İlk “karakola çekildiğim” gün...
Baskın Oran
Depremin yarattığı bu tatsız ortamda tahkim mahkim yazılmaz. Size hafif şeyler yazayım.
Esin kaynağım, geçen gün büyük gazetelerin burada yayınladıkları Ege eklerinde gördüğüm bir haber:
Burhan Özfatura’nın Kordon’u rezil edip otoyol yapma girişimlerinden sonra, bu faciadan İzmir’i kurtarabilecek tek adam gibi gözüken Belediye Başkanı Piriştina Kordon’u akşamüstüleri trafiğe kapatacak.
Kaç yıl geriye gittim, biliyor musunuz, kırk yıldan fazla! O tarihte ben de Kordon’u akşamüstü trafiğine kapatmıştım!
O zaman da, ortalık serinledikten sonra insanlar rahat gezinebilsinler diye Kordon’u kapatma kararı alınmıştı. Ama, denetleyen polis falan olmadığı için, tam Gündoğdu’daki “Girilmez” levhasını sollayan araba dalıyordu Kordon’a.
Kaç yaşındaydım, onu bile tam anımsamıyorum (yazarınız düpedüz erken bunamadan beterdir beyler, çünkü bunaklar hiç olmazsa eskileri iyi anımsarlar!). on yaş civarında falan olmalıyım.
Kordon’da bugün içeriye hava bırakmayan on iki katlı kesintisiz surlar o zaman daha yeni başlıyor yapılmaya. Tuttum, benden küçük iki arkadaşla birlikte, hemen oradaki apartman inşaatından boş bir bidon ve iki de kocaman kalas aldım. Bidonu ortaya koyduk, kalasları da birer uçlarını ona dayayıp iki yana. Yolu kapattık. Sağlam olsun diye de, ikinci bir “cephe hattı” olarak yerlere daha ufak kalaslar attık.
Şimdi kaldırıma geçtik, seyrediyoruz bakalım ne olacak diye.
Gelen, küfredip geri dönüyor. Bu arada da, bilumum kaldırım mühendisleri seyretmek için biriktikçe birikiyor. O zamanların eğlencesi pek bol olmayan İzmirinde ortalık hafif tertip bir şenlik yerine döndü. Biz zevkten dört köşeyiz!
Yalnız, bir tek araba geri dönmedi, hışımla durdu. İçinden bir adam indi. Hemen tanıdık: İkinci Kordon’da ünlü bir araba boyahanesi olan Sedat Sürücü! Yanında da, İzmir’in en havalı hanımlarından, “Ege Güzeli” olarak ünlenmiş eşi!
Sedat bey sağdaki kalası kaldırdı, attı. Hışımla arabasına binerek bastı gaza, girilmez Kordon’a girdi. Ama on metre kadar sonra (o sırada İzmir’deki son model arabaların başında gelen) 58 Chevrolet (demek ki on üç yaşında falanmışım) acı bir frenle durdu: Bizim ikinci hat kalaslardaki inşaat çivileri ön lastiğini parçalamıştı.
O sırada nasıl olduysa, birdenbire polisler peyda oldu. Aynı anda Ege Güzeli arabadan indi ve beni göstererek bağırmaya başladı:
“İşte, memur bey! Bu çocuk! Kalasları koyan ve lastiğimizi patlatan işte bu çocuk! Davacıyız!”
Nasıl olduğunu anlayamadan, polisler beni Alsancak karakoluna götürdüler. Ben, tabii, başlangıçta korkudan ödü kopmuş haldeyim. Ama komiser odaya alıp da sorguya başlayınca biraz kendime geldim, karşı saldırıya bile geçtim. Kordon’un zaten bu saatte kapalı olması gerektiğini, bu insanların bunu dinlemeyip geçtiğini, benim doğru olanı yaptığımı anlatmaya çalışıyorum. Komiser:
“Sana mı kaldı ulan kanunları uygulamak, kerata!” diye fena halde bağırıyor ki, kapının ağzından (valla, aynen filmlerdeki gibi) kalın ve otoriter bir ses duyuldu:
“Ben herşeyi izledim. Oradaydım. Çocuk haklı. Onu tebrik etmemiz gerek!”
Komiser hazırol’a geçti. Meğer, sivil kıyafetle oradan geçen bir polis amiriymiş.
Hayattaki belki de en tatlı anımdır, bilmiyorum daha iyisi olabilir mi.
Aradan uzun yıllar geçti, yıl 1975, araştırma yapmak için Cenevre’deyim, aynı zamanda TRT Dış Haberler’e zevk için haber geçiyorum (para da veriyorlar ama, haber başına tamamen sembolik bir para), evin telefonu çaldı:
“Baskın bey, ben THY uçak kazasında bitkisel hayata giren hostes hanımın annesiyim. Cenevre’de tedavideyiz. THY bizimle burada hiç meşgul olmuyor. Siz TRT muhabiriymişsiniz, acaba yardımcı olabilir misiniz?”
Sesin sahibi adını da söyledi. “Ege Güzeli”ydi...
* * *
Bunları yazdıktan sonra düşündüm de, benim ilk “karakola çekilişim” bu değil. Bundan önceki bir tarihte. Onu da anlatayım.
Yine bir İzmir öğleden sonrası. İkinci Kordon 270 numaralı evimizin karşısında, o zamanlar İngiliz Başkonsolosluğu olan evin arka kapı eşiğinde oturup, top oynamak için havanın serinlemesini bekliyoruz arkadaşlarla.
Önümüzden, ayı gibi bir herifin kullandığı koca bir araba geçti ki, nasıl tozu duman katarak. Hatta, bağırdık arkasından: “Ohaa!” (sonra da herif duyacak diye korktuktu).
Bu araba, yaklaşık kırk metre sonra, vapur iskelesine çıkan 1479 sokağın köşesinde, Sen Dominiken kilisesi önünde ufak bir arabaya o hızla bindirdi mi sana! Kabahat tamamen bizim önümüzden geçen ayıdaydı. Hemen arkadaşlarla gittik, dinliyoruz, bizim ayı küçük arabanın sahibini (ki, arabası gibi ufak tefek bir adamcağız) neredeyse dövecek. Ben hemen adamcağıza: “Sizde kabahat yok. Biz herşeyi gördük. Mahkemeye giderseniz ben sizin için şahitlik yaparım!” dedim. Eh birader, ne de olsa mahallenin çocuğuyuz, herşey bizden soruluyor...
Adamcağız teşekkür etti, aradan aylar geçti, herşey unutuldu.
Bir gün, yine havanın azıcık serinlemesini bekliyorum dışarı çıkıp top koşturmak için, kapı çalındı. Anne açtı, bir polis! Tabii, Zehrânım’ın yüreği ağzına geldi. Bizim evimizin kapısında bir polis! Adamcağız ardı ardına sıralıyor:
“Teyzecim, hiç merak etmeyin, korkacak bişey yok, oğlunuz bir trafik davasında şahit olmuş, hemen gelmesine de gerek yok, bizim Alsancak karakoluna bir uğrayıversin da bir ifade veriversin. Hani, sırf usulen...”
Sonradan benim “Ziya Abim” olacak zavallı polis memuru annemi böyle yatıştırdıydı. İlk karakola (ve sonra da mahkemeye) gidişim bu olayladır.
Depremde kaybı olanlara geçmiş olsunlar diyorum...
Dostları ilə paylaş: |