Ekonomik ve Sosyal Konsey'de temsil edilen sosyal taraflara Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açma yetkisi verilmiştir; ki, bu kendi alanlarına yönelik yasal düzenlemelerde böyle bir imkân sosyal taraflara da sağlanmış olmaktadır.
Yine, yedinci bölüm “Kamu idaresi ve kuruluşu” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde,
- Kamu idaresinin bütünlüğü, kamu tüzel kişiliği ve kuruluşu
- Yerel yönetimler
- Kamudaki görevliler
- Yüksek eğitim kurumu
- Meslek kuruluşları
- Diyanet İşleri Başkanlığından oluşan bir bölüm yer almıştır.
Yerel yönetim seçimlerini dört yıla indirdik.
Yüksek Öğretim Kurumunun yapısının daha çok yüksek öğretimi, eğitim ve öğrenimi koordine etmek, kurumların bilimsel özerkliğini güçlendirmek ve akreditasyon sistemini kurmak üzere oluşturulması önerilmiştir ve bu çerçevede Yüksek Öğretim Kurumu yeniden şekillenmiştir, Yüksek Eğitim ve Öğrenim Kurumu olarak ismi geçmektedir.
Meslek kuruluşları ve üst kuruluşları kanunla belirlenen hususlara göre serbestçe ve çoğulculuk esasına göre kurulabileceği ifade edilmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığına yer verdik. Katılımcı ve özerk bir yapıda, tarafsızlık ilkesine göre kurulacağı belirtilmiştir.
Sekizinci bölüm “Savunma ve güvenlik” başlığı taşımaktadır.
Bu bölümde;
- Ülke savunmasının Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından, iç güvenliğin ise Emniyet teşkilatı tarafından yerine getirileceğine,
- Türk Silahlı Kuvvetlerinin sevk ve idaresinden sorumlu olan Genelkurmay Başkanlığının Savunma Bakanlığına bağlı olması gerektiğine,
- Savunma ve güvenlikle ilgili kararların alınmasına yardımcı olmak üzere gerektiğinde Savunma ve Güvenlik Danışma Kurulu oluşturulabileceğine, bu Kurulun yapısı, görevleri ve işleyişine dair hususların kanunla düzenlenebileceğine yer verilmiştir.
Dokuzuncu bölüm “Mali ve ekonomik hükümler” başlığını taşımaktadır.
Bu bölümde, devletin, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı, dış ticareti geliştirici, kayıt dışı ekonomiyi önleyici, gelir dağılımı adaletini sağlayıcı ve tüketiciyi koruyucu, tekelleşme ve kartelleşmeyi önleyici tedbirleri alacağı ifade edilmiştir.
Önerimizin onuncu bölümü “Koruma ve sürdürülebilirlik konuları” başlığını taşımaktadır.
Bu bölümde; çevrenin, kıyıların, ormanların korunması ve geliştirilmesine yönelik düzenlemelere, tarih, kültür, vakıf ve tabiat varlıklarının korunmasına yönelik hükümlere yer verilmiştir. Vakıflar ve Tabiat Varlıkları Kurulu oluşturulması benimsenmiştir.
On birinci bölümünü ise özellikle Anayasa’nın değiştirilmesi bölümü oluşturmaktadır. Burada, kısmi ve tamamen değiştirme hususunda Konfederasyonumuzun görüşlerine yer verilmiştir.
Sonuç olarak, Anayasa önerimizle Hak-İş olarak sorumluluğumuzun gereğini yerine getirdiğimize inanıyoruz.
30 Aralık tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Uzlaşma Komisyonuna önerimizi yazıyla ilettik. Bugün de önerimizi siz değerli Komisyon Başkanı ve üyeleriyle paylaşıyoruz. Ancak Hak-İş olarak bu süreçten temel beklentimiz, önerilerimizin ciddiye alındığının bizlere gösterilmesidir.
Bu, büyük emek verilerek hazırlanan ve komisyona iletilen görüşlerin karşılaştırmalı bir tablo hâlinde kamuoyuna sunulmasının önemli olduğunu düşünüyoruz.
Sözlerime son verirken, konfederasyonumuz Hak-İş’in Türkiye Cumhuriyeti anayasa önerisinin yeni anayasa yapım sürecine önemli katkılar sağlamasını temenni ettiğimizi vurgulamak istiyorum.
Bütün toplumu bu konuda cesaretlendiren, heyecanlandıran, siyasi partilerimizin asgari müştereklerde uzlaşacağı yeni bir anayasayı 2012 yılında yapacağımızı umut ediyorum.
Sayın Başkanın da ifade ettiği gibi her zaman, bir anayasa yazımı değil anayasa yapımını umut ediyoruz. Siyasi partilerimiz, Meclisimiz bu konuda inisiyatifi hiçbir zaman elinden bırakmadan 2012 yılının Türkiye'nin yeni anayasasına kavuşacağı bir yıl olmasını temenni ediyoruz.
Hak-İş olarak, hem kendimiz hem de başka anayasa çalışmalarına desteğimizi, katkımızı bütün gücümüzle sürdürmeye devam ediyoruz. Yeni bir projeyi hayata geçirdik: “Türkiye Konuşuyor Projesi”nde on üç tane büyük sivil toplum örgütüyle, Türkiye'nin on üç ilinde en az 1.000 kişinin katılacağı “Türkiye Konuşuyor.” kampanyasında da Hak-İş olarak etkin bir şekilde yer almaktayız ve yeni anayasa sürecine bu ve benzeri platformlarda destek olmaya, katkı vermeye devam edeceğiz.
Çalışanlar, 12 Eylül rejiminin ürünü olan 82 Anayasası’ndan çok çektik. Dört yıl toplu sözleşmesiz kaldık. Sendikalarımız kapatıldı, konfederasyonlarımız kapatıldı, yargılandık. Pek çok arkadaşımız 12 Eylül zindanlarında işkence gördüler. Bütün bu süreçleri unutmadık. Yeni bir anayasanın yapımını en çok çalışanlar olarak biz bekliyoruz ve sivil bir anayasamızın olmasını, Türkiye’ye yakışan bir anayasa olmasını arzu ediyoruz.
Bizi dinlediniz, görüşlerimizi sizlerle paylaştık.
Teşekkür ediyorum.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Biz çok teşekkür ederiz değerli ve kapsayıcı sunuşunuz için. Bir de zamanında bitirdiğiniz için çok teşekkür ederiz ayrıca.
Şimdi, belki arkadaşların bazı soruları olabilir. Onları alalım.
Buyurun Mustafa Bey.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Teşekkür ediyorum.
Değerli arkadaşlar, tekrar hoş geldiniz.
Ben Hak-İş Konfederasyonunu Değerli Başkanının şahsında tebrik ediyorum birkaç bakımdan.
Önce şunu söyleyeyim: Ben bu toplumsal görüş bildirme sürecinde görüşlerin daha çok rapor hâlinde bildirilmesinin doğru olacağını, bir anayasa metninin hazırlanmamasının daha uygun olacağını düşünüyordum fakat Hak-İş’in bu önerisi benim bu düşüncemin yanlış olduğunu -şahsım için söylüyorum- ortaya koydu. Hakikaten güzel hazırlanmış bir çalışma, bu birincisi.
İkincisi, toplumsal görüş dersen kastettiğimiz aslında böyle bir şey yani Hak-İş’in bize takdim ettiği metin gibi bir şey. Herhâlde, Meclis Başkanı da bunu ifade ediyor, Sayın Başkan da değindi. Birçok kurum, Türkiye’de aşağı yukarı 8-10 anayasacı vardır, yaptıkları çalışmaları onlara kodifiye ettiriyor, rapor olarak da onlara hazırlatıyor. Dolayısıyla, baktığımızda birçok konuda, yüzde 80, yüzde 90 oranında görüş olarak sunulan metinler birbiriyle uyumlu metinler çünkü aynı kalemlerden, aynı zihinlerden çıkmış metinler. Burada anayasa hukukçularını ve hatta genel anlamda bu işe hukukçuları bulaştırmadan tamamen saf, ham bir toplumsal talep olarak iletilmiş olması da bence çok önemli, çok güzel. Belki bunun için de bu metin bir orijinal metin olarak, hem şekil, şablon hem içerik olarak orijinal bir metin şeklinde karşımıza geliyor.
Ben bir de soru sorayım: Bu meslek kuruluşlarıyla ilgili olarak kamu kurumu niteliğini kaldırıyorsunuz benim anladığım burada. Bununla ilgili belki biraz daha birkaç şey söylerseniz memnun olurum.
Teşekkür ederim.
HAK-İŞ GENEL BAŞKANI MAHMUT ARSLAN – Bu konuda çoğulcu bir yapıyı öngörüyoruz. Burada ayrıntılara da girmedik açıkçası, bir yaklaşım ortaya koyduk. Meslek kuruluşlarının ayrıcalıklarının, bugün var olan bir kısım ayrıcalıklarının Anayasa’da yer almasını açıkçası çok doğru bulmadık. Bunun toplumsal talepleri, o sivil toplum örgütlerinin ne kadar sivilliği, meslek örgütlerinin ne kadar rekabetçi ve çoğulcu bir yapıda olup olmadığı konusuna anlayış getirdik. Bunun yasayla düzenlenmesi hususuna özellikle ağırlık verdik.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Sayın Başkanım, müsaadenizle, bir şey daha.
Devletin niteliklerinin burada bir tanımla, bir perspektifle sunulmuş olması da güzel. Ben, bu konu Türkiye’de sanki sadece belli kesimlerin ortaya koyduğu, ileri sürdüğü yani şu nitelik tanımlansın, bu nitelik tanımlansın şeklindeki bir talebin Türkiye’de belli bazı kesimlere mahsus bir talep olduğu zannediliyor. Fakat bununla ilgili şunu ifade etmek lazım: 1961 Anayasası hazırlanırken devletin nitelikleriyle ilgili orada nasıl ifade edileceği konusu tartışılmıştır. Mesela, laiklikle ilgili üç ana görüş var. Bunlardan birisi -ki, o görüş hâkim olmuş görüş- “Anayasa’ya laiklik kavramını bu şekliyle sadece kavram olarak koyalım.” Bir başka görüş, bunu savunanlar Temsilciler Meclisi, biliyorsunuz, darbeyi yapanların seçtiği bir Meclis, elit bir Meclis, bunlar arasında sosyalistler, İslamcılar esasen yok, burada bir kısmı diyor ki: “Hem kavramı koyalım hem de tanımını yapalım.” Böyle bir görüş var. Bir görüşte ise -bunu savunan, ilginçtir- mesela Türk Ceza Kanunu şerhiyle meşhur olar Abdullah Pulat Gözübüyük, Temsilciler Meclisinde diyor ki: “Kavramı koymayalım, bu kavramın sadece hukuki tanımını koyalım.” Çünkü, konu daha önce de 1950 ile 1960 arasında, hatta 40’lı yıllarda oldukça tartışılmış, mahkeme kararlarında da sorunlu görülmüş bir şey. Burada, bu tür bir tavzihle konulmasını da ilginç bir fikir olarak gördüğümü ifade edeyim.
Teşekkür ediyorum.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Buyurun Sayın Toskay.
TUNCA TOSKAY (Antalya) – Sayın Genel Başkana çok teşekkür ediyoruz. Değerli heyetiyle birlikte Komisyonumuza teşrif ettikleri için ayrıca teşekkür ediyoruz.
Güzel, kapsamlı bir çalışma olmuş.
Komisyon olarak, bizim alt komisyon olarak bir ilkemiz var, biz genellikle bize sunulan şeyler hakkında bir değer yargısı ileriye sürmüyoruz ancak sizi dikkatle dinliyoruz ve bunlardan yararlanıyoruz; bu da tabii katılımcı bir anayasa yapılması bakımdan son derece önemli.
Burada size yöneltebileceğimiz sorular, sizin yaptığınız çalışmayı daha doğru anlayabilmek bakımından belki bazı noktaların açıklanmasıyla ilgili olabilir.
İzin verirseniz, ben, size bir iki soru yöneltmek istiyorum Sayın Başkan.
Bir tanesi, siz bu anayasada başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistemler arasında nerede duruyorsunuz?
İkincisi, yerel yönetimler konusunda teklif ettiğiniz çözüm ile üniter yapı arasında bağlılık nedir?
Şimdilik, bu iki soruyu, lütfeder de cevaplandırırsanız sevinirim.
HAK-İŞ GENEL BAŞKANI MAHMUT ARSLAN – Bu anayasa komisyonumuzun ve Konfederasyon Yönetim Kurulunun belki süreci başlatırken en çok üzerinde durduğumuz, tartıştığımız, çalıştığımız konu.
Biz, Türkiye'nin bugünkü şartlarını, toplumsal yapımızı, Türkiye'nin kendi iç dinamiklerini dikkate alarak bir parlamenter sistem üzerinde yürüdük, başkanlık ve yarı başkanlık sistemi olarak tanımlanabilecek metinler fazla yok ama açıkçası parlamenter sistemin de biraz, sosyal haklar, temel hak ve özgürlükler, insan hakları gibi bir kısım hususlara daha çok yer vererek, parlamenter sistemi daha demokratik, daha özgürlükçü, insan hakları konusunda daha hassasiyetli bir alana çekmeye çalıştık açıkçası. Yoksa, görüşlerimiz başkanlık veya yarı başkanlık değil, biz parlamenter sistem üzerinden yürümeye çalıştık.
Yerel yönetimleri konusunda, tabii atıfta orada çok ayrıntıda bulunmadık, ama özellikle Avrupa Yerel Yönetimler Şartı başta olmak üzere, Türkiye'nin imzaladığı sözleşmelerden de hareketle ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi anlayışımızı biz koruyoruz ve onu destekliyoruz. Ancak, bunu bir özerklik anlamında veya bir eyalet sistemi anlamında değil, yerel yönetimleri yine merkezî yönetimin bir parçası olarak görüyoruz, üniter yapımızın dışında bir yerde görmüyoruz ama güçlendirilmesini istiyoruz çünkü bugün, yerel yönetimler yapısı Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 80’ini temsil etmektedir. Böyle büyük bir kesimi temsil eden yerel yönetimlerin hem işlevsel olarak hem ekonomik anlamda hem de yetki anlamında daha da güçlendirilmesini, biz üniter yapıyı da daha çok güçlendireceğinden hareketle destekliyoruz çünkü eğer bu yerel yönetimlerdeki sorunlar baş edilebilen sorunlar olursa üniter yapıyı da güçlendirecek bir rol üstleneceğini düşünerek öyle bir denge kurmaya çalıştık.
Yalnız 53’üncü maddede, ikinci paragrafın başlangıcında “Devlet başkanlığına” diye bir tabir var. Üçüncü paragrafta da “Cumhurbaşkanı seçilmiş olur.” diyor.
HAK-İŞ GENEL BAŞKANI MAHMUT ARSLAN – Evet, bu tabir, aslında “devlet başkanlığı” ifadesi yer almayacak, genel olarak “Cumhurbaşkanlığı” ifadesi… Yazım hatası olmuş, tamamında “Cumhurbaşkanlığı”. Orada tashihe ihtiyaç var efendim.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Sırrı Süreyya Bey, buyurun.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Efendim, ben de öncelikle hoş geldiniz demek istiyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Elinize sağlık, emeğinize sağlık. Gerçekten, bu yukarının aşağıdan daha fazla bildiği ya da daha iyi bildiği meselesi benim nazarımda hep bir hurafedir. Emek örgütleri kendileri için ve ülke için bir önerme, bir çatı kurabilecek en yetkin örgütlenmelerdir. Bu anlamda, öncelikle tebrik ediyorum böyle bir yola, hazır bir şablona tenezzül etmediğiniz için.
İkincisi, kadın hakları konusunu ayrı bir başlık altında düzenlemenizin çok önemli olduğu, çok yüksek bir değer biçilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Kendimi tutamasam daha fazla öveceğim. Ne söylense azdır. Onun için, ayrıca bir teşekkür ediyorum.
Göçmen hakları, çocuk hakları gibi bugüne kadar hak statüsünde zikredilmeyen birtakım şeylerin bir hak başlığı altında düzenlenme ihtiyacını hissetmiş, teşhis etmiş olmanızı da kıymetli buluyorum.
Bu kadar övgüden sonra, eğer müsaade ederseniz bir iki tane de sitemimi söylemek istiyorum bir emek örgütü kökenli insan olarak.
Biraz birey hak ve özgürlükleri meselesinde netameli birtakım alanların hep “Kanunla düzenlenir.” faslına bırakılmasını yadırgadım. Ülke gerçeklerini, sendikanın içinde bulunduğu, gözetmek zorunda olduğu dengeleri, bir ortak kanaat oluşturmanın zorunluluğunu bilerek bunları söylüyorum. Keşke bu konuda biraz daha kanuna bırakılmayacak düzenlemeleri tercih etsek çünkü bu ülkede gerçekten, şu an, bu ülkenin temel ihtiyacı bir anayasa mı yoksa yürürlükteki Anayasa’yı bile geride bırakan vahim kanun düzenlemeleri mi, üstelik onu da geçerek, bu kanunun kolluk ve yargı tarafından, yürütme tarafından kavrayış biçimi mi dediğinizde, benim şahsi düşüncem, neredeyse Anayasa en sona atılır. Onun için, kanuna bırakmak bu ülkede zalimin eline bırakmak gibi bir anlam taşıyor.
Böyle bir küçük sitemimle beraber, tekrar teşekkürlerimi bildiriyorum.
Saygılar sunuyorum.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Efendim, izninizle ben de birkaç soru sormak istiyorum.
Bir, temel hak ve özgürlüklerle ilgili iki soru orada.
Bir: Sırrı Süreyya Bey’in dediği gibi, burada iki sistem var. Yani ya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde olduğu gibi temel hak ve özgürlüğü yazarsınız, altındaki paragrafta da bunun nasıl sınırlandırılacağını yazarsınız ya da sınırlamaya hiç yer vermezsiniz
sınırlamaya hiç yer vermezsiniz metinde, o Anayasaysa Anayasa, genel bir sınırlama koyarsınız, kanuna bırakırsınız.
Şimdi, her ne kadar, böyle, teker teker sınırlama getirmemek daha doğru gibi gözüküyorsa da, temel hak ve özgürlükleri daha genişletici gibi gözüküyorsa da Sırrı Süreyya Bey’in değindiği bir problem var: Gerçekte metinde sınırlamayı getirmeyip kanuna bıraktığınız zaman kanun koyucunun takdirine kalacaktır bu sınırlama ve çok daha geniş bir şekilde sınırlanabilecek. Siz de acaba bunu paylaşıyor musunuz?
İkincisi, “Bireysel hak ve özgürlükler.” diyorsunuz, “Bireyin hak ve özgürlükleri” diyorsunuz, onun altında ailenin korunması düzenleniyor, aile hayatının gizliliği düzenleniyor. Tabii, aile toplumun temelidir filan ama aile klasik tasnifte birey hak ve özgürlükleri altında hiçbir zaman ele alınmıyor çünkü aile bir birey olarak görülmediği için… Eğer aileye yer verilecekse birey hak ve özgürlükleri altında yer vermek ne kadar doğru?
Üçüncüsü, bu sosyal ve ekonomik haklardan söz ederken efendim, kamu çalışanlarından ayrıca hiç söz etmiyorsunuz benim gördüğüm kadarıyla. O zaman bu, şu mu demek: Buradaki bütün bu sendikal haklar, grev hakkı, toplu iş sözleşmesi hakkı aynı şekilde kamu çalışanları için de geçerli mi? Hiçbir istisna gözetmeden yani mesela polisin veya askerin de grev hakkı olacak mı o zaman? Böyle bir soru aklıma geliyor.
Tabii, bir dikkati çeken şey de bu uluslararası anlaşmalardan bahsederken şimdiki Anayasa’nın 90’uncu maddesinin son paragrafına hiç yer vermemişsiniz. Yani “Uluslararası anlaşmayla bu Anayasa hükmü arasında, insan haklarına ilişkin anlaşmayla yasalar arasında bir çelişki olursa esas olan uluslararası sözleşmedir.” hükmüne hiç yer vermemişsiniz. Bu kasıtlı bir amaç mıdır, yoksa bir gözden kaçırma mıdır onu sormak istemiştim?
HAK-İŞ GENEL BAŞKANI MAHMUT ARSLAN – Çok teşekkür ederim Sayın Türmen.
Özellikle biz sanıyorum 26’ncı maddede “Temel Hak ve Özgürlüklere İlişkin Sınırlandırmalar” bölümünü biraz önce de ifade etmiştim, her madde için değil de o maddede bir anayasal metin olarak koyduk orada yani hangi hâllerde sınırlandırma yapılabileceği şeklinde. Bir eksik olarak görmedik onu.
Ailenin korunması konusu, bu tabii ki tartışılabilir, onun yeri, orada yer almaması anayasa şekilleri açısından uygun olmayabilir. Doğrusu o bizim açımızdan başka bir yerde de değerlendirilebilir, onunla ilgili sorun yok bizim açımızdan.
Üçüncüsü, aslında kamu çalışanları konusunda “Kamuda çalışanlar”, “Kamu görevlileri” ifadeleri var dolayısıyla biz bir bütün olarak görüyoruz çalışanları. Yani özel olarak kamu çalışanları, işçiler vesaire değil de, biz orada bir sınırlandırma da getirmiyoruz, özellikle örgütlenme konusunda, toplu sözleşme hakkı konusunda bütün çalışanlara bu imkânın verilmesini içeren bir yaklaşımımız var burada. Tabii bu ayrıntılar yasalarla düzenlenecek ama yaklaşımımız bir sınır, bir şey getirmiyor, hem örgütlenme, sendika, toplu sözleşme konusunda böyle bir sınır getirmeyi uygun görmedik.
Bir de, doğrusu sizin sorduğunuz soru bizim için aslında çok önemli yani uluslararası sözleşmeler, mevcut Anayasa’daki 90’ıncı madde. Ama aslında burada daha çok Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetki sınırları içinde onaylanmış, usulüne uygun yapılmış bir sözleşmeye atıf da var zaten, düzenlemede orada ona yer veriyoruz. Dolayısıyla bence Anayasa’da bu şekliyle düzenlenmiş olması o kaygıları giderecek diye düşünüyoruz. Yani şöyle, bir şeyi de dışarıdan bakıldığı zaman bir uluslararası mahkemelerde görev almış bir yargıç olarak sizin açınızdan belki bir nakısa gibi görülse de biz de şöyle bakıyoruz: Yahu, bu ülke kendi dinamikleriyle, kendi imkânlarıyla aslında bu uluslararası sözleşmelerdeki hedefleri kendi düzenlemesiyle de yapabilir. Burada o sözleşmeye atıf değil de ülkemizin Parlamentosunda geçmişse bu, usulüne uygun bir düzenleme yapılarak kabul edilmişse, bu zaten iç hukukumuzun bir parçası oluyor. Yani orada atıf olarak, özel olarak 90’ıncı maddeye yer vermememiz onu küçültmek anlamında değil de bir yöntem olarak benimsedik. Eğer Türkiye Büyük Millet Meclisinde bu görüşülmüş, usulüne uygun şekilde de onaylanmış ise bence bu bizim iç hukukumuzun bir parçası olacaktır. Onu düzenlediğimizi düşünüyorum, metinlerde o var.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Sağ olun efendim.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Bu ülkenin çok değil yani son bir haftalık hafızasında şöyle şeyler var. Ben bu kanuna bırakma ve kanunla düzenleme meselesinde çok kötü çağrışımlara sahip olduğumuzu düşünüyorum milletçe. Düşünün ki bir genel düzenleme yapılıyor, genel hukuki bir düzenleme yapılıyor, bunun içerisinde önlemler alınıyor ya falanca da bundan faydalanırsa diye. Bu, hiçbir vicdanın, hiçbir hukuk mantığının takdir edersiniz ki kabul edemeyeceği bir şeydir. Kanuna bıraktığımızda böyle oluyor. Kanun koyucu, iktidarı elinde bulunduran çoğunluk mevcut statükoyu zorlayan her türlü şeye değişik önlemler alıyor.
Şimdi, burada mesela eğitim-öğretim dili meselesinde Anayasa’nın başında “Resmî dili Türkçedir” gibi daha çağın gereğine uygun bir şey kullanıyorsunuz ama buraya gelince aynı başlık altında iki mesele düzenlenmiş: “Kılık ve kıyafetinden dolayı hiç kimse eğitim ve öğretimin hiçbir aşamasından mahrum bırakılamaz.” Bütün kalbimle katıldığım ve hayatım boyunca da fiilen savunduğum bir şey. Şimdi bunu kanuna bırakmıyorsunuz, bunu dercetme konusunda gayet kararlısınız, doğru olanı da bu. Peki, mesela iş güvenliği açısından, siz çok daha iyi bilirsiniz, anlamadığı dilde uyarı levhalarının olduğu bir ortamda çalıştırır mısınız işçiyi, sendika olarak müdahil olmaz mısınız? Komutların kendi ana dilinde olmasını, anladığı dilde olmasını falan sağlamaz mısınız? Niye kıyafet için bu hassasiyeti gösteriyorsunuz da “Herkes ana dilinde eğitim-öğretim görebilir.” gibi bir şey yapamıyorsunuz ve -Ben bunu merak ediyorum- onu kanuna bırakıyorsunuz?
HAK-İŞ GENEL BAŞKANI MAHMUT ARSLAN – Teşekkür ederim.
Tabii, bu anayasa taslağında özellikle madde bazlı yazım sürecinde çok uzun tartışmalar yaptık gerçekten. Kesinlikle “Türkçeden başka dillerde eğitim yapılamaz.” veya böyle bir sınırlandırma yok metinde. Biz bu maddeleri yazarken şuradan hareket ettik: 1982 Anayasası bir tepki anayasasıydı yani o güne göre, o günün şarlarında kendilerince düzenlenmesi gereken, yasaklanması gereken, tedbir alınması gereken alanlarla ilgili bir tepki anayasasıydı. Biz böyle bir tepki anayasası pozisyonuna getirmeden, daha çok… Sayın Türmen’le de başında konuşmuştuk, dedim ki: “Dört siyasal parti bir uzlaşma sağlanamazsa ne olacak?” Dedi ki: “Biz aslında uzlaşmak zorundayız.” Bence biz uzlaştığımız bir anayasayı düşleyerek bu metinler üzerinden yürüdük. Onun için bir kısım başka düzenlemelerin yapılacağından varsayarak özgürlükçü bir anayasa yapma imkânını elimizden kaçırırız diye korkuyoruz açıkçası.
Ben Türkiye toplumunun sağduyusuna inanıyorum. Eğer biz telaşsız bir ortamda, çatışmadan, kavga etmeden, uzlaşmayı esas alarak bir yol açabilirsek kendimize ki şu anda bu yolu açtı Parlamentomuz, grubu bulunan partilerimiz açtı en azından, ben bu yolda yürürsek bu kaygıların giderileceğini düşünüyorum. Eğer biz her şeyi anayasa metnine yazarak çözmüş olsaydık bugün yeni bir anayasaya ihtiyacımız yoktu çünkü 1982 Anayasası bir kanundan daha öte ayrıntılara yer vermiştir ama bütün bunlar bizim sorunlarımızı çözmekten uzak olmuştur. Biz bir demokrasi kültürü yerleştirmeyi hedefleyerek, onun varlığını düşünerek böyle bir açılım yapmaya çalıştık. Mümkün olduğunca sınırlandırmayı yapmamaya gayret ettik ama toplumsal dinamikler, uzlaşma kültürümüz, sosyal diyalog mekanizmalarını çok işleten bir kurum olarak bu mekanizmalara güveniyoruz, inanıyoruz. Bunu belki yasalarla, anayasayla değil de bir toplumsal uzlaşmayı yaparak çözmek mümkün olacak. Biz Türkiye’nin en netameli konularını da buradan hareketle çözülebileceğinden yola çıkarak bunu söyledik, yoksa, aksi hâlde başka düzenlemelere orada yer verirdik. Asıl ne yapmak istediğimizi siz anladınız ama bunun belki nasıl yapılacağı konusunda itiraz var, ona da saygı gösteriyorum, bizim yolumuz bu şekilde.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Biz tartışmıyoruz, tabii tabii.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Son olarak Tunca Bey’in söyleyeceği bir şey var.
TUNCA TOSKAY (Antalya) – Sayın Başkan, ben özellikle yalnız anlamaya çalışıyorum, içeriğinde netliğe ulaşmak için soru soruyorum, hiç kendi değer yargılarımı sizlerle paylaşmıyorum, sizin değer yargılarınıza da saygı duyuyorum.
74’üncü maddede Diyanet İşleri Başkanlığını düzenliyorsunuz. Orada “…katılımcı, özerk bir yapıda, tarafsızlık ilkesine göre kurulur.” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
HAK-İŞ GENEL BAŞKANI MAHMUT ARSLAN – Bizim Diyanet İşleri Başkanlığının bugünkü yapısının bir kısım sorunlara cevap veremediği noktasında bir kanaatimiz var. Bu yapıyı nasıl, bütün kesimleri, bütün dinî grupları, bütün dinî inançları içine alabilecek bir demokratik yapı oluşturulmasını hedefliyoruz. Yani Türkiye’de herkesin, her dinî inancın, her dinî grubun kendisini orada temsil edildiğine inandığı bir yapıyı kuramazsak, bugünkü tartışmalardan kurtaramazsak bence Diyanet İşleri Başkanlığı gibi çok önemli bir kurumun gerçek işlevini yerine getirememesi gibi bir endişemiz var bugün. Bu endişeyi dağıtmaya yönelik bir çözüm arayışımız var. Oradaki ifadelerimizde daha çok onu hedefliyoruz yani bütün dinî grupları içine alan bir üstyapı gibi değerlendirmek. Onun altında her dinî grubun kendi sembolleri, kendi inançları, kendi bir kısım talepleri doğrultusunda şekillendirmeyi hedefliyoruz ki biz açıkçası Diyanet İşleri Başkanlığının yer almasını istedik Anayasa’da ama “Bunun işlevini ve yapısını biraz daha demokratik, daha katılımcı bir yapıya nasıl dönüştürürüz?” onun işaretlerini vermeye çalıştık. Tabii, netameli konularda çok net yargıda bulunmaktan ziyade bunu tartışalım istiyoruz yani bu konuda bir çıkış arıyoruz, sorunlar var. “Bu çıkışı da ne yapabiliriz, nerede yapabiliriz, nasıl yapabiliriz?”den de hareketle bir yaklaşımımız oldu.