TÜRKİYE'NİN DÜNYAYLA İLİŞKİLERİ NASIL DÜZELİR ?
Baskın Oran
Aslında bu soru Hilton'daki uluslararası konferansta böyle tartışılmadı tabii. "Türk-Alman ikili ilişkileri nasıl düzelir?" başlığı altında konuşuldu. Panelde sıra bana geldiğinde söylediklerim özetle şöyleydi:
Alman medyasının bu konuda çok özensiz davrandığını biliyoruz. Türkiye'de bir tren kazası veya depremle ilgili bir haber yayınlandığında, TV ekranında beliren Türkiye haritasında Kürdistan ayrı bir ülke gibi ayrı renkte çıkıyor. Ahmet Tan da söyledi, "Başbakan Çiller: 146 PKK'lı Öldürüldü" haberi, WDR'de spiker tarafından okunurken, 'Alman halkı PKK'yı anlamaz, Kürdü anlar' gerekçesiyle "Başbakan Çiller: 146 Kürt Öldürüldü" biçimine giriyor. Alman meslektaşlar da söyledi, Atina'da oturup Türkiye hakkında yazı yazmak da bir acayip.
Bütün bunlar doğru. Ama, daha önemli bir doğru daha var: Türkiye'nin dışarıdaki imajı berbat. Eskiden beri hiç de iyi olmayan insan hakları karnesi, özellikle 12 Eylül'le birlikte baştan aşağı kırık doldu. Bu durumda, yanlış bilgi veya kötü niyet yüzünden karşı tarafta Türkiye aleyhinde yazanları suçlamak saçma. Karşı tarafın silahını elinden almanın tek yolu kendini düzeltmek ve bu işe özeleştiriyle başlamaktır. Dünyanın en rezil işini yapmış olan ülke hangisi? Yahudileri sabun yapan Almanya. Ama bugün Almanya'yı Yahudi soykırımı yaptı diye uluslararası planda suçlayan tek bir kişi veya kurum var mı? Neden yok, çünkü Almanya İsrail'e kadar gidip özür diledi. Ailelere tazminat ödedi. Nazizmi resmen kınadı ve yasakladı.
Ermeni sorunu deyince, Kürt sorunu deyince, bizde "Sütten çıkmış kaşık", "Cami kapısından getirilmiş" gibi bitakım deyimleri anımsatan şeyler yineleniyor yalnızca. Sadece inkâr edersen, insanlar ve özellikle yabancılar kulaklarını otomatik tıkaçlarla tıkarlar. Demin kahve molasında bir dinleyici geldi, "Oturumu yönetirken 12 Eylül'den 'dikta' diye söz ettiniz. Siz böyle derseniz, yabancılar ne demez?" dedi. "12 Eylül dikta değil mi?" diye sordum, "Ama söylemenin yeri burası değil" dedi. Yani, kol kırılır, yen içinde kalır. Kahve molasına çıkarken, birkaç kişinin benden söz ederek, "Böyle vatan hainleri varken düşmana ne hacet!" diye konuştuklarını arkadaşlarım duymuşlar.
"Kim, Ermeniler mi, onları da kim öldürmüş?" diyoruz. Oysa devlet kalksa da, Ruslardan fiili, İngilizlerden de manevi destek alan Ermenilerin, üstelik savaş içinde Müslüman köylere başlattıkları baskınların bir çoğunluk-azınlık kavgasına yol açtığı, her zamanki gibi azınlığın daha çok zarar gördüğü, gene de tehcirin daha insani koşullarda yapılabilmiş olmasını dilediğimizi söylese acaba durum hiç mi farklı olmaz?
Acaba, Türk devleti, "Kürt sorunu falan yoktur, sadece ayrılıkçı bölücü terör vardır" diye kesip atacağına, yabancılara, "Bütün Türkiye'yi ezip geçen 12 Eylül terörü Kürtlere daha kötü vurdu. Gelir dengesini altüst eden vahşi kapitalizm de katkıda bulununca PKK terörü için uygun koşullar doğdu" gibilerden bişeyler söylese daha etkili olmaz mı?
Ben bunları söyleyince, konuşmaları sırasında "Mete Han'dan bu yana Türk ailesi..." gibi deyişler kullanarak kartvizitlerini hemen belli eden birkaç dinleyici ardarda söz aldı. "Türkiye'de Kürt diye bir ırk veya sorun yoktur, bütün dünya ve Alman dostlarımız bunu böylece bilsinler" diye başlayan ve "Konuşmacı, söylediklerinin sorumluluğunun kendisine ait olduğunu unutmasın" diye tehdit ederek sona eren uzun konuşmalar yaptılar. Bunlara, diğer dinleyicilerden bir itiraz gelmedi.
İki kişi hariç. Kürsüde yanımda oturan, otuz yıldır Almanya'da ürün veren gazeteci, yazar ve ozan Yüksel Pazarkaya (ki, solculuğun ve hele hele Kürtçülüğün kıyısından geçmemiştir), kulağıma eğilerek "Baskın, azınlık olmak zor iştir" dedi.
Bir de, toplantı sonunda kokteyle kalmayıp yorgun argın eve giderken uzun boylu, kumral, yakışıklı bir genç yolumu kesti, "Bütün söylediklerinize aynen katılıyorum, yapılan itirazlara çok şaşırdım ve üzüldüm" dedi. "Sağol kardeşim, beni mutlu ettin" dedim.
Sonra, otelin karşısındaki eve uğradım. O özgün araştırma ve projeleri haftada üç kez diyalize girerek böbreksiz olarak üretmeyi sürdüren dostum Dr. Haldun Özen'e kapıdan uğradım. ",Girmeyeceğim, kızımı özledim, akşam ayrıca resmî yemeğe de gitmem gerek" dinlemediler. Ülkü'nün, içine iki buz attığı rakı, kapıda yolumu kesen gencin söylediklerini de meze yapınca, günün yorgunluğuymuş, Türklerden ve Kürtlerden eleştiriler gelecekmiş, hepsini süpürüp götürdü. Rakı damarları mı açarmış, ne.
Dostları ilə paylaş: |