilerinden doğmuştur. Aslında canlı varlıkların “doğası bozan” insan kaynaklı ahlaki yetersizliğin yarattığı olumsuz etkilerden yola çıkılmıştır. Herhangi bir konunun etik boyutunu ortaya koyan yazılar geçmişten günümüze genelde örneklere dayandırılmaktadır. Çünkü “gerçeğe ulaşmada birbirini takip eden diyalogları anlamak için gösterilmesi gereken dikkat, gayret ve kavrama” baskısından bu yöntemle zihinler biraz kurtulmakta ve rahatlamaktadır.
Anlamada kolaylık sağlayan “örnekleme” metodunu kullanarak konuyla ilişkili olduğunu düşündüğüm bir anım ile makalemin içeriğini geliştirmek istiyorum. “Siyaset ve Yönetimde Etik” konulu, internetten toplantı anonslarına hala erişilebilir, katılımcı olduğum bir sempozyumda “Çevre Etiği” konusunu tartışmış ve “etik davranış” ile “siyasetçi” ve “yönetici” bağlantılarını kurmaya çalışmıştım. En önemli tartışma zeminim “kamu yönetiminde gizlilik” konusuyla ilgiliydi. En sonunda özetlediğim kurgu, aşağıda da değerlendirildiği gibi “çevre hakkının insan hakları dizgesinin özü olduğu”, doğaya saygısı olmayan siyasetçilerin kimseye saygısı olamayacağıydı. Ayrıca kamu politikalarının doğaya olumsuz etkisini gizlilik, “gözlerden bir müddet saklıyor, kötü yönetimin zamanında anlaşılmasını engelliyor ve paydaşların davranışlarını etik sorgulama alanına geç alıyordu”. Ancak söz konusu sempozyumun sonuç bildirisinde bu fikrim yer bulmamıştı. Çünkü “Siyaset ve Yönetimde Etik” içeriği ile “Çevre Etiği” ilişkisi kurulamamıştı? Yine 1990’larda “Ergonomi” konulu akademik bir toplantıda çalışmamızı ortaklaştırdığımız bir akademisyen ile neredeyse toplantıdan “dışlanacağımızı” isteyen grup davranışlarını hala hatırlıyorum. Belki toplantıda bulunan bir katılımcı bu yazımı okur ümidiyle, olguyu yazmadan geçemeyeceğim. Kusurumuz veya hatamız, “ işçi sağlığı ve iş güvenliği” ile ergonomi arasında ilişki kurarak, bu sorunun, aslında çevre koruma koşullarının sağlanamamasına dayalı bir etik durum olduğunu Avrupa Konseyi’nden 10 yıl kadar önce söylemekti. İnanılmaz ama toplantı katılımcıları nerdeyse Ankara’ya gitmek için yol masraflarımızın sempozyum üzerinden karşılanması için bir abartılı bir tebliğ konusu uydurduğumuz fikrine varmış gibiydi… Bu anıların varlığını, en iyiye ulaşmada yarışamama kabiliyetinden çok, yeterince sorgulayamama etkisi olarak görmek gerekir. Nitekim Plotinus, âlemdeki varlıkların iyi ve güzel olabilmek için gayret gösterdiğini ama her isteyenin istediğine ulaşamadığını, çünkü “kapasiteleri kadar iyi” olabileceklerini ileri sürmektedir. Bu tespit ise evrensel iyiye erişmek için uygulanması gereken ortak doğruların ortaya konulması ve izlenmesi ve paylaşılması için uygun ortamlar geliştirilmesi gereğini yeterince açıklamaktadır.
Aslında bütün bu anlatılanlar benzeri hadiseler geçmişte yaşanmış olmalıdır ve herhangi bir zamanda da farklı şekillerde karşılaşılabilir. Bağlantılı olarak, gerek mevcut bilgi birikimi koşullarında ve gerekse dogmatik kalıplar içinde bilgilerimizi anlamlandırırken, ahlaki basamaklardan ne kadar yükselerek evrensel ahlaka/etiğe erişebiliyoruz? Çoğu düşünür zamanında anlaşılamadığını belirtmektedir ve zaten çoğu öne çıkan kayda alınmış çarpıcı örnekleri bilim tarihinde görmekteyiz. Ancak algılama ve içselleştirme konusu, sadece düşünsel enerji ile sınırlı değildir. Çıkar ilişkileri de bireysel ve grup odaklı kabulleri etkilemektedir. Sadece mekanik değil zihinsel yönde de geliştiğini düşündüğümüz demokratik ülkelerde bile, kimi araştırmacılar “iklim değişiyor” diye gelecek adına toplumu uyardıkları için mahkemeye çağrılıp sorgulanınca, ülkem adına rahatladım demesem olmaz.
Günümüzde de “tutucu kalıplarla” biçimlendirilmiş yeni “red için red” örnekleri sıklıkla etrafımızda adeta dans etmektedir. Sonuçta, müzakere ortamlarında karşılaştığımız “orta çağ engizisyonu benzeri” karşı koyuş ya da duruşların, stratejik olarak da konuşmalara “ne ilgisi var” diye başlama refleksi yarattığını okuyucuyla paylaşmak istiyorum. Bu metodik yaklaşımı kime borçluyuz?
Demokritos’un (M.Ö. 420) nedensellik bağlantısından bahsetmesi ve meydana gelen her şeyin bir nedene bağlantısının Aristo tarafından ortaya konulması, olguları sebep ve sonuçları itibariyle birbirleriyle ilişkilendirmesi “nedensellik” sorgulamalarını geliştirmiştir. Güneş çıkınca toprak ısındığını, sıcaklık (sonuç) ile güneş(neden) arasında zorunlu doğal sıkı bir ilişki bulunduğunu insanlar biliyorlardı veya bu ilişkinin farkındaydılar. Bilim adamları-düşünürlerce bu zorunlu ilişkiler “tabiat kanunu” olarak kabul edilmiştir. Platon( Politika ve Yasalar) başta olmak üzere filozofların “erdemi” analiz eden çalışmalarını hatırlarsak, her bir analiz için konunun felsefi dayanağının, aslında felsefenin klasik değerlendirme yöntemlerinden yola çıkarak araştırıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kuşkusuz evrenin işleyişinde insan alışkanlığının da varlığının hesaba katılmasına dikkat edilmesi (Berkeley, David Hume) analizlerde önem taşımaktadır. Günümüzde araştırmacılar geçmişte olduğundan daha az baskı altında mıdır? Araştırmacıların üzerine, akademik etik kodları tutturmadaki ısrarlarından dolayı, kalabalıklar herhangi bir nedenle geldiğinde bilimsel gerekleri savunma zorunda kalma konusu sıkıntılı gündemdir. İleride bu konuya tekrar döneceğim.
Çevre etik ilişkisi yaşamın hareketliliğinden kaynaklanmıştır. Felsefi yaklaşım olarak yukarıda da belirtildiği gibi 1970’li yıllarda “çevre etiği” doğrudan işlenmiştir. Kuşkusuz, özellikle 1960’lı yıllarda endüstrileşme, teknoloji ile bağlantılı ekonomik kalkınma hamleleri, kentleşme ve nüfus artışının doğal çevre üzerine olan etkileri gözle görünür hale geldiğinde ahlak felsefesi de gündeme girmiştir. Aslında 1930’ların ekonomik kriz yılları da ekonomistlerin kıt kaynak, yenilenebilir, yenilenemez kaynak olgusunu gözden geçirmeye başladığı dönemler olarak değerlendirilmektedir. İktisat ilminin, “ahlak felsefesi” içinde incelenmesi de bu etki-tepki ilişkilendirmesini kolaylaştırmıştır.
Farklı filozoflarca geliştirilmiş farklı cevaplarla yaşamın sürdürülebilirliğinin sorumluluğunda insanın aldığı rol, çevresel etiğin değişik yönlerini karşımıza getirmiştir. Aslında felsefe ile yapılmak istenen de klasik rolünün etkilerini yeniden denemek yada sorgulamaktır. Sokrates “Bir şeyi daha iyi kullanmak için onunla ilgilenmemiz gerekir” derken, Aristo ise; “Bir şeyi bilmemiz için varlık nedenini ortaya koymak gerekliliğini” sorgulamıştır. Kant(1724–1804) zaman ve mekânın özne ile ilişkisini kurup, vaktiyle oluşmuş bir bilginin değişebilirliğini göstermiştir. Neticede felsefenin tarihten gelen geliştirilmiş tartışma yöntemleri bizi iyiye, doğruya ve güzele ulaştırmada uyarıcı, yol gösterici rol üstlenebilir. Dolayısıyla yeniden ve yeniden işlenebilir.
Günümüze kadar çevresel etik ile ilgili fark ediş ve sorgulamaların gelişimine bağlı olarak sınıflandırma yapılabilir. Genel olarak ahlaki duruşlar insanın yararına değerlendirilirken, insanın yararlandığı hayvanlar ve bitkiler de yine onun yararı için “gözetilmektedir”. Bu şekilde “varlıkların hakkı” kavramına bir geçiş yapılmıştır. Ancak sürdürülebilir yüksek çevre kalitesi hedefi için toplumların ekonomik, sosyal ve kültürel yapısı bu yeni kabule uygun hale getirilmelidir. Çevre adına yapılacak fedakârlıklarda rol ve sorumluluklar nasıl gelişecektir. Ülkelerin sorumlulukları için neler yapılabilir.
Ahlâk fenomeni (bilgi) felsefi açıdan incelendiğinde,13 içeriği ve ahlâk düşünüşü çağlara, toplumlara göre değiştiği görülmektedir. Toplumun yapısındaki değişmelere bağlı olarak, davranış biçimleri üzerindeki ahlâk değerlendirmeleri de değişmektedir. Ahlâk kuralları çağdan çağa, toplumdan topluma değişmektedir. Ahlâksal tavır ise insanın içinde bulunduğu toplumsal çevre ile ilgilidir. Bu çevre ilkel bir insan için kabile çevresi, bağlı bulunduğu soy soptur. Uygar insan için bu çevre ulusa, devlete hatta uluslararası bir platforma uzanmaktadır.
Kant’ın(1788), erkek merkezli hak tanımı özetle, “bireyin diğer bireylerle bağdaşabilir özgürlüğü” temeline dayanmaktadır.14 Aldo Leopold’un(1946), çevre etiği ile ilgili hak kavramına bakışına göre; biyolojik toplumun bütününü ve devamlılığını koruma isteği, “hakkı” doğurur, eğer bu istek bundan başka bir şeye yönelirse o istek artık hak olmaktan çıkmaktadır. “Doğal kaynakların hakları” gibi yeni boyutlara ulaşmasını sağlayacağımız etik, kendi sınırlarını da zorlayarak birçok darboğazın aşılmasına katkıda bulunabilecektir.
Ahlâk, ilgi alanını hakla sınırlandırmayı öğrenmiştir. Kabul edilen hak kavramı ile bağlantılı olarak doğru, iyi, güzel ve adil olanı ayırmayı bize bırakır. Ahlâk ve ödevin sınırlarını, nasıl olması gerektiği sorusu ile genişletebildiğimiz ölçüde, insan davranışının normlar boyutu olan ahlâkın kısırlılığı aşılır ve bu anlamda “etik yapı”, mükemmelliği yakalayabilir.15 İnsan merkezli ideoloji çerçevesinde doğa yönüyle etik bir boşluk bulunmaktadır. Bu boşluk, doğal dengenin sağlanmasına ilişkin olarak, insanların tanı gecikmesini aşarak zamanla “doğanın kendi düzeninde var olan” değeri benimsetecek hak tanımlamaları ile giderilecektir.
Klasik hümanistik ahlâk, eko-sistemi bilinmeyen bir âlem olarak ele almaktadır. Biyolojik hakları elde etmek zordur ve biyolojiye, ahlâki haklar zorla kabul ettirilmiştir. Öte yandan ekonomik gelişme eko-sisteme dayanmaktadır. Bu bağlamda temiz hava, temiz su, orman politikası, yenilenebilir ve yenilenemez nitelikli tüm kaynakların korunmasıyla ilgili bütün mevzuat düzenlemeleri eko-sistem düzeyinde bütüncül bir uygulama ile bağlantılıdır. Bir bakıma 1776 yılına gelinceye kadar ahlak felsefesi içinde incelenen İktisat, geleceğini yine geçmişinde mi aramaktadır?16
Pragmatik olarak tamamen bizden kaynaklanan nedenler tartışılırken ne yapacağımıza karar verebiliriz. Hümanizm, eko-sisteme saygı için gerekli araçlardan biridir. Bu araçlara sahip olduğumuzda, eko-sistemi korumak için gerekli tedbirleri almayı düşünebiliriz. Aslında çevre değerlerine saygı insana saygıyı da kapsar ve bir bakıma saygının başlangıcıdır. Başka bir ifadeyle insana saygı, çevre değerlerine de saygının bir açılımıdır. Dolayısıyla çevrenin odağında etkileyen olarak insan olsa da, diğer varlıklarla aynı mekânı(oikos)17 paylaşmaktadır. Oikos, bir ailenin evi olabileceği gibi bir şehir ve hatta bir ülke anlamına gelebilir. Ekonomi kelimesi içerisindeki oikos, açıkça kurucusu ve yöneticisi insan olan bir evdir. Buna karşılık “ekolojik” kelimesi, insanların hayvanlar ve bitkiler ile beraber tüm yaşam alanını kaplayan ortak bir ev yani “oikos” içinde yaşadığımıza dikkatimizi çekmektedir. Bu oikosun kendine ait bir iç düzeni vardır. Bu düzen ev içindeki yaşamın gelişmesi ve evriminden sorumludur. Açıkça bilinmektedir ki, “doğa evi” ve onun ilkeleri, insanlık tarafından oluşturulmamıştır, o halde insanlar tüm diğer canlılarla birlikte bu evde misafir durumundadır.
Bu söz konusu düzen, Yunanca “logos” kelimesinden gelen “lojik” eki ile gösterilmektedir. Heraklitos’un (M.Ö. 6. yüzyıl) felsefesinde “logos” tüm varlıkların ve dolayısıyla tüm evrenin prensibidir. Logos kavramı, geniş bir kavram olan ekolojinin tanımlanmasında yer alır. Ekoloji, doğanın kendi kendini organize etmesinin bilimidir. Bu prensiplere göre yeni düzenler, ekosistemler, türler, bitkiler, maddeler vb. evrim geçirmekte ve eskiler yok edilmektedir. Bu prensiplerin tamamına “logos” denilmektedir. Varlıkların hakkını, bu bütünlükte uygulayacak olan da kuşkusuz insandır.
2. Radikal Ekoloji
İnsan merkezli çevre korumacı yaklaşımlar, doğanın bozulmasının önüne geçemeyeceğinden, ideolojik olarak yetersizdir. En iyimser bir yaklaşımla ancak sona varmayı geciktirebilir. Bu nedenle insanın çıkarlarına dayalı bir çevre korumacı ideoloji ile doğanın korumasını sağlamak sürdürülebilir değildir. Hayvanlar ve bitkilerin, bütün canlıların dâhil olduğu bir dünya evinin kurallarını oluşturmalıyız. Bu düşünüş derin ekoloji ifadesiyle, eko-denge adına radikal bir düşünce sistemini oluşturmuştur.
-
Derin Ekoloji- Varlık Hakları
Ekoloji terimi, Alman bilim adamı Ernst Haeckel tarafından 1889 yılında Eski Yunanca Oikos (ev) ve Logos (bilim) sözcüklerinden türetilmiştir. Haeckel ekoloji terimini açıklarken, insana ait bütün bilgilerin ekonomi ile ilgisini belirterek, hayvanların organik ve inorganik çevresiyle olan bütün ilişkilerinin açığa çıkarılması anlatımını kullanmıştır. Bu anlatıma hayvanların ve bitkilerin birbirleriyle dostça ve düşmanca doğrudan veya dolaylı bütün ilişkileri dâhildir. Bu ilişkiler bir bakıma Darvin’in işaret ettiği gibi “varlığını devam ettirme mücadelesi” döngüsüdür.18
Elton, 1927 yılında bitki ve hayvan topluluklarına ait kavram ve bulguları “Hayvan Ekolojisi” adlı kitabı ile bir araya getirmiştir. Elton’a göre canlılar tek tek değil; aralarındaki beslenme ilişkilerine göre tür grupları halinde ele alınmalıydı. Elton ilk defa türlerin birbirleriyle evrimsel uyumuna ve sistem içindeki değişimlere ağırlık vermiştir. İngiliz biyologu Tansley, 1935 yılında “eko-sistem” sözcüğünü, canlıların birbirleriyle ve çevreleriyle olan ilişkilerinin dinamik bir sistem yarattığı anlamında kullanmıştır.19
Bugün ekosistemi, insana hizmet amacının bir aracı olarak değil, ancak kendi başına bir değer olarak gören “derin ekoloji” olarak adlandırılan düşünüş, insani değerlerin başka varlıklar için de söz konusu olup olamayacağı fikrine dayanmaktadır.20 Öteki canlı varlıkları etik dizgemizin sınırları dışında tutmak ne felsefi, ne toplumsal olarak kabul edilebilir olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır. Başka bir anlatımla, etik alanında nesneyi özne yapabildiğimiz, onu özneleştirdiğimiz oranda ona bir etik değeri yüklemiş olmaktayız.21
“Doğal kaynakların hakları” gibi yeni boyutlara ulaşmasını sağlayacağımız etik kurgu, insan merkezli ideolojiye karşı henüz tam bir hâkimiyet sağlamış değildir. Bu çerçevede doğanın korunması yönüyle etik bir boşluk bulunmaktadır. Bu boşluk, doğaya ilişkin olarak, insanların tanı gecikmesini aşarak getirecekleri(zaten var olan) haklar ile giderilecektir.
Eko-sistem; aynı kaderi paylaşan, denizde ve karada yaşayan bitki ve hayvanları içeren bir canlılar topluluğudur. Eko-sistem hayata devamlılık ve destek vermektedir. Ekolojistler eko-sistemi; türlerin hayatta kalma istekleri için “organizma ihtiyaçlarının karşılanması” anlamında objektif olarak yeterli toplumlar şeklinde kabul etmektedir. Objektif süreçteki bu hükme karşılık sübjektif olarak, ahlâkçılara göre ise; eko-sistemler “görevleri” ile ilgili olarak yeterli toplumlardır. Onlara göre, doğa için ahlâkın yapabileceği bir şey yoktur, yalnız insanlar ahlâki sübjeler ve görevin objeleridir. Başka bir ifadeyle sadece insanların sübjektif ve objektif yönden fonksiyonları vardır. Buna karşılık çevre etiğinin amacı, ahlâki yükümlülüklerin sınırlarını yeniden tanımlamaya çalışma ve bu anlamda ilkelerini koyma22 olarak belirtilmektedir. Bütün ahlâk ilimleri hayatta uygun bir saygı arar, fakat insan hayatına saygı bütün hayata saygı için sadece bir yan hazırlık olarak değerlendirilmektedir. Sonunda ahlâk ilminin bahsettiği şey, insan ve insanın ilgisi dışında kalan yeni bir şeyleri görmektir.
Kapsamlı bir çevre etiği, değerlerini ve fonksiyonlarını dünyamızda bulacaktır. Bütün ahlâki görüşler ise yaşam için uygun birer yol göstericidirler. Bu ekolojik anlayış, biyoloji ve ahlâkın alışılmamış bir işbirliğini gerektirmektedir. İnsan tercihlerinin ötesinde, doğanın değeri yoktur, görüşü doğru/bilimsel bir yaklaşım değildir. Bu nedenle “meta-ekolojiye” yönelmek durumundayız23 fikri geliştirilmektedir.
Özetle, “saygı sözcüğü”, bitki ve hayvanlara saygıyı da gerektirmektedir. Bitkiler ve hayvanlar şikâyet edemez ve hakları insanlar tarafından korunmayı gerektirmektedir. Bu nedenle de, dünyadaki canlılara için nasıl bir sorumluluk anlayışı gereklidir sorgulamasıyla gelen stratejiler günümüzde öncelikli bir konuna sahiptir.
-
Sosyal Ekoloji ve İdealizm
Sosyal sorunlar ve toplumsal baskıların ekoloji üzerine etkileri, çevre sorunlarının nedeni ve sorumlularının “bulunup ortaya çıkarılması” amacını karşılamaya yönelik, sosyal ekolojik analizler kullanılmaktadır. Çevre sorunlarının büyük bir kısmı ekonomik gelişme için yapılan ekonomik faaliyetlerden kaynaklanırken, ekonomik gücü olmayanlar aynı zamanda sorunlu alanlarda oturan ve daha çok zarar görendir. Ayrıca toplumsal algılar da çevre sorunlarının giderilmesinde dikkate alınması gereken bir husustur. Marksist analizlerde de üretimin eşitlik, özgürlük ve mülkiyet gibi konularda toplum aleyhine gelişen paradoksallıklar24 ortaya konulmaktadır. Bu görüşlere göre özetle, her “özel işte” sadece toplumsal yararlılıklar değil, bireylerin özgür iradeleriyle sıkı sıkıya bağlı insan haklarının kurucu referansları da iptal edilmektedir.
Bu tanımlamalar bir dizi sorgulamaları beraberinde getirmektedir. Yukarıda kullanılan “iyi, doğru, kötü ve yanlış” sözcüklerinin herkes için ne anlama geldiği konusunun tereddütlü ve yoruma bağlı olmaktan çıkarılması önem taşımaktadır. Öncelikle etik değerler kişiye bağlı (sübjektif) olmamalıdır. Herkes doğruluğunda oydaşmalıdır. Esasen etik standartlar oluşturma gerekliliği, sübjektif olmaması nedeniyledir. Aksi takdirde etik sorgulamaları müzakere etmek gereği ortaya çıkmazdı. Farklı kültürel ve sosyal altyapıya sahip kişilerin farklı etik kurallarından söz ediyorsak, ülkesel çoğunluk aynı etik kuralda birleşemiyorsa, aslında tartışılan konu, küresel ölçekte henüz “ahlaki değerler” düzeyinde demektir.
Sosyo-kültürel analizlerden hangilerini etik sorgulamaya taşımalıyız? Ahlaki değerleri bir “piramit” içinde farklı seviyelere yerleştirmek gerekirse, sosyo-kültürel değerleri(kız çocuklarını okutmamak gibi evrensel ahlaki ölçülerin dışında değilse) ülkesel hatta ülke içinde bölgesel farklılıkları nedeniyle tabana koymamız ve herkese kabul ettirmek için tartışmamamız gerekir. Zirve ise “etik değerlere” ayrılmalıdır. Zirve değerlerin tüm dünyaya “çevre koruma-kullanma dengesi, kişisel haklar ve özgürlükler, dayanışma, varlık hakkı” gibi kazandırılması için üzerinde çalışılarak, uluslararası kurallaştırmanın sağlanması, yaygınlaştırılması için iyi bir yöntemdir.
Bir olgunun etik dışı kurgusu ülke içinde veya dışından açıkça görülse de toplumsal uygulamaların ısrarla sürdürüldüğü otoriter ve totaliter baskıcı rejimlerde etik olmayan duruşların yaygınlığı, sözde hukuki yapılar oluşturulmak suretiyle, “haklılık” varlığı kuşkusuz iddia edilemez. Etik kabullerin yaygınlaştırılmasında toplumsal çıkarlara odaklı-hukuki sistemin zorlayıcı varlığı etkili olmaktadır. Aksi de gelişebilir ve siyasi çıkarlara odaklı ve etik olmayan bir çizgiye topluluklar taşınabilir.
Bazen gerçekler, “göründüğü gibi” gelişmeyebilir. Etik düşünme ve davranma belki bir ideoloji olarak düşünülmesi gereken statüye sahiptir.25 Bu kabul ise etik kurgunun, bilindiği gibi belirli kalıplar içinde hareket etmeyi önermesi ve evrensel kabullerle desteklenen gelişmeler ile bağlantılı olmasına dayanmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |