GÜL DEVRİ
Mustafa ATALAR
BAŞLANGIÇ
Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla….
Her işte olduğu gibi, ağız açıp dinlenmeye değer sözler söylemek, kalem tutup okunmaya değer yazı yazmak isteyen herkese düşen ilk şey, sözlerine ve yazılarına her şeyde olduğu gibi güzellikte de eşsiz ve benzersiz olan bütün güzelliklerin Yaratıcısı, Yüceler Yücesi Allah’a hamd ü senâ, O’nun adı güzel kendi güzel sevgili kulu ve Peygamberi Muhammed’e de salat ü selamla başlamaktır.
Biz de öyle başlayalım!
Bütün güzelleri ve güzellikleri yaratan, bütün çirkinleri ve çirkinlikleri güzelleştirmeye muktedir olan, affına, keremine, lütfuna, ihsanına hudut bulunmayan Yüce Rabbimiz, umalım ve niyaz edelim ki; bizde de kendine has kıldığı kullarında ve insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmet olan sevgili Hazreti Muhammed ümmetinde görmeyi istediği, görmekten hoşlandığı güzellikler yaratsın! Çirkinliklerimizi güzelliklere çevirsin; bize, işimize, gücümüze, içimize, dışımıza, özümüze sözümüze, yazıp çizdiklerimize kendi sınırsız güzelliğinden güzellikler versin! Değersiz işlerimize, sözlerimize, yazılarımıza kendi hazinesinden paha biçilmez değerler katsın, bunları hepimiz için hayırlı, uğurlu, faydalı, verimli ve bereketli kılsın!
Bütün hamd ve senâlar, tahiyyât ve tayyibât, kavli (sözel), bedeni ve mali bütün ibadetler, yalnızca ve yalnızca Alemlerin Rabbi olan Allah’a layıktır ve O’na mahsustur. Rızası adedince O’na sonsuz hamd ve senalar olsun! Yalnızca O’na kulluk eder, yalnızca O’ndan yardım dileriz. O, vardır, birdir, tekdir, eşi, benzeri ve ortağı yoktur. O hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değil, herkes ve her şey O’na muhtaçtır. Her varlığı O var etmiştir, her varlık varlığını O’na borçludur.
Bizden istediği ve bize emrettiği şekilde bütün salât ve selamlar, sevgi, saygı ve bağlılıklar da hidayet rehberi, dininin önderi, âlemlere rahmet, iyilikleri, güzellikleri müjdeleyici, kötülüklerden, çirkinliklerden, kötü sonuçlardan da uyarıcı, korkutucu olarak gönderdiği, kendisini sevmeyi ve kendisi tarafından sevilmeyi ona uyma şartına bağladığı, O’na kulluk ve elçilik görevini en güzel şekilde başarmış sevgili Peygamberi’ne, onun âline, ashabına, kıyamete kadar onun izince ve yolunca gidenlere, ona uyanlara, ahlakıyla ahlaklananlara olsun!
Kendimiz olamadığımız gibi, bütün ibadet ve taatlerimiz de O’na layık olmasa da, O’nun emri bize ruhsat ve izin oldu da, elimizden geldiğince O’na kulluk adına, ibadet ve taat adına bazı ameller ve fiiller işlemeye, sözler söylemeye, böylece O’nun hoşnutluğunu ve rızasını aramaya çalışıyoruz. Bize bu büyük şerefi bahş eden Rabbimize rızasınca ve hoşnutluğunca sonsuz ve sınırsız hamd ü senâlar olsun! Bunca eksikliğimizle, kusurumuzla, varlığında, birliğinde, hükmünde, tasarrufunda, gücünde kudretinde tek ve sınırsız olan O Yüceler Yücesi Allah’ı bilmekte, tanımakta, anlamakta, takdir etmekte, O’na layık olduğunca hamd ü senâlarda, tesbih ve tenzihlerde, tekbir ve tehlillerde, kulluk, ibadet ve taatte bulunmaktaki aczimizi, kusurumuzu, isyanımızı da biliyor ve itiraf ediyoruz.
O, zaten Yüceler yücesidir. O’nun daha fazla yüceltilmeye, ululanmaya, ibadet ve taate ihtiyacı yoktur. Bizim eksikli, kusurlu, O’na yaraşıp yakışmaktan çok uzak ve yetersiz ibadetlerimizin, taatlerimizin, kulluklarımızın, hamd, tesbih, tekbir ve tehlillerimizin de O’nun yüce şanını yüceltmeye hiçbir faydası yoktur. Umudumuz ve duamız O’nun bunları, kendi lütfuyla ve keremiyle tam ve yeterli kabul etmesidir. Biz, hiçbir hatamızla, günahımızla, kusurumuzla, isyanımızla O’na hiçbir zarar veremeyiz. İsyanlarımızın, hatalarımızın, günahlarımızın bütün zararları da yalnız bizedir. Bizden çok daha iyi görüp bildiği günahlarımız, hatalarımız yüzünden bizi cezalandırmamasını, aczimize acıyıp mazeretlerimizi kabul etmesini, sonsuz ve sınırsız affı, keremi, rahmeti, mağfireti, lütfu ile bizleri de bağışlamasını, cömertliğine, ihsanına bizleri de dâhil etmesini diliyoruz. Yine O’nun sınırsız lutuf ve kereminden, dünya ve ahıretin bilip bilmediğimiz bütün iyilik ve güzelliklerine, üstünlüklerine, mutluluk ve saadetlerine erişmemizi sağlayacak tevfikini, desteğini, yardımını, korumasını, hoşnutluk ve rızasını, nusret ve yardımını bize yoldaş etmesini, bizlere hayır kapıları açmasını, bütün şer kapılarını kapamasını, bilip bilmediğimiz bütün düşmanlarımızın şerlerinden bizleri muhafaza etmesini, rızasına uygun işlere yöneltip bizleri eşsiz başarılara, zaferlere, nusretlere erdirmesini, göz açıp kapayıncaya kadar bile bizi kendi nefsimizle baş başa bırakmamasını umuyor ve niyaz ediyoruz.
O güzeller güzeli, O yüceler yücesi Rabbimiz, arada bizim O’na giden yollarımızı kesecek çekingenlik, utangaçlık kalmasın diye, bize kendi cinsimizden peygamberler seçip gönderdi. ‘Gelin!’, ‘Korkmayın!’ ‘Çekinmeyin!’, ‘Başka yollara gitmeyin!’ ‘Kendinizi ateşe atmayın!’ diye bizi kendisine, kendi yoluna, izine, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akıllardan hayallerden geçemeyecek büyük devletlere ve nimetlere çağırdı. Bizi peygamberlerin en üstününe ümmet kıldı. Artık bu kadar lütuf ve keremden, çağrı ve davetten sonra O’nun çağrısına, davetine, davetçilerine uymayanlara, O’na yönelmeyenlere ‘Veyl olsun, Vah, Yazıklar olsun!’ demekten başka ne denebilir?
Âlemlere rahmet, Peygamberlerin sonuncusu, insanların ve cinlerin peygamberi, onsekizbin âlemin Mustafa’sına Allah’ın rızası adedince salat ve selamlar olsun! O, öyle bir peygamberdir ki, ona benzer biri ne gelmiştir, ne de gelecektir! O, bu yüzden son peygamber olmuştur. Sanatında son derece ileri gitmiş, o zamana kadar hiç kimsenin erişemediği, ondan sonra da kimsenin erişemeyeceği bir seviyeye ulaşmış, başarılamayan ve başarılamayacak kadar büyük işler başarmış büyük bir üstat ortaya çıktığında ona: “Bu iş, bu sanat, sende bitmiştir!” derler. İşte geleceği hep müjdelenmiş ve beklenmiş, kendisi için bütün mühürler kaldırılmış, bütün kapalı kapılar ve kapalılıklar açılmış olan Hazreti Muhammed (SAV) de hatemdir (Peygamberlik görevinin son mührüdür). Diğer Peygamberlerden kalan mühürleri, Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar. Açılmamış kilitler vardı; onlar, ‘İnna Fetahnâleke’ ‘Biz sana apaçık bir fetih ve zafer yolu açtık!’ (Kur’an, 48. Sûre (Fetih), Ayet:1) eliyle açıldı. Eksiklikler, noksanlıklar onunla ve onun diniyle tamamlandı, kemale erdi. Bu iş onunla ve onda bitmiştir. O can bağışlayanlar âleminde bir Hatem’dir. O’nun işaretleri, mühürleri kaldırmada ve kapıları açmada tam anlamıyla açıklık içinde açıklıktır.
PEYGAMBER VE GÜL
Onun kadrini ve kıymetini gerektiği gibi bilebilmek, onu layık olduğunca sevebilmek, anlayabilmek, tanıyabilmek herkesin kârı değildir. Bu yüzden özellikle edebiyatımızda o, remzlerle sembollerle anlatılamaya, tanıtılmaya ve övülmeye çalışılmış, şairlerimizin, ediplerimiz dilinde onun remzi ‘gül’ olmuştur. Farsça’da bütün çiçeklere gül derler. Bizim gül dediğimizin adı ise Gül-i Muhammedi (Muhammet
Çiçeği)’dir . Onu gerektiği gibi anlamak, anlatmak, tarif etmek, tanımlamak mümkün olamadığı, gülü de herkes bilip ve tanıdığı için gül, Peygamber efendimize remz olmuş, sembol olmuştur. Şairin:
Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz.
dediği gibi gülün tanıtmaya, tarife ihtiyacı olmadığı için, ediplerimiz ve şairlerimiz onu gülle tanıtma, güle benzetme kolaycılığına kaçmışlardır.
GÜL DEVRİ
Onunla başlayan devir, devirlerin en üstünü olarak kabul edilmiş, bazı şairlerimiz bu devri bir Gül Devri olarak nitelemişlerdir. Onunla başlayan kıyamete kadar sürüp gidecek olan bu Gül Devri’nde, Allah onun ve onunla gönderdiği dinin ıtırlarını, eşsiz kokularını ve güzelliklerini bütün dünyaya saçmış, nihayet bütün dünyayı onun güzel kokuları tutmuş, dünya gül kokulu bir gülistana dönmüştür. Zevk-i selim sahibi olanlar, doğruyu, hakkı güzeli görebilenler, duyabilenler, anlayabilenler bu gülistanın bülbülü olma şerefine ve mutluluğuna erebilmişler, ebedi âlemin ölümsüz gülistanında onunla bir araya gelebilmenin aşkını, şevkini, özlemini terennüm edip durmuşlardır.
Şairlerimizce asırlardan beri onun canı gül, teni gül, teri gül, aslı gül, nesli gül diye tarif edilmiş, kızıl gülün o güzel rengini onu görüp utanmanın mahcubiyetinden ve humarından aldığı, en güzel kokan güllerin onun teri damlamış gül goncasından aşılandığı söylenmiştir. Bu benzetmelerin, karşılaştırmaların, yakıştırmaların onu yücelttiğini sanmak çok büyük yanılgı olur. Çünkü o, o kadar yüce, üstün ve şereflidir ki güle benzetilmek onun üstünlüğüne ve güzelliğine hiç bir şey katmaz. Bu övgülerle yüceltilen aslında o değil, güldür.
Teşbihlerde, benzetmelerde genellikle benzeyenin benzetilenden daha üstün olması gerekir. Hâlbuki üstünlük gülde değil, ondadır. O nebiler nebisinin üstünlüğü hiçbir yaratılmışın üstünlüğüyle kıyaslanamaz, dolayısıyla onunla ilgili her benzetme eksik bir benzetmedir. Peygamberin kendisine benzetilmesi, gülü bile öyle utandırmış ki, humarından, utancından kızardıkça kızarmış, o meşhur güzelliğini de bundan almıştır. Gül, o güzeller güzeline benzetilmekten öyle memnundur ki, dünyanın bütün çiçeklerine karşı bu benzetmeyle iftihar eder. Bununla kendisini bütün dünya çiçeklerinin en üstünü, en şereflisi, efendisi, şahı, sultanı görür. Bunda da yerden göğe kadar haklıdır.
Bu benzerlik yüzünden asırlar boyunca eller nakış nakış, desen desen gül dokumuş, kağıtlar renk renk, deste deste gül okumuş, bülbüller onun aşkından mecnuna dönüp en güzel şarkılarını güllere okumuş, onun renginin şulesine kendini kaptıran sayısız aşıklar pervaneler gibi gözlerini kırpmadan kendilerini onun aşkının ateşine atmış, o gülün her değdiği yer ıtır ıtır gül kokmuştur.
Bu konu bitmeyecek kadar uzun, bu kaynak tükenmeyecek kadar gür ve coşkundur. Aşıklar Sultanı Mevlana o Gül’ü kastederek: "Eğer ben şimdi burada Gül'ün (Hazreti Muhammed’in) vasıflarını şerh etmeye kalkacak olsam ve bunu hiç susmadan devamlı anlatsam, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez." sözleriyle onu sözle veya yazıyla anlatmanın ve vasfetmenin ne kadar zor, hatta imkansız olduğunu pek güzel ifade etmiştir.
En iyisi belki bizim de haddimizi bilip, sözü kısa kesmek olacaktır ama ondan söz etmenin, onu anmanın şerefinden mahrum kalmamak da bir zorunluluktur. Nitekim onun Saadet Asrından beri, peygamber aşıkları, gönül ehli, nice aşk ehli edipler ve şairler, o Gül'ü ciltler ve kütüphaneler dolduracak kadar çok manzum ve mensur eserlerle, na’tlarla, şiirlerle, hadsiz, hesapsız güzellemelerle anlatmaktan geri kalmamışlar, hatta o Gül hakkında şiiri olmayan şairi şairden bile saymamışlardır. Ümmi Sinan (Ölümü 1568) O’nun Gül Devrini şöyle anlatıyor:
Seyrimde bir şehre vardım
Gördüm sarayı güldür gül
Sultanının tâcı tahtı
Bağı duvarı güldür gül
Gül alırlar gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gül ile gülü tartarlar
Çarşı pazarı güldür gül
Toprağı güldür, taşı gül
Kurusu güldür, yaşı gül
Has bahçenin içinde
Servi çınarı güldür gül
Gülden değirmeni döner
Onun ile gül öğünür
Akar suyu döner çarkı
Bendi pınarı güldür gül
Al gül ile kırmızı gül
Çift yetişmiş bin bahçede
Bakışırlar hâre karşı
Hârı ezhârı güldür gül
Ümmi Sinan gel vasfeyle
Gül ile bülbül derdini
Yine bu garip bülbülün
Ah u figanı güldür gül
Şairlerin şairliklerinin ispatı için beşeriyetin en hayırlısı, en şereflisi, evrenin o en güzel gülü olan o sevgililer sevgilisi peygamberi anlatmak, ona karşı olan sevgilerini, saygılarını ve bağlılıklarını ifade etmek için yazdıkları şiirleri, na’tları, mevlidleri en önemli ölçülerden biri olarak kabul edilmiştir. En büyük şairler, yazarlar, o Gül’ü vasfeden, o Gül’ün sevgisini gönüllere eken, gönüllerde çoğaltan ve yaygınlaştıran sözleri, kelimeleri, cümleleri, ifadeleri ile eserlerini güzelleştirmeye, dillerini ve gönüllerini coşturmaya, yollarını aydınlatmaya çalışmışlardır. O Gül’ü anmanın, anlatmanın ve sevmenin onları ve sanatlarını nasıl olgunlaştırdığını, olduklarından nasıl kat kat daha fazla ve değerli hale getirdiğini hayretle fark etmişlerdir.
Bütün Gül demleri ve Gül devri boyunca gönüller hep onu özlemişler, gözler her çevrildikleri yerde o Gül'den bir iz aramışlar, o Gül’ü sevenler, aşkı ve sevgiyi o Gül'den öğrenmişler, en büyük şairler ve en güzel şiirler ilhamını o Gül’den almışlardır. O Gül’ün sevgisini kalbine ekip gönüllerini gülistana döndürenler, iki cihanda da güller gibi gülmeyi hak etmişler, niceleri o Gül uğruna malını, mülkünü, varını yoğunu feda etmeyi canına minnet bilmiş, hiçbir şeyi olmayanlar da ‘Malım yok, canım kurban!’ diyerek en aziz varlıkları olan canlarını feda için hiç tereddütsüz ileri fırlamışlardır.
GÜL DÜŞMANLARI
Onun Gül devrinde yaşayıp da onu bilememekten, tanıyamamaktan, anlayamamaktan, sevememekten, onun hayat veren davetine ve çağrılarına uymamaktan daha büyük mahrumiyet, felaket, acı ve ızdırap olabilir mi? Ama gelin görün ki, insanlar, türlü türlüdür. İnsanların içinde çiçekten, gülden, güzelden ve güzellikten hoşlanmayanlar olduğu gibi iyiden, doğrudan, haktan, hakikatten hoşlanmayanlar, hatta düşman olanlar da vardır. Külhanda, pislikte, gübrelikte doğup büyümüş, ömrü boyunca hiç temizlik nedir görmemiş, bilmemiş, her gün sırtıyla küfe küfe pislik taşımış bir kişinin elbette güzel kokulardan ve misk kokusundan hoşlanması beklenemez. Güzel kokular böyle fıtratı bozulmuş kimselere zevk ve mutluluk vermediği gibi, onları incitir, eza ve cefa verir, hatta hasta eder.
Zaten asırlar boyunca insanları Hakk’a, hakikata, iyiye, güzele, doğruya çağıran kurtuluş yolunun önderleri ve rehberleri olan Peygamberlerin, iyi niyetli öğütçülerin çabaları da, ta öncelerden beri küfür, inkâr, dalalet ortamı içerisinde doğup büyümüş, yetişmiş, gelişmiş, her bakımdan küfür ve dalalet pisliklerine bulanmış kişilere fayda vermemiştir. Bunlar, temizle, güzelle, güzellikle, güzel kokularla hiç uzlaşıp barışamamışlardır. Yüce Allah: ‘Müşrikler necistir, pistir (Tevbe Suresi, Ayet:28)’ ayetiyle müşrikleri inkârcıları, sapıkları da pis, necis ve murdar olarak nitelemiştir. Müminlerle müşriklerin asla uzlaşamayacakları gerçeğini de: Pis, murdar, kötü kadınlar, kötü erkekler içindir; pis, murdar, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir, onlara uygundur, onlara yaraşır, onlarla uzlaşır barışırlar. Aynı şekilde temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır, onlara layıktır. O temizler (bu iftiracıların) söylediklerinden çok uzaktırlar. Bunlar (bu temizler) için (Rablerinden) bağışlanma ve güzel rızıklar vardır (Nur Suresi, Ayet: 26)’ ayetiyle çok güzel açıklamıştır.
Rahmeti ve merhameti sonsuz olan Allah, insanların küfür, inkar, sapıklık, dalalet bataklıklarında kalmalarına razı olmaz. Bu yüzdendir ki, bu zavallılar, küfür ve dalalet bataklıklarında kalıp helak olmasınlar, onların önlerine de ebedi mutluluk ve saadet kapıları açılsın diye, onları içine düştükleri pisliklerden arındırsınlar, güzel öğütlerle, nasihatlerle Allah’a, hakka, hakikate, iyiye, güzele, doğruya çağırsınlar diye onlara kendi içlerinden tertemiz peygamberler göndermiştir. Fakat insanlardan pek azı bu davetleri ve davetçileri kabul etmiş, bu çağrılar çoğu insanların azgınlığını, sapıklığını, necisliğini, murdarlığını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Pisliklere karışıp bulanmış, pislikle bir olmuş birisi artık nasıl güzel şeylerden, güzelliklerden ve güzel kokulardan hoşlanmaz hale gelir, hatta hasta ve rahatsız olursa, küfrün ve şirkin kötü ve pis kokularına alışmış müşriklere, inkârcılara da o tertemiz peygamberlerin öğütleri ve nasihatleri fayda vermemiştir. Bunlarla peygamberleri arasındaki ilişki, pislikler içinde yetişmiş, pislikle bir olmuş birisinin, güzel kokulardan rahatsızlanıp hasta olması üzerine, kendisini tedavi etmek için misk, amber, gül suyu gibi güzel kokulardan ilaç yapıp vermeye çalışan doktorla hasta ilişkisine benzemiştir.
Bu gibilerin vahyin güzel kokusunu duydukça nasıl daha fazla eğrildikleri, azıtıp, sapıttıkları, hasta oldukları, kendilerini kaybedip, bu güzellikleri kendilerine tebliğ edenlere: ‘Biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık! Eğer bu sözleri kesmez, devam ederseniz, sizi taşlar, memleketimizden çıkarırız. Size her türlü kötülüğü yaparız! (Yasin Suresi, Ayet:18)’ gibi tehditler savurdukları, bağırıp çağırdıkları Kur’an’da bize örnekleriyle açıklanmaktadır. Bunlar, peygamberlerine: ‘Sizin öğütleriniz bize eziyet veriyor, bizi hasta ediyor. Siz verdiğiniz ilaçla bizim hastalığımızı, dertlerimizi yüzlerce kat artırıyorsunuz.’ diyorlardı. Çünkü onların gıdası, yalanlardan, boş lâflardan, asılsız oyun ve eğlencelerden, olmayacak şeylerden ibaretti. Mayaları bunlarla karılmış, bunlarla semirip gelişmişlerdi. Güzel öğütler, nasihatler onların asabını bozuyor, onları çılgına çeviriyordu. Onların Allah’ın nur serpintisinden, hidayetinden nasipleri yoktu. Onlar özsüz kabuklar gibi gönülden, ruhtan mahrum, tamamen bedenden ibarettiler. Sırf bedenleri için yaşıyorlar, sadece onu semirtmeye uğraşıyorlardı.
Nice dermanlar vardır ki, derdi artırır.
Nice devletler vardır ki, yüzü sarartır.
Allah korkusu odur ki, ondan sana gayret gelir.
Korku o değildir ki, gayret ve hararetini soğutur.
Öte yandan, kimin Allah’ın nur serpintisinden ve hidayetinden nasibi varsa, onun nerede büyüyüp yetiştiğinin, meydana geldiğinin de bir önemi yoktur. Hatta böyleleri pislikte oradan çıkmış, pisliklerin içine gömülmüş, orada var olmuş olsalar bile yine kurtulup, temizlenebilir, yücelebilirler. Nitekim bazı sıcak iklimli yerlerde, yumurtaları kuluçkaya yatmış tavukların altına koymak yerine, hayvan gübresi içine gömerlermiş. Zamanı gelince, pislik içinde gömülü olan o yumurtalardan tertemiz civcivler çıkarmış.
TEMİZLİK KAÇKINLARI
Bütün peygamberler ve Allah dostları gibi Hazreti Muhammed’in canı da berrak ve tertemiz bir su gibi hem tertemizdi, hem de insanları manevi kirlerden, pisliklerden yıkayıcı, arıtıcı, temizleyici, tertemiz kılıcı özelliklere sahipti. Yüceler yücesi Allah, ona çok büyük ve eşsiz bir temizlik, temizleyicilik, yıkayıp arıtıcılık bağışlamıştı. Onu yeryüzündeki hainliklerin, kötülüklerin, pislerin kirlerinden ve kirleticiliklerinden de korumuştu. O zamana kadar Haktan hakikatten, hidayetten, Allah’tan iyice uzaklaşmış olan insanlara Allah’ın doğru yolunu ve manevi kirlerden arınmanın yollarını ancak o gösterebilir, onları ancak o iyice yıkayabilir, arıtabilir, temizleyebilir, tertemiz edebilirdi. Ama insanların büyük çoğunluğu değişik sebeplerden dolayı, özellikle de onun peygamberlik görevine başladığı ilk dönemlerde, o temizlik denizi Mustafa’ya yaklaşmak, ona inanmak, itaat etmek, getirdiği gerçekleri kabul etmek, onun vasıtasıyla yunmak, yıkanmak, arınmak, temizlenmek istemiyorlardı. Kimisi iyiden iyiye pisliğe bulaştığı, tam anlamıyla pislik kesildiği için, kimisi ondan, onun temizliğinden utandığı için, kimisi ona haset edip kıskançlık duyduğu için, kimisi de daha başka sebeplerden dolayı ona kin biliyor, düşmanlık ediyorlardı.
Derler ki, çok pis bir adam günün birinde tertemiz bir suyun yanına varmış. Su adamın haline bakmış da ona çok acımış ve şöyle demiş:
- Yazık sana! Gel seni arıtıp, temizleyeyim! Böyle pis kalma!
Fakat o pis adam:
- Gelemem! Ben bu pisliğimle, tertemiz sudan utanırım! Diye cevap vermiş. Bunun üzerine su adama:
- İyi ama, eğer sen benden, benim temizliğimden utanırsan, bu utancın sana fayda değil zarar verir. Bu utanç, seni benden daha da uzaklaştırırsa; sen başka türlü nasıl temizlenebilirsin? Sana arız olmuş bu pisliği benden başka senden kim ve nasıl temizleyebilir? demiş.
Bazıları işte böyle utancından o temiz ve temizleyici Peygambere yaklaşmak istemiyor, ama o yine de gece demeden, gündüz demeden, küsmeden, gücenmeden, yılmadan, bıkıp, usanmadan onlardaki bu yersiz, gereksiz, zararlı utangaçlığı, çekingenliği gidermeye uğraşıyordu.
EBU BEKİR VE EBU CEHİL’İN PEYGAMBER’E BAKIŞI
Ebu Cehil gibi küfrün bazı elebaşları da sırf haset ve kıskançlıklarından dolayı o Gül yüzlü, tatlı sözlü Peygambere düşman olmuşlardı. Şeytan da Adem’den daha aşağı sayılmaktan utanıp arlanmış, bunu bir ayıp telakki etmiş, bu yüzden Adem’e haset etmişti. Şeytan hasediyle yücelmek istemişti ama bu haset onu yüceltmek bir tarafa hepten felaketlere, kanlara, çamurlara, pisliklere bulayıp batırmış, daha binlerce kötülüğe düşürmüştü.
Ebu Cehil de hasedinden, kıskançlığından Hazreti Muhammed’e uymaya utandı. Kendisini ondan daha yüce, daha ulu göstermeye, ondan daha yüksek olmaya çalıştı. Ama sonunda ne oldu? Onun adı önceden Ebülhakem (bilgi ve hikmetin babası) iken, Ebûcehil (bilgisizliğin, cehaletin babası) oldu. Nice ehliyetli, liyakatli kişiler vardır ki haset yüzünden ehliyetsiz, liyakatsiz olup çıkmışlardır.
Peygamber Efendimiz bir gün bir mecliste otururlarken, oraya İslâm düşmanı Ebû Cehil geldi. Hiçbir şey söylemeden Hazreti Peygamberin yüzüne bir müddet dikkatlice baktı. Sonra şöyle dedi:
- Şu Haşimoğullarından ne çirkin bir adam çıkmış! Ey Muhammed! Sen ne çirkin, ne itici, ne kötü, ne acayip bir adamsın! Ben hayatımda senden çirkin birini görmedim!
Peygamber Efendimiz bu çirkin sözlere ve yakıştırmalara hiç kızmadı, öfkelenmedi, olumsuz tepki göstermedi. Hatta son derece sakin bir ifadeyle ona şu cevabı verdi:
-
Ey Ebû Cehil! Bu sözlerinle haddini, hududunu çok aştın ama bununla
beraber kendince doğru da söyledin!
Bunu duyanlar bu sözlere pek bir anlam veremediler. Fakat çok geçmeden aynı meclise Hazreti Ebûbekir geldi. O da bir müddet Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin mübarek yüzlerine baktıktan sonra:
-
Ey Allah’ın Rasûlü! Anam, babam, canım, her şeyim sana feda
olsun! Sen ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne tatlı sözlü, güzel yüzlü, güzel görünüşlü bir insansın! Ben hayatımda senden güzel birini görmedim. Senin güzelliğin doğusu batısı olmayan parlak bir güneş gibi, bütün dünyayı aydınlatıyor!’ dedi. Hazreti Peygamber ona da:
-
Aziz dostum, doğru söyledin! dedi.
Bu sözler orada bulunanların hayret ve şaşkınlıklarını bir kat daha artırdı. Zira Peygamber Efendimiz birbirine taban tabana zıt olan iki söze de aynı şekilde mukabele etmiş, her ikisine de hak vermişti. Merakla sordular:
-
Sana iki kişi geldi. Her ikisi de birbirine tamamen zıt şeyler söyledi.
Birisi 'Çok çirkinsin!' dedi sen onu tasdik ettin, diğeri 'Çok güzelsin!' dedi onu da tasdik ettin. Tutup her ikisine de ‘Doğru söyledin!’ diye karşılık verdin. Böyle bir şey olabilir?
Hazreti Peygamber onlara şu cevabı verdi:
-
Ben Allah’ın cilalanmış, berrak bir aynasıyım. Bana bakan
herkes bende kendi yansımasını görür. Kendisi nasılsa beni de öyle görür! Ebû Cehil bana baktı, kendi çirkinliğini gördü, "Çirkinsin!" dedi. Ebû Bekir ise, bende kendi güzelliğini gördü, kendi yüzündeki Nur-i ilâhiyi seyretti: "Ne güzelsin!" dedi. Her ikisi de kendi samimi görüşlerini ve iç durumlarını ifade ettikleri için ben de bunu tasdik ettim.
BÜYÜK ÇİLELER VE SEBEPLERİ
Daha önceki peygamberler ve ümmetler gibi, Hazreti Peygamber ve ashabı da başlangıçta inançlarını yaşama, insanları gerçeğe çağırma yolunda çok büyük acılar, ıstıraplar çektiler, işkenceler gördüler. İslam ve Müslüman düşmanları, Müslümanlara cevr ettiklerini, kötülük ettiklerini sanıyorlardı. Onların amaçları da niyetleri de yaptıkları gibi kötüydü. Ama aslında onların yaptıkları kötülükler, Müminlerin derecelerinin yükselmesine, imanlarının kuvvetlenmesine, gönül aynalarının silinip, temizlenmesine, cilalanmasına, böylelikle hakkı, hakikati, iyiyi, doğruyu güzeli daha iyi görüp anlamalarına, İslam’ın gittikçe daha fazla güçlenmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramıyordu.
Mekke döneminde kâfirler, inkârcılar, müşrikler, Peygamberimize ve ona inanan ashabına çok ağır baskılar, zulümler, haksızlıklar yaptılar, dayanılmaz işkenceler uyguladılar. Onlarla alay ettiler, hakaretler ettiler, dövdüler, sövdüler, muhasara edip, aç susuz bıraktılar, bazılarını işkenceler altında öldürdüler. Bununla da yetinmediler, onları yurtlarından sürdüler, gittikleri yerlerde de rahat bırakmayarak öldürmek ve yok etmek istediler. On üç yıl boyunca sürüp giden bu baskı, zulüm ve şiddet uygulamaları artık dayanılmaz hale gelmişti. Hatta ashaptan bazıları Allah’ın davetini kabul edip peygamberine uymalarına, hak yol bilip inandıkları bu yolda başlarına bu kadar büyük sıkıntılar, zulüm ve işkenceler gelmesine, müşrikler karşısında Allah’ın kendilerini bu kadar kimsiz, kimsesiz, yardımsız ve çaresiz bırakmasına bir anlam veremiyorlar, üzüntülerini gelip Hazreti Peygamber’e (SAV) de arz ediyorlardı. Hazreti Peygamber onları şöyle teselli ediyordu: ‘Sabrediniz! Allah bir gün bu dini mutlaka ortaya çıkaracak, bu dini ve bu dine inananları bütün dinlere üstün getirecektir. Şimdilik size yapılan her türlü baskılara, zulümlere ve işkencelere sabretmeniz gerekiyor. Bu hem sizin hem de ileride bunlardan da iman edecek olanların imanlarının sağlam ve sahih olabilmesi için gereklidir. Çünkü eğer siz bu sıkıntıları ve acıları hiç çekmeden kolayca bunlara üstün gelecek olursanız, bu sefer de bunlar ileride: ‘Ne yapalım, bunlar bize güçle, kuvvetle üstün geldiler, galebe çaldılar da bizi zorla eski dinimizden döndürdüler, kendi dinlerini zorla kabul ettirdiler’ diyebilirler.’
Onüç yıl boyunca Müslümanlar, Mekke’de türlü zulümlere, işkencelere uğratıldılar. Artık dinlerini yaşayabilme, varlıklarını sürdürebilme imkânı tamamen ortadan kalkınca Allah’ın emriyle Müslümanlar dinleri için öz vatanlarını terk etmek zorunda kaldılar. Ashabın büyük bir bölümü Mekke’yi terk edip, Medine’ye hicret etmek zorunda kalınca, Yüce Allah, Peygamberine de Medine’ye hicret emrini verdi. İsrâ Sûresi’nin 8. ayetinde Allah ona şöyle buyurdu:
“De ki: Ey Rabbim! Beni (gireceğim yere) sıdk (ve selâmet) girişiyle girdir! (Çıkacağım yerden de) sıdk (ve selâmet) çıkışıyla çıkar! Bana kendi katından hakkıyla yardım edici bir hüccet (ve kudret) de ver´ de!" [166]
Dinleri için vatanlarını terk etmek, bütün sahabeye zor geldiği gibi Hazreti Peygamber’e de çok zor gelmişti. Hazreti Peygamber, Mekke’yi terk ederken Hazvere çarşısında durmuş, Mekke’ye ve Kabe’ye bir kez daha dönüp bakarak şöyle demişti:
"Vallahi, biliyorum ki, sen, hiç şüphesiz, Allah’ın yeryüzünde yarattığı yerlerin en hayırlısı ve Allah’a en sevgili olanısın! Bence de yeryüzünde senden daha güzel ve bana daha sevimli ve sevgili gelen bir belde yoktur! Eğer senin halkın beni senden çıkarmamış olsalardı, ben senden çıkmazdım! Senden başka bir yerde oturmazdım!” sözleriyle duygularını ifade etmiş; sonra da Rabbine: "Ey Allahım! Sen, beni beldelerin bana en sevgili olanına götür! Beni, beldelerin Sana sevgili olanında yerleştir!" şeklinde dua etti. (Kastalânî, Mevâhib, c. 1, s. 80, Zürkânî, Mevâhib Şerhi, c. 1, s. 328, Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 305, Dârımi, Sünen, c. 2, s. 156, Tirmizî, c. 5, s. 304, c. 5, s. 722-723, Beyhakî, Delâilü´n-Nübüvve, c. 2, s. 51 8, Alâüddin Ali, Kenzu´l-ummâl, c. 1 2, s. 259, Taberî, Tefsîr, c. 15, s. 149, Vâhidi, Esbâbü´n-Nüzûl, s. 197, Kurtubi, Tefsîr, c. 10, s. 313, Hâzin, Tefsîr, c. 3, s. 177.
Hz. Ebu Bekir de Peygamberimiz’le beraber Mekke’den çıkarken üzüntülerini: "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn! Onlar Resûlullah’ı çıkardılar! Hiç şüphesiz, kendileri de helak olacaklar!" sözleriyle dile getirmişti (M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 2/350-351).
Fakat müşrikler o zamana kadar yaptıklarıyla da yetinmediler. Bu sefer de Müslümanları Medine’den de sürüp çıkarmak, onları tamamen yok etmek için üzerlerine ordu ve asker sürmek için hazırlıklara giriştiler. Hazreti Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretinin üzerinden henüz bir yıl geçmişti ki; Müslümanlar, Bedir’de kendilerinden kat kat fazla tam teçhizatlı büyük bir küfür ordusunun karşısında varlık yokluk mücadelesi vermek zorunda kaldılar.
Dostları ilə paylaş: |