Tip tariHİ dersleri



Yüklə 120,34 Kb.
tarix29.10.2017
ölçüsü120,34 Kb.
#21182

Prof. Dr. Nermin Ersoy

Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Başkanı




TIP TARİHİ DERSLERİ




  1. Tarih Öncesi Tıp




  1. İlkel Tıp




  1. Eski Uygarlıklarda Tıp

Mezopotamya Tıbbı

Mısır Tıbbı

Hint tıbbı

Çin Tıbbı

Yunan Tıbbı

Mitolojik Dönem Yunan Tıbbı

Hipokrat Dönemi Tıbbı

Roma Tıbbı

Bizans Tıbbı


  1. Ortaçağ Avrupa Tıbbı




  1. Rönesans ve sonrasında (16-19.yy) Avrupa Tıbbı



TIBBIN EVRIMI

İnsanlık tarihi içinde hastalıklar insanlar için tehlike oluşturmuş ve insanlar bununla baş etmenin yollarını aramıştır. Bu nedenle tıbbın tarihini insanın tarihi ile başlatmak yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda tıbbın tarihi; tarih öncesinden başlayarak, ilkel topluluklarda, ilk çağ uygarlıklarında, Ortaçağ ve Rönesans’ta hastalıkların nasıl algılandığı, nasıl tedavi edildiği ve tedavi edenin kim olduğu gibi temel sorular çerçevesinde ele alınarak sorgulanmalıdır. Ardından Avrupa ve Osmanlı tıbbı yüzyıllar içindeki yeri ve önemi gösterilerek irdelenmeli, günümüz tıbbının sahip olduğu gelişmeleri ve bu gelişmeleri borçlu olduğumuz kişileri tanımalıyız.




  1. Tarih Öncesi (Prehistorik) Tıp

Yazılı belgelere dayanmayan tıp olarak tanımlanan tarih öncesi dönem tıbbı; yazının bulunduğu (I.Ö. 4000) tarihe kadar olan yaklaşık otuz altı bin yılı kapsamaktadır. Bu dönemin tıbbı hakkında bilgileri, tek hücreli canlıların var olduğu dönemden, ilk insan olarak kabul edilen Homosapiens’e kadar uzanan dilimde varolan hastalıklardan edinmekteyiz. Bu hastalıklarla ilgili bilgiler; hayvanların ve ilk insanların iskelet fosillerinden elde edilmektedir. Bundan başka; mağara resimlerinden, kullandıkları silahlardan, aletlerden ve halen ilkelliğini koruyan bazı kabilelerin inançlarından, törelerinden öğrenilmektedir.


Fosillerden, mağara resimlerinden elde edilen bilgilere göre; tarih öncesi dönemde sık görülen hastalıklar şunlardır: Kırıklar, arterit, osteomyelit, osteoporoz, enfeksiyon hastalıkları, gut, pnömoni, plörezi, böbrek ve safra kesesi taşları, sinüzit, tüberküloz, apandisit ve bazı tümörler. Tedavi amacıyla ampütasyon ve trepenasyon yapılmasıyla ilgili mağara resimleri de bulunmaktadır.
Prehistorik insanın hayat anlayışı; hareket eden her insan, hayvan ve varlıkta hayat vardır ve canlıdır. Bu nedenle bir ruhu vardır (Animist Görüş). Bu bağlamda tarih öncesinde insanın hastalık hakkındaki düşüncesi animist görüşe dayanmaktadır. Örneğin; bir madde ya da kötü bir etki, dıştan-içe girerek hastalık oluşturmakta ya da içten bir kuvvet insanın ruhunu vücudundan ayırarak (içten-dışa kaçar) savunmasız bedene hastalık girmesine neden olmaktadır.
Prehistorik tıpta tedavi yöntemleri: Tarih öncesi dönemi insanlarının hastalıklarla baş edebilmek için uyguladıkları tedavi yöntemleri şunlardır:

  1. Doğayı gözlemek: Doğada olan değişimleri gözleyerek ve hayvanları taklit ederek kazandıkları tedavi yöntemleri; deneysel – deneme yanılma yoluyla edinilmiş olan- ve içgüdüsel yöntemlerdir. Örneğin; hangi bitkilerin şifalı olduğu, hangilerinin zehirli olduğu ayrımını yapmışlar, kanayan yarayı yalayarak, üzerine bastırarak, yara üstünden bağlayarak, sıkarak kanamayı durdurmuşlardı. Bit, pire, sinek, kene gibi kendilerine zarar veren haşerelerden korunmak ve kurtulmak için de soğuk suya giriyorlardı.

  2. Cerrahi tedavi: Kanamayı durdurma yöntemlerinin yanı sıra, batan diken, ok, gibi yabancı cisimleri çıkartmak, kırılan kemiği bitki lifleriyle ya da çamurla sıvayarak tespit etmek, irin olan yeri çakmak taşı ile drene ederek irini boşaltmak gibi küçük cerrahi müdahaleler yapmaktaydılar. Trepenasyon (kafatasında delik açmak) yapmaları, cerrahi müdahale için kesici aletleri kullandıklarını göstermektedir.

  3. Mistik tedavi: Ayin ve sihre dayanan bu tedavi yönteminde, doğa güçlerinden medet umulmaktadır. Ampirizmin gelişimine neden olan bu uygulamalar, ilk insanın hekiminin kimliği hakkında fikir vermektedir.


Prehistorik insanın hekimi: Sihirbaz hekim kimliğinde olan hekim, kabilenin sihirbazı olup, ruhların dilinden anlayan, onlara en yakın olan kişidir. Sihirbaz hekim, ruhlarla iletişime geçebildiği ve onların nasıl yaşadığını, onların nelerden korktuğunu, nasıl vücuttan çıkartılacağını en iyi bilen kişidir. Kabile şefi, büyücüsü ya da en güçlüsü olan hekim; hastalığın - kötülüğün hangi bitki ya da hayvandan geldiğine inanıyorsa, onun sembolü olan giysi ve şekilleri taşımaktaydı.
Sihirbaz hekimin teşhis yöntemi; sihirbaz hekim, hasta olan kişinin hangi tabuyu yıktığını, hangi kötü ruhun vücuda girdiğini dini ayinle öğrenmekteydi.
Sihirbaz hekimin tedavi yöntemleri;

1-Sihirbaz hekim, hastanın vücuduna giren kötü ruhu söküp atmak için “beyaz sihir” olarak isimlendirilen büyüyü kullanarak kişiyi kurtarıyor,

2- Eğer cezalandırılması gereken kişiyse (tabuları yıkan kişi) ve ceza vermesi gerekiyorsa tam tersi “kara sihir” denilen büyüyü kullanarak, kötü ruhları bu cezalı kişinin bedenine gönderiyor ve hasta olmasını sağlıyordu. Tedavi yöntemi olarak kullandığı bu sihirlerden başka, kurban verme ayinleri, korunma ayinleri, iç uzuvları kesme ve bazı uzuvları yeme önemli tedavi yöntemleriydi. Kurban verme ayinleri; çok hasta ya da ölüme mahkûm olan diğer bir kişiye ya da bir hayvana, iyileştirmek istediği kişinin kötü ruhlarını göndererek onun kurtulmasını, diğerinin hastalanmasını sağlıyordu.

3- Kurban verme ayinleri olarak değerlendirilen bu törenlerde, kötü ruh başka bir bedene nakledildiği için hasta kişi iyileşiyor, onun yerine kötü ruhların gönderildiği kişi ya da hayvan ölüyordu.

4- Korunma ayinleri; vücuda yapılan dövmeler, taşınan muskalar, tılsımlar, nazar boncukları ve tütsü, kötü ruhların uzaklaşmasını sağlıyor, böylece hasta olmaktan korunmuş olunuyorlardı.

5- İç uzuvların yenmesi; iç uzuvlar içinde olduğuna inanılan güç ve faziletlerin kendilerine geçmesi için yenmekteydi.

6- Çeşitli uzuvların kesilmesi; özellikle cinsel organların kesilmesi (sünnet) ve trepenasyon dini nedenlerle yapılmaktaydı.


  1. İlkel (Primitif) Tıp

İlkel topluluklarda hastalık nedeni olarak ileri sürülen gerekçeler çok farklı olmamasına karsın, bu nedenleri dini nedenler ve doğa-üstü nedenler olarak ayırabiliriz. Hastalıkların; hayaletler, ruhlar ve bir tabunun bozulması sonucu gücenen tanrılar tarafından gönderildiğine inanılmaktaydı. Doğa-üstü güçleri kontrol etme yeteneğine sahip olduğuna inanılan sihirbaz hekim, ücretli olarak hastalığın bedenden çıkartılması için çağrılabilmekteydi.


İlkel toplumlarda hekim: Tarih öncesi dönem hekiminin özelliklerini taşıyan sihirbaz hekimin ya kabilenin büyücüsü ya da kabilenin en güçlüsü, en çirkini, en sakatı gibi olağan dışı bir fiziksel durumu olması gerekmekteydi. Veraset yoluyla da geçebilen hekimlik, usta-çırak yöntemiyle kazanılmaktaydı. Eğitimini tamamlayan aday, yetenekli kişi, kabilenin önünde gücünü kanıtlamalıydı (ruhları idare etmeli).
İlkel toplumlarda tanı yöntemi: Sihirbaz hekim, ruhlarla iletişime geçebildiği için gaipten haber alabilmekte; fal bakma - kristale veya yere atılan kemiğe bakarak-, transa geçerek hastalık tanısı koymaktaydı.
İlkel toplumlarda tedavi yöntemi; doğa-üstü özellik gösteren tedavi yöntemlerinin yanı sıra şifalı bitkiler kullanarak yapılan maddi tedaviler de bulunmaktadır. Hastalık yapan yabancı cisimler, emilerek ya da hacamatla dışarıya çıkartılmakta, bu işlemler bir ayin eşliğinde yapılmaktaydı. Bu yabancı cisimlerin, kötü ruhların dışarıya çıkartılması için yapılan ayinlerde; gürültü yapılıyor (davul çalmak gibi), hastaya vuruluyor ya da kan alınıyordu. Böylece kötü ruhlar korkutularak kaçırtılmaya çalışılıyordu. İnanca göre, bedenden zorla alınan, çıkartılan kötü ruh tıp adamının doğa-üstü gücüyle avlanmış oluyordu. Hastalığı önlemek için alınan önlemler arasında; muska, vücudun boyanması; sünnet gibi dini nedenlerle uzuv kesilmesi ve hacamat bulunmaktaydı.
Sihirbaz hekimin özelliklerini sıraladığımızda;

  1. Saygı duyulan sihirbaz hekim, aynı zamanda kabilenin sanatçısı ve tarihçisidir,

  2. Diğer insanlara benzemez, elbiseleri, alışkanlıkları, düşünceleri farklıdır,

  3. Sihirbaz hekimin başarısızlığı affedilmez, çok başarısız olanlar hatalarını hayatlarıyla öderdi,

  4. Hastalık tedavisi dışında kıtlık, susuzluk gibi olayların çözümüyle de görevlendirilirdi,

  5. Sihirbaz hekim, ot toplar, basit cerrahi müdahalelerde bulunurdu.




  1. Eski Uygarlıklarda Tıp

Dünyanın en eski uygarlıklarında tıp, en erken gelişen kültürlerden biri olmuştur. İnsanoğlu gözleyerek, deneme yoluyla bazı yöntemler uygulayarak, kuşaktan kuşağa aktardığı bilgilerle kendi tıp anlayışını oluşturmuş ve kendini tedavi etmenin yollarını bulmuştur. Çoğunlukla mistik, animist özellik taşıyan tıbbın dışında, maddi tedavi yöntemleri (bitkisel, hayvansal ve madensel drog kullanımı, kırık-çıkık yerleştirmesi, yaraların tedavi edilmesi gibi) konusunda her dönemde gelişme göstermiştir. Bilgi birikimi yüzyıllar içinde günümüz tıbbını oluşturmuştur. Bilinen en eski uygarlıkları irdeledikçe, günümüzde batıl inanç olarak değerlendirdiğimiz pek çok alışkanlığın nereye dayandığını anlayacağız (hastalık olduğunda bunun bir ceza olduğunu düşünmek gibi).



Mezopotamya’da Tıp

M.Ö. 4000–5000 yıllarında bölgenin en eski insanları olan Sümerler, Babil ve Asurlar’da tıpla ilgili uygulamalar ilkel tıpla benzerlik göstermesine karsın, bazı gelişmeler görülmektedir. Örneğin Babil’in tıbbı konusundaki bilgiler Asur kralı Assurbanipal arşivinde bulunan (M.Ö. 688–626) bazı belgelere dayanmaktadır. Süryanice yazılmış olan Asur belgelerinde; Asurlu hekimlerin, Sümer formüllerinden ve reçetelerinden yararlandıkları görülmektedir.


Mezopotamya tıbbının özelliği; animist görüşe dayanan tıp, dini özellik taşımakta ve tıp öğretimi mabetlerde yapılmaktadır. Çoktanrılı din anlayışının tıbba egemen olması, hastalık nedeninin tanrı -tanrının cezası- olduğu fikrini doğurmuştur.
Mezopotamya’da hastalık nedenleri; dini ve mistik nedenlere dayanan hastalık, insanın işlediği günaha karşı verilen bir çeşit cezadır. İnanışa göre; insan, yasak olan tabuyu bozarsa sağlık tanrıları o kişiyi gözlemekten vazgeçer.
Mezopotamya’da hastalık tanısı; fal bakma, gaipten haber alma, iç organları inceleme, özellikle karaciğer falına bakma önemli teşhis yöntemleridir. Fal bakma yönteminde; en alışagelmişi suya, zeytinyağı dökmektir. Suya karışan yağın aldığı şekle göre yorum yapılmaktaydı. Gaipten haber alma; daha çok rüyada (uykuda) görülenlerin yorumu şeklindedir. Din adamı özelliği taşıyan hekim rüyaya yatarak, hastanın hastalığı hakkında gaipten bilgi alabilmektedir. İç organların incelenmesi; koyun, keçi gibi hayvanların mide, böbrek, kalp, akciğer, en önemlisi karaciğeri çıkartılarak incelenmekte ve hastanın hastalığı hakkında fikir öne sürülmektedir.
Mezopotamya’da tedavi; hastanın işlediği günahı itiraf etmesi, dua ve ayinlerle kurban kesme törenleri, tanrının öfkesini gidermek için kullanılan yöntemlerdi. Muska ve sihir hastalık yapan kötü ruhları çıkartmak için kullanılmıştır. Dini – mistik özellik taşıyan bu tedavilerin dışında, maddi tedavi yöntemleri de kullanılmıştır. Kil tabletlerde söz edilen reçetelerden; bitkisel, hayvansal ve madensel droglar kullandıkları öğrenilmektedir. Bilinen en eski farmakope olan bu reçetelerde; hardal, çöpleme, banotu, adamotu, afyon, fıstık, süt, su, bira, şarap ve balın tıbbi drog olarak kullanıldıkları görülmektedir. İlk olarak ilaçların ambalajlama ve mühürleme geleneği Mezopotamya’da başlamıştır. Tanrı Marduk’un sembolü olan “ Rx işareti reçetelerde kullanılmıştır. Tarihte en eski hekim mührünün de Mezopotamya’da kullanıldığı ileri sürülmektedir. Kazılardan elde edilmiş olan bu mühürde ilaç kabı taşıyan Şifa Tanrısı resmi bulunmaktadır. İlaçla tedavinin yanı sıra jimnastik, masaj gibi fizik tedavi uygulamaları kullanılmıştır. Hijyenik kuralların bulunduğu Mezopotamya’da yapılan kazılarda, kanalizasyon sistemi, tuvaletlere rastlanmaktadır. Bulaşma fikrinin varlığını düşündüren uygulamalar da görülmektedir. Örneğin; lepralılar için karantinaların olduğu, sivrisinekleri uzaklaştırmak için tütsü kullandıkları ve veba ile fareler arasında bir ilişki olduğunu gözlemledikleri ileri sürülmektedir.
Babil tıbbı için en önemli belge Hammurabi Kanunlarıdır. M.Ö.2. bin yılın başlarında hükümdar olduğu kabul edilen Babil kralı Hammurabi (M.Ö. 2000-2250); Dünya tarihinde ilk kez meslek yasası (etik kodu) koyan kişidir.

Mısır Tıbbı

Mısır tıbbı ile ilgili kaynaklardan (papirüsler, mumyalar, baroliyefler, tas kabartmalar, Hermetik kitaplar); bu uygarlıktaki hastalıklar, hastalık nedenleri, tedavi yöntemleri ve hekim kimliği hakkında bilgi edinmekteyiz. Bu kaynaklara dayanarak;


Mısır’da hastalık nedenleri; hastalık yaptığına inanılan nedenleri su şekilde sınıflandırabiliriz:

  1. Dini nedenler: Hastalığın tanrının öfkesine-gazabına uğramak sonucu oluştuğuna inanılmaktaydı. Tanrılar için yapılan tapınaklar birer sağlık yurdu, hatta tıp eğitimi yapılan yerlerdi. Mısırda adını bildiğimiz ilk büyük hekim Imhotep’tir. M.Ö. 3000 yıllarının sonunda yaşamış olan bu kişi, vezir, fizikçi, mimar ve astronomdu. Daha sonra tanrılaştırılmış ve tıbbın tanrısı sayılmıştır. Bundan başka M.Ö. 2600 yıllarında yaşamış olan İris’in mezar yazıtından, firavunun başhekimi, sarayın göz uzmanı, mide ve barsak hastalıkları konusunda mahir olduğunu örenmekteyiz. Tanrılardan başka cinlerin de hastalık yaptığına inanılıyordu. Bunlar kötü bir ruhla bedene girerek hastalık meydana getirebilmekteydi.

  2. Metafizik – Sihirsel nedenler: Ölülerin öç alması, büyü yapmak hastalık nedenleri arasındaydı.

  3. Doğal nedenler: Dış etkenleri oluşturan rüzgâr, toz, ısı, nem ve gıdalar hastalığa neden olmaktaydı. “Pnöma” adı verilen havanın kalbe ve organlara yayıldığını, çürüdüğünde de hastalık meydana getirdiği sanılmaktaydı.“


Mısır’da hastalık tanı yöntemleri; her ölümden sonra ölüm sebebinin araştırıldığı Mısır’da hastalık teşhisi için, elle muayene, kulakla dinleme ve gözle kontrol kullanılmaktaydı. Dışkı ve idrar tetkiki yapılmakta ve nabız kontrol edilmekteydi.
Mısır’da tedavi yöntemleri; dini, sihirsel ve ilaçla –bitkisel, hayvansal ve madensel droglarla- tedavinin geçerli olduğu Mısır’da; cerrahi ve koruyucu tıp da gelişmişti. Trepenasyon, kırık-çıkık yerleştirmesi, sünnet, el-ayak ameliyatları, hadımlaştırma gibi cerrahi müdahaleler çok sık uygulanmaktaydı. “Pierre Memphite-menfis taşı” ile hastayı uyutarak ameliyat etmekteydiler. Menfis taşının üzerine dökülen sirke karbonik asit ortaya çıkartmakta bu da anestezi yaratarak hastanın uyumasını sağlamaktaydı. Fırtına, toz ve sineklerin neden olduğu göz hastalıkları çok görüldüğü için, sihrin yanı sıra bakır sülfat, kursun sülfat ve kükürt kullanılmaktaydı. Uterus kanamalarına karşı vaginal tampon uygulaması yapıyorlardı. Gebelik teşhisi, gebelikten korunmak ve bebeğin cinsiyetini tayin etmek için bazı yöntemler kullanmaktaydılar. Örneğin gebelikten korunmak için; akasya ağacının dikenleri kıyıldıktan sonra, hurma ve balla karıştırılıyor, liften elde edilen tampon üzerine bu karışımı sürüldükten sonra da vajina içine yerleştiriliyordu. Gebelik teşhisi için ise, arpa ve buğday üzerine kadının idrarı dökülüyor, eğer yeşerirse kadının hamile olduğuna karar veriliyordu. Bunlardan buğday yeşerdiğinde bebeğin erkek, arpa yeşerdiğinde kız olacağı söyleniyordu. Parazitlere karşı; ayı yoncası, nar ağacı kökü gibi bitkiler kullanıldığı gibi, sihirli formüller de kullanılmaktaydı. Bite karşı ise, peruka taşınmakta ve Nil suyunda yıkanmaktaydılar.
Mısır’da hekim; hekimler diğer uygarlıkta olduğu gibi yaptıkları işe göre ayrılmaktaydı: Sihirbaz hekim, Rahip hekim, Halk hekimi, Saray hekimi. Tüm hekimler başhekimin gözetimi altında çalışmaktaydılar ve ünlü hekimlerin önerdiği tedavilerden farklı bir uygulama yapmamalıydılar.

Hint Tıbbı

Eski Hint uygarlığı tıbbı ile ilgili bilgileri din kitaplarından (Rig-Veda; M.Ö.1500, Ay ur-Veda; M.Ö.700) ve Çaraka, Susruta gibi Hindin kutsal kitaplarından edinmekteyiz.


Hint’te hastalık kavramı; Susruta’da yapılan tanıma göre “hastalık, insan sağlığının kabıdır ve insan için ağrıya, ıstıraba neden olan şeye denir”. Hastalıklar; yaralar, iç rahatsızlıklar, akla ait hastalıklar ve olağan hastalıklar olarak dörde ayrılmaktaydı.
Hint’te tanı yöntemleri; beş duyunun hepsi kullanılmaktaydı. İdrarı tat duyusuyla kontrol ederek diyabet tanısı koymaktaydılar. Nabız sık kullanılan bir tanı yöntemiydi. Ateş kontrolü, bazen de fal bakma kullanılmaktaydı.
Hint’te tedavi yöntemleri; çeşitli droglar, telkin, yoga, şok ve çeşitli cerrahi tedavi yöntemleri kullanılmaktaydı. Zehri alınmış yılanlarla şok tedavisi; korkutma esasına dayanmakta ve korkuyla hastayı ve onu hasta yapan şeyi korkutarak kaçırmak esas alınmaktaydı. Dağlama yöntemi; yaralarının tedavisinde kullanılmaktaydı. Cerrahi tedavide karınca başlarını dikiş materyali olarak kullanıyorlardı. Hacamat, sonda takmak, ponksiyon, yabancı cisim çıkartmak, laparotomi, taş çıkartma, rinoplasti sık kullanılan cerrahi yöntemlerdi. Çiçek aşısını ve protez kullandıkları ileri sürülmektedir.


Çin Tıbbı

M.Ö. 4000 yıllarında Çinlilerin resim yazısı kullandıklarıyla ilgili bilgilere rastlanmaktadır. Çin tıbbı ile ilgili bilgileri mitolojiden ve eski kitaplardan edinmekteyiz. M.Ö. 2900’da Fu - Hsi; Çin tıbbının felsefesini oluşturan Yang - Yin prensibini ortaya atmıştır. Doğanın (Tao) erkek unsuru Yang, dişi unsuru ise Yin olarak kabul edilmektedir.


Eski Çin’de hastalık nedenleri olarak mevsimler, rüzgârlar, pnöma - hava gibi dış etkenlerin yanı sıra Taoism ile açıklanan dini nedenler sayılmaktadır. Eski Çin’de tüm evren Taoism ile açılanmaktaydı. Taoism’de “yang” ve “yin” olmak üzere tanımlanan iki zıt prensip bulunmaktadır. Zıtlar Kuramı olarak isimlendirilen bu görüşte Yang; kalp, karaciğer, akciğer, dalak ve böbrek’i, Yin; mide, safra kesesi, mesane, ince barsak, kalın bağırsağı temsil etmektedir. Yang ve Ying arasındaki dengesizlik yang ve yin’in temsil ettiği organların uyumunu bozmakta ve bir organda hastalık ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Çin’de sık görülen hastalıklar olarak tbc, lepra, çiçek, tifüs, kolera ve veba tanımlanmaktadır.



Eski Çin’de hastalık tanısı; nabız ve dil kontrolüne dayanmaktaydı. Bu nedenle 200 çeşit nabız tanımlamışlar ve nabzın yıllardan, mevsimlerden etkilendiğini savunmuşlardır.


Eski Çin’de tedavi; çeşitli tıbbi bitkiler, masaj, jimnastik, moxa ve akupunktur en sık kullanılan tedavi yöntemlerini oluşturmaktaydı. Çiçekleri renklerine ve şekillerine göre sınıflandırmışlar ve buna göre hastalık tedavisinde kullanmışlardır. Örneğin; kalp şeklinde yaprağı ya da çiçeği olan bitkiyi kalp hastalıkları için kullanmışlardı. Moxa; bedendeki akupunktur noktaları üzerine misk otu konularak yakılmakta ve ısı etkisiyle o nokta uyarılmakta ya da uyarılması önlenmektedir. Akupunktur ise; bedendeki uyarılma noktaları üzerine çeşitli metal iğneler batırmaktır. Hastalığa neden olan bölge üzerinde akupunktur uygulayarak, hastalığın ortadan kalkmasına yardımcı olunmaktadır. Çocuk hastalıklarını ayırabilen Çinliler, çiçek aşısını ilk uygulayanlardandır (M.Ö. 1000’den beri). Eski Çin’de cerrahinin babası olarak kabul edilen Hua - Tuo (M.Ö.200), ameliyattan önce hintkeneviri kullanarak hastaya anestezi uygulamıştır. Akciğer ameliyatları, laparotomi, mesane taşı çıkartılması, plastik cerrahi girişimleri hatta organ nakilleri yapıldığı bildirilmektedir.

Doğu tıbbının en gelişmiş örneklerine rastlanan Çin tıbbında; sağlık hizmetleriyle ilgilenen altı farklı meslek bulunmaktaydı. Bunlar;

1. Saray hekimleri,

2. Simyagerler; hayat iksirini arayanlar,

3. Çıplak ayaklı hekimler; şifalı bitkilerle hasta tedavisi yapanlar,

4. Kör masörler; masajla hasta tedavi edenler,

5. Akupunkturla tedavi edenler ve

6. Kırık-Çıkıkçılardır. Çömlekçilikle ilgilenen bu esnaf, çömlek çamuru ile kırık-çıkıkları tespit etmektedir. Çin tıbbında, tedavi etme işinin yapıldığı yere ve yönteme göre gözlenen bu farklılık uzmanlık dallarının doğmasına yol açmıştır. Bu dönemde hekimi cezalandıran yasaların bulunduğu da bildirilmektedir.



Yunan Tıbbı

Yunan tıbbını daha iyi kavrayabilmek, bu tarihlere kadar elde edilen bilgi ve deneyimlerin tıpta nasıl bir gelişmeye fırsat verdiğini görebilmek için Yunan tıbbını Mitolojik dönem ve bilimsel dönem olarak ele almak yararlı olacaktır.



Mitolojik Yunan Tıbbı: M.Ö. 500 yıla kadar tıbbı etkisi altına alan mitolojik dönem tıbbı, Hipokrat Öncesi Tıp olarak isimlendirilmektedir. Bu dönemle ilgili güvenilir bilgiler tarihçi İzmirli Homeros’un (Iliada, Odysseia) ve Bodrumlu tarihçi Herodot’un yapıtlarından öğrenilebildiği için bu dönem Homeros Devri olarak da anılmaktadır.


Resim 1- Chiron



Tıbbın kurucusu olarak kabul edilen tanrı Chiron, yarı at, yarı insan şeklinde bir tanrıdır ve hastalık-sağlık tanrılarıyla ilişki içindedir. Chiron; güzelliğin sembolü olan tanrı Apollo’nun oğlu Asklepios’a hocalık eder. Eski Yunan uygarlığının sağlık tanrısı olan Asklepios adıyla anılan sağlık mabetlerinde (Asklepyon) hasta tedavi edilmekteydi. Burada hastalarla ilgilenen kişiler de Asklepiad denilen rahip-hekimlerdi. Rahip hekimler mabetlerde tıp öğrenmekteydi. Asklepiad’lar ağır olmayan hastaları Asklepyona kabul ediyor ve telkin yöntemi ile hastayı rahatlatmaya çalışıyorlardı. Bu telkinle hastaya uyuması ve dinlenmesi öneriliyor, hasta uyandıktan sonra da gördüğü rüyayı anlatması isteniyordu. Rahip hekim bu rüyayı yorumlayarak hastalığı anlamaya ve hastayı iyileştirmeye çalışıyordu. Zaman içinde Asklepyonlarda telkinden başka tedavi yöntemleri de kullanılmaya başlanmıştır. Su ve güneş tedavileri, fizik tedavileri, gıda rejimi, hijyen kurallarına itaat ve her türlü tıbbi bitki gibi. Cerrahi tedavi yapılmayan Asklepyonlarda; tıp eğitimi de yapılmaktaydı. Sır gibi, sadece tanrıların çocuklarına ya da üst düzey aile çocuklarına verilmekteyken, Asklepios’un soyu yeterli olmadığı için yabancılara da tıp öğretilmeye başlanmıştır. Bu öğrencilere Asklepios ailesine yakışır bir şekilde yaşayacağına dair yemin ettirilmekteydi. Yunanlı hekim, filozof ve şairle denk tutulmasına karşın, esnaf olarak kabul edilmekte ve esnaf gibi dolaşarak mesleğini icra edebilmekteydi.
Felsefe ve Tıp: Felsefi açıklamalarla hastalığın nedenleri üzerinde kuramların ortaya atılmasıyla felsefe ve tıp arasında ilişki doğmuştur. Bu konuda kuramlar yaratan Milet ve Kroton Okulu düşünürleri evreni ve buna bağlı olarak insanı tanımlamaya çalışmışlardır. Bu tanımlamalarla çeşitli hastalık nedenleriyle ilgili kavramlar ortaya atılmıştır. Örneğin; Pisagor (M.Ö. 5.yy); evrenin esasının sayılar olduğunu, insan vücudunun matematik kurallarına göre düzenlendiğini savunmuştur. Bu bağlamda kişi kendisi ve evreni ile uyumunu yitirdiğinde hasta olmaktaydı. Buda’dan etkilendiği anlaşılan bu görüş taraftarları, etyemezdi ve tekrar dirileceklerine inanırlardı.
Doğa Filozofları:
Empedokles (M.Ö. 504-443); evren – makrokozmoz’un dört unsurdan (ateş, toprak, su, hava) meydana geldiğini, her unsurun da belirli bir sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve kuruluk özelliğine sahip olduğunu ileri sürdü. Bu bağlamda, evrenin bir modeli olan insan - mikrokozmoz’da dört unsurdan (kan, sarı safra, kara safra ve balgam) oluşmuştur.
Thales (MÖ.7.yy) : Milet okulundan, çeşitli olayların kaynağında değişmez bir madde olarak suyun bulunduğunu, her şeyin var olan bu ana maddeden türediğini ve sonunda yine ona dönüştüğünü,
Anaximenes (MÖ.6.yy): Evrenin ana maddesinin hava olduğunu, havanın yoğunlaşması-genleşmesi sonucu ateş, rüzgar, bulut, su, toprak ve taşlar olduğunu

ileri sürmüştür.


Herakleitos (MÖ. 6.yy): Efesli, İyonya Okulu filozoflarından evrenin temel unsurunun ateş olduğunu ve tüm maddelerin yanarak bir birine dönüştüğünü savunmuştur.
Unsurlar teorisi (Dört Unsur Kuramı): Tüm doğa filozoflarının, özellikle Empledokles’in kuramına dayanan unsurlar kuramı yada dört unsur kuramına göre;

Evren: ateş, toprak, su, hava

Faktör: Sıcak, soğuk, kuru, nemli

İnsan: kan, sarı safra, kara safra ve balgam’dan oluşmaktaydı.


Yaklaşık 2000 yıl tıbbı etkisi altına almış olan Humoral Teoriye temel teşkil eden unsurlar teorisi; Antik Yunan – Iyon uygarlığında doğmuş, gelişmiş, İslam uygarlığını etkilemiş ve daha sonra Avrupa’ya geçerek, 19.yüzyılın ortalarına kadar geçerliliğini korumuştur. Tüm uygarlıklarda evrenin ve insanın ne olduğu ile ilgili düşünceler ve inançlar, sistemleştirilmiş ve unsurlar kuramının doğmasına yol açmıştır. Evrende var olan ve dolaysıyla her şeyin temelini oluşturan maddenin ne olduğu ile ilgili farklı görüşler ortaya atılmıştır. Makrokosmoz ve mikrokosmoz anlayışı içinde; evrende var olan denge ve uyum insanda da olmalıdır. İnsanda olmadığı anda yani denge bozulduğunda hastalık ortaya çıkmaktadır. Beden ve mevsimler arasındaki ilişki organ, humor, evrene ait madde ve mevsim arasında kurgulanmakta ve bunların dengesi gözetilmekteydi. Aralarındaki dengesizlik patolojik bir durumdu; hastalık sebebiydi.
Humoral Teoriye göre;

  • Karaciğer: sarı safra (ateş), yaz

  • Dalak: kara safra (toprak), sonbahar

  • Beyin: balgam (su), kış

  • Kalp: kan (hava), ilk baharı temsil etmekteydi.


Bilimsel Dönem (Hipokrat Dönemi Tıbbı):
M.Ö. 460 yıllarında Kos (İstanköy) adasında doğmuş olan Hippokrates, ilk tıp bilgilerini Heraklides ile Silivrili (Selymbria) Herodikos’tan almıştır. Kendine özgü hastalık ve tedavi kavramları ile çığır açmış ve bu yol 19. yüzyıla kadar geçerliliğini korumuştur.

Epidemi, Antik Tıp, Tanrılar, Hava-Su ve Yer ile Kutsal Hastalık üzerine eserleri olduğu gibi , aforizmaları ile birlikte 72 eseri olduğu bildirilmektedir. Bu eserler “Hipokrat Külliyatı” olarak bilinmektedir.


M.Ö. 5.yy’da yani Hipokrat (M.Ö.460-377) ile başlayan dönemdir. Hipokrat ile birlikte hasta ve hastalık kavramı değişmeye başlamıştır. Bu görüşe göre; hastalık, normal bir olaydır, hasta ise; kendi bünyesine özgü tepki veren kişidir. Tıbbı ve hekimliği tanrılardan uzaklaştıran, tıbba pozitif bilim yaklaşımı gösteren Hipokrat; modern tıbbın babası sayılmaktadır. M.Ö. 460 yıllarında Kos (İstanköy) adasında doğmuş olan Hipokrat, ilk tıp bilgilerini Heraklides ile Silivrili (Selymbria) Herodikos’tan almıştır. Epidemi, Antik Tıp, Tanrılar, Hava-Su ve Yer ve Kutsal Hastalık üzerine eserleri olduğu gibi, aforizmaları ile birlikte 12 kadar eseri olduğu bildirilmektedir. Bu eserler “Hipokrat Külliyatı” olarak bilinmektedir.
Hipokrat’ın tıbba kazandırdığı yenilikler;

1. Gözlem ve deneye yer verme (ilk kez Hipokrat ekolünde yer almıştır),

2. Hasta başında klinik ders verme -öğrencilerle hasta başında muayene, belirtileri gözleme ve tanı koyma uygulaması- yöntemini getirmiştir (klinik tıbbın kurucusu oldu),

3. Unsurlar teorisine göre Humoral Teoriyi oluşturmuş ve vücutta kan, balgam, sevda ya da kara safra, sarı safra olarak isimlendirilen dört humor-sıvının bulunduğunu, yenilen, içilen gıdaların bu dört sıvıya dönüştüğünü, hastalığın bu dört sıvı arasında dengesizlik sonucu ortaya çıktığını savunmuştur.



4. Hastalık tedavisi Humoral Patoloji teorisine dayandırılmış, tedaviye; drog, diyet, kan almak, lavman yapmak - boşaltım, kusturucu, idrar söktürücü ilaçlar vermek gibi somut yöntemler sokulmuştur.

Roma Tıbbı
Hipokrat tıbbı tarafından etkilenmediği dönemde Roma ‘da hastalıklar kötü ruhların ve tanrının insana verdiği bir ceza olarak kabul edilmekteydi.
Ünlü Romalı hekim Dioscorides Adana doğumludur (M.S.I.yy). Roma ordusunda askeri hekimlik yapmış, ilaçlarla ilgili çalışmaları sayesinde pek çok bitkisel ve hayvansal drogu tıbba kazandırılmıştır. Yazdığı farmakoloji kitapları (Materia Medica) Arapça ve Latince’ye çevrilmiştir. Adamotunu ve afyonu cerrahi müdahaleler için kullanan Dioscorides 1500 yıl tıbbı etkilemiştir.
Aynı yüzyılda yaşamış olan diğer Romalı hekim Aulus Cornelius Celcius (M.S. 3-64); berber-cerrahtır. De re Medicina adlı eserinde, iltihabın oluş şeklini açıklamış, humma, epilepsi ve meme kanserini tanımlamıştır. Amputasyon ameliyatları için yöntem geliştirmiş olan Celsius, kendi adıyla anılan kırık-çıkık tedavi yöntemleri de geliştirmiştir.
Efesli Soranus (M.S.I.yy); 17.yy’a kadar ders kitabı olarak kullanılan eserler vermiş olan Soranus, kadın-doğum ve akıl hastalıkları üzerinde çalışmıştır.
Roma’nın en ünlü hekimi ise, Bergamalı Galen (M.Ö.129-200)’dir. Kaslar, kemikler ve dolaşım sistemi üzerine yaptığı çalışmaları 17.yüzyıla kadar geçerliliğini korumuştur. Dış etkenler adlı teorisi, humoral teorinin zıddıydı. Buna bağlı olarak tedavi yöntemi de farklıydı. Benzeri benzerle tedavi yolunu seçen Hipokrat’a karşı, Galen, zıddı zıttı ile tedaviyi savunmuştur. Tanı yöntemi olarak, nabız sayma ve idrar muayenesi kullanmış, diyet, fizyoterapi ve zengin ilaçlar kullanmıştır. Polifarmasinin kurucusu olan Galen’in 100’e yakın farmakolojik eseri bulunmakta, soğuk ilaçların-sıcak hastalıklar için, sıcak ilaçları- soğuk hastalıklar için kullanılmasını önermektedir. Kan alma ve boşaltımı bir tedavi yöntemi olarak kullanmaktaydı. Her yaranın iyileşirken irin oluşturduğu fikrini savunmuştur. 500’den fazla esere sahip olan Galen, büyük dolaşımı tanımlamış, kanın arterlerden venalara geçişinden söz etmiştir. Fakat kanın akciğerlerden sol kalbe gelişini anlayamamıştır. Hastalık sigortası uygulamasına benzer sağlık sistemi kuran Romalılar, hekimi devletin adamı olarak kabul etmekteydiler. Su kanallarına, banyolara sahip olan Romalılar, hijyene çok önem veriyorlardı.



Bizans Tıbbı
Doğu Roma’nın ayrılmasıyla Roma imparatoru Constantin (306-357), Bizans imparatorluğu başkenti olarak İstanbul’u seçmiş ve Yunan kültürüne; Roma’nın hukuk düzenini, Mezopotamya ve Mısır’ın sihir merakını, Anadolu’nun zengin ileri uygarlık geleneklerini ve Hıristiyan dininin dinamik, birleştirici gücünü kendine ekleyerek, özgün bir uygarlık ortaya çıkmasını sağlamıştır. Hıristiyan inancına dayanan Bizans tıbbı; ümitsiz, hasta, talihsiz ve günahkârlara hitap eden bir tıp anlayışına sahipti. Hastalık ve ölüm tanrı işi olarak kabul edilmesine karşın, salgın hastalıkların nasıl bulaştığı ile ilgili fikirleri bulunmakta ve önlem almaktaydılar. Tıp, resmi olarak kilise tarafından kontrol edilmesine karşın, büyücülerin, muskacıların yayılması önlenememiştir.
Bizans’ın en önemli hekimleri: Oribasius (325-403): Sart’da doğmuş olan bu hekim (Egeli), İskenderiye’de tıp eğitimi yapmıştı. İmparator Julien’in saray hekimliğini de yapmış olan Oribasius, jinekolojinin babası sayılmakta ve gebelik takibi, sütanne seçimi, çocuk hastalıkları hakkında önemli 70 eser vermiştir. Diğer ünlü hekim Ayasofya’yı çizen mimar Anthemios’un kardeşi olan hekim Tales’li (Aydın) Iskender (525-605): iç hastalıkları konusunda çalışmış ve bu konularla ilgili 12 kitap yazmıştır. Arapça ve Latince’ye çevrilen bu eserlerde, hemoptizide dinlenmeyi, sirke içilmesini, göğse soğuk kompres uygulanmasını önermektedir. Bizans’ın en önemli cerrahı ve jinekologu Paul d’Egine (625-690) (Aeginalı Paula veya Folus)’dir.



  1. Ortaçağ Avrupa Tıbbı

M.Ö.500 ile M.Ö.1500 yılları arasındaki bin yıllık bir süreyi kapsayan ortaçağ, bilimin/tıbbın gelişimini çok etkilemiştir. Karanlık çağ olarak isimlendirilen Ortaçağ, Avrupa için karanlık olmasına karşın Doğu için parlak bir dönem olmuştur. Bu yüzden ortaçağı batı (Avrupa tıbbı) ve doğu (Arap Tıbbı) tıbbı olarak ele almak gerekmektedir.


Ortaçağ Avrupa Tıbbı
Ortaçağ Avrupa tıbbının ilk dönemi Manastır Tıbbı olarak tanımlanmaktadır. Karanlık Çağlar (M.S.476–1453) olarak da tariflenen bu dönemde Yunan klasikleriyle bilim/ tıp sürdürülmeye çalışılmış ve keşiş olan din adamları tıp ile ilgilenmiştir. 529’da kurulan 1944’de yıkılan Monte Cassino Manastırı keşiş denen bu tıp adamlarının yetiştiği en önemli yerlerden biriydi. Sağlık hizmetleri manastır hastanelerinde verilmekte ve bu hizmet daha çok dini yapı taşımaktaydı.
Hastalık, insanın işlediği günahlardan dolayı cezalandırma yada büyü sonucu oluşmaktaydı. Günah ve hastalık ilişki tekrar kurulmaya başlanmış, “keşiş” denen din adamları Tanrıya hoş görünmek, sevap işlemek için hasta bakmaktaydı. Tedavi ise dua, efsun, madalyon içine yerleştirilen aziz ve azize resimleri ile yapılmaktaydı. Din adamları mistik tedavilerin yanı sıra ilaç verme ve nadiren de olsa küçük cerrahi girişimler yapmaktaydı. Ancak başarısızlıklar nedeniyle kiliseyi aklamak adına 1163’de “kilise kandan nefret eder” fermanı ile kilisenin cerrahi müdahale yapması engellendi.
Hastalar Manastırların bir bölümünde bulunan hasta odalarından rahip hekimler tarafından tedavi edilmekte, dini tedaviden (dua, muska, vb.) başka manastırların botanik bahçelerinde (hortuli) yetiştirilen tıbbi bitkiler kullanılmaktaydı. Bu dönemde Kutsal Hayalet denen hastaneler açılmaya başlanmış ve sadece hasta değil, sakat, kimsesiz ve yaşlılar için birer bakım evi olmuştur.
Ortaçağın başlarında Avrupa’da bilim doğu eserlerinin çevrilmesinden ibaretti. Buna karşın gerçekleşen çeviri faaliyetleri Avrupa’da Skolastik Dönem’in güçlenmesini ve bunun sonucu olarak bilimsel çalışmaların ve eğitim sisteminin yeniden yapılanmasını da beraberinde getirmiştir. Bu bakımdan 11. yüzyılın sonları Ortaçağ düşünce tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu dönemde İslam Dünyası, hem bilimsel çalışmalar hem de yetişmiş bilim adamları açısından Avrupa’dan daha ileri düzeydi. Yunanca, Arapça ve Farsça eserlerin Latince’ye kazandırılması için İspanya’da Tuleylule’de (Toledo) başpiskopos Raymond de Sauvetat tarafından bir çeviri okulu kurulmuştur.
Üniversitelerde okutulan çeviri eserlerinden bazıları şunlardı:

  • Hippocrates- Aphorisms, Prognostics,

  • Galen- Ars Medica, Ars Parva, Tegni, Microtechne, Dioscorides- Meteria Medica

  • İbn-i Sina – Kanun

  • Ali bin el-Abbas - el-Magusi

  • Ebubekir Zekeriya er-Razi- Kitab el-Havi,

  • Ebu el-Kasım Halef bin Abbas ez-Zahravi’nin cerrahi çalışmaları


Ortaçağ’da Bilimin Gelişmesi üniversitelerin kurulması ile başlamıştır. Üniversitelerin ortaya çıkması ve yaklaşık 800 yıl boyunca bir kurum olarak varlıklarını devam ettirmeleri bilimde sürekliliği sağlamıştır. Bu gelişmeler kilise ve kentlerin bağımsız olarak örgütlenmelerini sağlamış, ilk üniversiteler de bu idari örgütlenme içerisinde kendilerine yer bulmuştur. Ancak bu üniversiteler 12. ve 16. yüzyıllar arasında İslam, Çin, Hindistan yada Antik Güney Amerika’daki uygarlıkların eğitim kurumları ile karşılaştırılmamalıdır. Çünkü Ortaçağ Avrupa’sında ortaya çıkan üniversitelerin, modern bilimi geliştirmeye yönelik alt yapıları, ders programları, kuralları, siyasi – hukuksal ayrıcalıkları ve sıra dışı faaliyetleri bulunmaktaydı. Universitas hükümdarın ya da kilisenin hoca ve öğrencilerinden oluşan localara tanıdıkları hak ve özgürlüklere verilen isimdir.

Ortaçağda tıp eğitimi; Önceleri Kilise ya da manastırların içinde olan tıp okulları, birer dini kuruluştu ya da dini bir kuruluşun uzantısıydı. Ancak 8.yüzyılda Milano’da, 9.yüzyılda Salerno’da ve Padova’da, 13.yy’da Bologna, Paris ve Montpellier’de açılan tıp okulları başlangıçta bu özelliği koruyan tıp okulları iken, 1130’da Clermont Konsülü denen dini konsülün din adamlarının tıp uygulaması yapmasını yasaklamasıyla tıbbın üzerinde dinin etkisi azalmaya başlamış ve daha sonraki süreçte tıp laikleşmiştir.
Salerno Tıp Okulu 9. yy’da İtalya’da kurulan ilk laik tıp okulu yanındaki hastanesiyle birlikte 11.yy’da en parlak dönemini yaşamıştır. Düzenli bir eğitim ve diploma veren okulda ırk, din ve cinsiyet ayrımı bulunmamaktaydı. Öğrenciler 3 yıl mantık, 5 yıl tıp okunduktan ve 1 yıl hekim yanında uygulama yaptıktan sonra serbest hekim olarak çalışılabilmekteydi. Salerno Tıp Okulunun hocalarından olan Afrikalı Konstantin – 11.yy, Hipokrat, Galen ve Ali bin Abbas’ın eserlerini çevirmiş, Palermolu Roger – cerrah, rektum ve uterus kanserleri hakkında yazmış, Parmalı Rolando ise Fıtık ve pulmoner lobektomi yapmıştır.
Din ve bilimin birbirinden ayrılmasıyla bağımsız bilgi üretme yöntemi ve bilgi türü ortaya çıkmıştır. Albertus Magnus (1193-1280) ile başlayıp Thomas Aquinas (1225-1274) ile yerleşen bu anlayışa göre, din ve bilim ayrı alanlarda bilgi üretmeli ve ürettikleri bu bilgileri kendi yöntemleriyle ve birbirlerine müdahale etmeden yorumlamalıdır.
Thomas Aquinas’a göre inanma ile bilmenin alanları ayrıdır, inanmanın dayanağı inanç; kaynağı Kutsal Kitap ve din otoriteleri; bilimin dayanak noktası ise akıl ve kaynağı da doğadır. Bu yaklaşım ile din ile bilimin çalışma alanları birbirinden ayılmakta, bu iki alanın doğruları ve yanlışları önceden olduğu gibi uzlaştırılmaya çalışılmamakta ve sorunlarını kendi yöntemleriyle çözümlemeleri öngörülmektedir. Bu anlayışın yaygınlaşması sonucu din bilimcisi yalnızca laik bilimsel müfredatı kabul etmekle kalmamış, pozitif bilimlerin dini açıklayıcı ve aydınlığa kavuşturucu gerekliliğine de inanmıştır.
Bu gelişmelerin ile ortaçağın karanlık dönemleri, dolayısıyla Manastır Tıbbı evresi kapanmıştır.
Ortaçağın ikinci yarısında başlayan gelişmeler tıbbın uygulanışının, hekimin yapısının değişmesini sağlamıştır. Bu arada başlayan salgınlar (veba, skorbüt, kolera, vb) tıbbi bilginin üretilmesini kaçınılmaz kılmıştır. Örneğin; karantina ve besin kontrolü fikrinin oluşmasına neden olmuştur. Kilisenin kadavra açma yasağı nedeniyle gelişemeyen tıp, Henri de Mondeville (1260-1320) tarafından hız kazanmıştır. Diseksiyon yapan Mondeville’nin ardından Mondino de Luzzi anatomide önemli gelişmeler sağlamıştır.





  1. Rönesans ve sonrasında Avrupa Tıbbı

Ortaçağın karanlığından kurtulmayı simgeleyen Rönesans, yüzyılların tabularının yıkılmasını sağlamıştır. Eski inanışlardan kurtulmaya başlayan insanlık, dinin bilim üzerindeki olumsuz etkisini kaldırmanın sınırlarını zorlamış ve aydınlanma çağının (18.yy) başlamasına dayanak oluşturmuştur. Çeşitli Avrupa ülkelerinde açılan üniversiteler, bilimin ve sanatın gelişmesini sağlamış, sanatta insan figürünün işlenmesi anatomik çizimlerin yapılmasına, böylece insan bedeninin incelenmesine neden olmuştur.


15. ve 16.yüzyıl Avrupa Tıbbı
Gerçeğe uygun, diseksiyona dayanan anatomik çizimler yapan Leonardo da Vinci (1452-1519), anatomi kitapları yazmıştır. Caprili Berengarius (1470-1550), 100 diseksiyona dayanan anatomik çizimler yapmıştır. Modern anatominin kurucusu olarak kabul edilen Andreas Vesalius (1514-1564), Padua tıp fakültesi hocasıydı ve Galen’in anatomi hatalarını düzeltmiştir. De Humani Corporis Fabrica adlı anatomi kitabıyla bazı organların tanımlanmasını sağlamıştır.
Girolamo Fracastora (1478-1553): Hekim, şair, jeolog ve astrolog. Bulaşıcı hastalık fikri, semineria adını verdiği gözle görülmeyen mikropların hastalık yaptığını, 1) basit temasla,

2) kullanılan araç-gereçlerle, 3) havayla bulaştığını söylemiştir. Her salgının farklı bir mikropla olduğu tezini ileri sürmüş.



TH. Paracelsus (1493-1541) adıyla tanınan hekim, metal, mineral, simya ve astroloji üzerinde çalışmış. Ordu cerrahlığı yapmış, Galen ve İbni Sina’nın eserlerini yakarak tıbbın gelişimini engelleyen tabulardan kurtulmayı sağlamış ve eğitimi Latince yerine Almanca vermiştir. Deney tıbbın esasıdır diyerek, tavuklarda eteri denemiş, bedendeki olayları kimyasal işlemlerle açıklamış ve bitkisel droglardan ziyade madensel droglarla tedavi önermiştir.

Ambroise Pare (1510- 1590): Askeri cerrah. Hotel Dieu hastanesi cerrahı, yara tedavisinde yumurta sarısı, gül yağı, neft yağı karışımı kullandı. Yaraların dağlamaya nazaran iltihaplanmadığında iyileştiğini savundu. Kıyılmış soğanla ilgili Yara Tedavisi deneyinde başarılı oldu. Bazı cerrahi aletleri ve cerrahi dikiş tekniği geliştirmiş, silah yaralanmaları üzerine eserler vermiştir.

17.yüzyıl Avrupa Tıbbı

Bu yüzyılda fizyoloji alanında yapılan çalışmalar kan dolaşımının bulunmasına olanak sağladı. William Harvey (1578-1657), kan dolaşımını tanımlayarak Galen’in karaciğerin dolaşımın merkezi olduğu ve kalbin sol karıncığında kanın havayla karıştığı fikrini çürütmüştür. Kalbin kas gücüyle çalışan bir pompa olduğunu, atımlarda kanın dolup boşaldığını göstererek damar içine tedavinin ve kan naklinin yapılmasını mümkün kıldı.


Marcello Malpighi (1628-1694) ise, kapilleri tanımladı ve kapiller dolaşım hakkında fikir ileri sürdü. Kanın atardamarlardan toplardamarlara nasıl geçtiğini (kapiller dolaşımı) buldu. Mikroskopla kanın şekilli elemanları hakkında bilgiler ileri sürdü. Akç, böb., dalak, krc ve deri’nin mikroskop altındaki görüntüsü ile farklılıkları yayımladı.
Anton von Leewenhoek (1632-1723) ile mikroskobik incelemeler arttı ve bakteriler tanımlanmaya başlandı. Solunum fizyolojisi üzerine yapılan çalışmalar; yaşamın havaya değil, havanın bir bileşenine bağlı olduğu sonucuna varılmasına yardımcı oldu. Sindirim fizyolojisi üzerinde yapılan çalışmalarla da; sindirimin bir dizi fermantasyonlar dizgesi olduğu bulundu.
Thomas Sydenham (1624-1689): İngiliz Hipokratı adıyla anılan Sydenham, hasta başında hekimlik yapmış, hastalığın sebebinden öte hastanın hastalığını incelemeyi tercih etmiş, ateşin, ağrının vücudun hastalıkla savaşının sonucu olduğunu ileri sürmüştür. Hastalığın prognozu üzerinde çalışmış, patolojik-anatomiye gidişi sağlamıştır.
18.yüzyıl Avrupa Tıbbı
Aydınlanma çağı olarak değerlendirilen 18. yüzyıl; bilimsel, teknolojik gelişmelerin ve felsefi çalışmaların hızlandığı bir çağdır. Yaşam ve hastalıklar arasında ilişkiler kurulmaya başlanmış ve canlılığın yeni tanımları ile hastalıklar anlaşılmaya çalışılmıştır. Kimyasal olaylar dizgesi olarak tanımlanan yaşam ve canlılık olayı, pek çok kimyasal buluşa neden olmuştur. Örneğin; karbondioksit, hidrojen, oksijen nitrojen bulundu. Havanın içinde olan bir bileşenin yaşam için önemli olduğu fikri 17.yüzyılda ortaya atılmıştı, bu yüzyılda da
Antonie Lavoisier (1743-1794), solunumun oksijen alınımından ve karbondioksit üretilmesinden ibaret olduğunu açıklamıştır.
Canlılığın ne olduğuna ilişkin ortaya atılan görüşlerden bazıları şunlardır:

Animism –Canlıcılık: insan, hayvan, bitki, taş, toprak, tüm doğanın- ruhu olduğu ve bu ruhun canlılığı sağladığı öğretisidir.
Vitalism –Dirimselcilik: canlılığın bir dizi kimyasal işlemlerin sonucu olduğu görüşüdür. Bu görüşe göre; organlar birer makinedir, işlevleri kimyasal bir süreçtir. Öreğin; Kalp-tulumba, göz optik bir alet, mide bir kimya laboratuarı. Bu nedenle yaşam fizik ve kimya olaylarının fazlasıdır.
G.E. Stahl (1660-1734) ’a göre ise beden pasif bir makinedir ve içine nüfuz etmiş olan ruh tarafından yönlendirilmektedir. Hastalık ruhun yanlış yön gösteren etkinliklerin bir sonucudur ve Tanrıdan gelen evrensel ruh, ölümcül maddeyi vücuttan atma çabası olan hastalığa yenilip vücudu terk ederse beden çürür. Philogiston Kuram ruh anlamına gelen filojiston, yani canlılık yok olur (Philogiston Kuramı).
Ruh anlamına gelen filojiston, daha sonra oksijen olarak kabul edilmiştir. Yanma ve solunumda oksijenin varlığının kanıtlanması üzerine oksijen gazının bedenin işlevlerinde önemi üzerinde durulmuş, böylelikle bedensel işlevlerin fizikle değil kimya ile açıklanabileceği savunulmuştur.
Xavier Bichat (1771-1802): Canlılığı sağlayanın dokular olduğunu savunan Bichat kendi adıyla anılan kuramı yaratmıştır. Bichat’ın Doku Kuramı: Tüm organlar dokulardan oluşur ve yaşam ikiye ayrılır. İlki organik hayat; bireyin iç dünyasını oluşturur. Dışarıdan alınanları beden kullanır ve gereksizi atar. Merkez kalptir. İkincisi hayvani hayat; duygu ve isteklerin yansımalarını sağlar, merkez ise beyindir.
Salgın hastalıklarla mücadelede yol alınmış James Lind (1716-1794), skorbütte turunçgil kullanarak, susuzlukla deniz suyunu distile ederek mücadele etmiştir. Koruyucu tıp, meslek hastalıkları gibi konularda yapılan ilerlemeler, antibiyotiklerin ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştur.
John Hunter (1728-1793): patolojik anatomideki başarıları cerrahide büyük başarıların elde edilmesine yardımcı olmuştur.
Herman Boerheave (1668-1738): 12 yataklı hastanesinde klinik dersi vermiş olan Boerheave fizik, kimya ve iatro mekanik kuramlarını karıştırmıştır. Tıbbın amacının hastayı iyileştirmek olduğunu, doktorun önyargısız karar vermesi gerektiğini ileri süren hekimin bu yönde aforizmaları yıllarca deontoloji kuralı olmuştur.
Edward Jenner ( 1749-1823) İngiliz büyükelçisinin eşi olan Layd Montequ’nun mektupları ile “Anadolu usulü çiçeklemeyi” öğrenir. 20 yıl süren deneyler sonucunda aşıyı elde eder.
Philippe Pinel (1745-1826): Eğer insanlar eşit haklara sahipse akıl hastalarının da bu hakka sahiptir diyerek akıl hastalarını zincirlerinden kurtarmıştı.
19.yüzyıl Avrupa Tıbbı
Deneysel çalışmaların hız kazandığı 19.yüzyıl tıbbında klinik tıp anlayışı genel kabul görmüş ve tıp hastanelerin etrafında toplanmıştır. Hastane devri olarak tanımlanan bu yüzyılda; hastalıkların organlarda değil, dokularda oluştuğu ileri sürülmüştür. Klinik semptomların gözlendiği ve bunların nedenlerinin araştırıldığı vakalar, otopsi ile değerlendirilmiş ve doku değişiklikleri gözlenmiştir. Laennec (1781-1826)’nin stetoskobu ve indirek öksültasyonu bulmasıyla hastalık tanı yöntemleri zenginleşmiş oldu. Çeşitli hastalıklar tanımlanarak, tedavi yöntemleri bulunmuş, laboratuar uygulamaları önem kazanmıştır. Tıpta uzmanlıkların ortaya çıkmaya başladığı yüzyılda, ortopedi, pediatri, cerrahi, jinekoloji başı çekmiştir.
Claude Bernard (1813-1878), laboratuarı tıbbın mabedi olarak kabul etmiş, deneysel tıp anlayışının yerleşmesine neden olmuştur. Deneysel patoloji ve farmakolojinin gelişimini sağlayan bu görüş; tüm hastalıkların farklı mikroorganizmalardan oluştuğunu ve aşısının olabileceği fikrinin doğmasını sağlamıştır. Mikroskobik anatomi, fizyoloji, patolojinin doğmasını sağlayan bu durum; patolojinin gelişimini sağlamıştır. Ünlü patolog Virchow, çeşitli hücreleri tanımlamıştır. Virchow’a göre her hücre, bir diğer hücrenin ürünüydü.
Bakteriyolojinin kurucusu kabul edilen Louis Pasteur (1822-1895), pek çok bakteriyi tanımladığı gibi, buluşlarıyla tıpta bir buluşlar serisi yaptı. Bunlar:

1. Fermantasyonun çeşitli mikroorganizmaların işlevi olduğunu savundu,

2. Hayvan hastalıklarını tanımladı, tedavi yöntemi sundu.

3. Kuduz aşısını buldu.

4. Dezenfeksiyon yönteminden söz etti.
Bakteriyolojinin diğer ünlü kişisi Robert Koch, yara enfeksiyonuna neden olan bakterileri tanımlamıştır. Koch’un getirdiği yenilikler ise şöyledir;

1. Mikroorganizmaların her hastalıkta olması gerektiğini,

2. Mikroorganizmaların izole edilmesini,

3. Mikroorganizmanın aşılandığı zaman aynı hastalığı yapması gerektiğini,

4. Mikroorganizmanın kültürü yapılması ve

5. Mikroorganizmanın aşılanmış hayvandan tekrar elde edilmesi gerektiğini buldu. 1882’de tüberküloz basilini bulan Koch, 1883’de de kolera basilini bularak insanlığı dönemi için ölümcül hastalıklardan kurtarmıştır.


Cerrahi tedavinin başarısını etkileyen asepsi ve sterilizasyon ile ilgili çalışmalar hızlanmıştır. Ignaz Semmelweis (1818-1865)’ın lohusalık hummasının nasıl yayıldığını anlaması üzerine, aseptik önlemlerle hastalığın bulaşmasının önlenebilirliğini sağladı ve klinik asepsinin gelişmesine neden oldu.
Ardından Joseph Lister (1827-1912)’in yara enfeksiyonunu incelemesi ve karbonik asidi dezenfektan olarak kullanmasıyla cerrahinin başarısı artmıştır. Cerrahiyi etkileyen anestezi de bu yüzyılda incelenmiş ve eter, kloroform bu amaçlarla kullanıma girmiştir.
Psikiyatrik hastalıklara bakış açısında oluşan değişiklikler, psikiyatri tedavisinin gelişmesine neden olmuştur. Psikiyatrik hastalıklar sınıflandırılmış, mental hastalıkların nedeninin organik olabileceğini kabul etmişlerdir.
Halk sağlığı, koruyucu tıp, meslek hastalıkları gibi konularda yapılan ilerlemeler, antibiyotiklerin ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştur. 20.yüzyıl gelişmelerini oluşturan farmakolojik buluşlar, tedavide başarıyı sağlamıştır.
Conrad Roentgen (1845-1922) tarafından röntgenin tıpta kullanılmasıyla hastalık tanısı ivme kazanmıştır.

İlgili Kaynaklar:


  1. Ali Haydar Bayat. Tıp Tarihi. İzmir 2003.

  2. Erdem Aydın. Dünya ve Türk Tıp Tarihi, Güneş Tıp Kitabevi, 2006

  3. Ayşegül Demirhan Erdemir. Tıbbi deontoloji ve genel tıp tarihi, Güneş Tıp Kitabevi, 1996

  4. Tıp Tarihi = An illustrated history of medicine / ed. Paul Lewis ; çev. Nilgün Güdücü ; yay.haz. Behice Funda.


İlgili internet siteleri:

  1. Bergama Asklepionu, İzmir I-II. Yüzyıl http://www.bergama.bel.tr/indexana.php?islem=menu&id=2

  2. Bergama Allianoi, İzmir I-II. Yüzyıl http://www.allianoi.org/main/tr/tarihce.asp

  3. Medical History on the web http://web.uct.ac.za/depts/history/medhist.htm

  4. History of Medicine at the University of east Anglia http://www.uea.ac.uk/his/medhis/links/welcome

  5. Önemli bilim ve tıp adamlarının portreleri http://www.sil.si.edu/digitalcollections/hst/scientific-identity/CF/group_by_name.cfm





Lütfen izinsiz yayınlamayınız!

Yüklə 120,34 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin