7.6. Hikmet-İllet
İhtiyarî fiillerin gerçekte iyilik ve kötülük niteliği taşıyıp taşımadığı problemine indirgeyebileceğimiz hüsün-kubuh meselesi, Kelâm, Ahlâk, Fıkıh Usûlü ve Hukuk Felsefesi’nin en önemli konularından birisidir. Mu’tezile ve Hanefî-Mâturîdî gelenek bu konuda akla daha fazla yer vermektedir. Onlara göre fiillerin hüsün veya kubuh niteliği taşıması zatları gereğidir. Akıl, dinin getirdiklerini anlamaya aracı olmak yanında din gelmeden önce de fiillerin -en azından bir kısmının- iyi veya kötü olduğunu kavrayabilir. Mu’tezilî kelâmcılara göre iyilik, kötülük, adalet gibi ahlakî değerler, Allah’ın iradesinden bağımsız, gerçek bir var oluşa sahiptir.
Cebriye’ye ve Eş’arîler’e göre fiillerin aslında hüsün ve kubuh yoktur ve aklın bunların iyi mi kötü mü olduğunu kavraması beklenemez. Fiiller ancak Allah’ın emretmesi veya yasaklamasıyla hüsün veya kubuh niteliği kazanır. Eş’arî’ye göre iyi, kötü, adalet gibi Allah’ın iradesinden bağımsız, objektif ahlâk değerleri yoktur. İyi ve kötü gibi ahlakî kavramlara muhteva kazandıran Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Yalan sadece, Allah kötü kıldığı için kötüdür. Allah yalanı iyi kılsaydı, şüphesiz o iyi olurdu. Eğer yalan konuşmayı emretseydi, O’na hiçbir itiraz olmazdı. Bütün fiiller, Allah açısından iyi veya kötü şeklinde herhangi bir değer taşımazlar. Çünkü iyi fiilleri de, kötü olanları da Allah yaratmıştır. Fakat kötüyü kendisi için değil, insanlar için kötü yaratmıştır.
Mâturidîler’e göre insan fiilleri üç grupta incelenir. Bunlardan ilki Allah’ın varlığını ve birliğini bilmek gibi, aklın çaba harcamadan elde edebileceği bedihî bilgilerdir. İkinci grup fiillerin hüsün veya kubuhu istidlâl yoluyla elde edilir. Bir caninin elinden masum birini kurtarmak için yalan söylemenin gerektiği bu tür bir fiildir. Üçüncü grup fiiller ise ancak dinin bildirmesiyle bilinir. İbadetlerin şekli ve sayıları aklın yalnız başına kavraması beklenemeyen fiillerdir.
Mâturîdî’ye göre her hangi bir fiilin yergiyi veya azabı yahut övgüyü veya sevabı hak etmesi, insanın onu seçmesine ve maksadına dayanır. İnsan iyi veya kötü fiili istemişse Allah onda onun kudretini yaratır. Fiil, özü itibariyle övgü ve yerginin yahut mükâfat ve cezanın sebebi olmayıp tersine iyi ve kötüye elverişli olabilir. Başka bir ifadeyle fiil, fiil olmak bakımından ne iyidir, ne kötüdür, ne güzeldir, ne çirkindir. Onun iyi veya kötü, güzel veya çirkin olması insanın ona olan kastına bağlıdır.
Hüsün-kubuh meselesi ile şer’î bir delilden, aklın kullanılması yoluyla hükmü olmayan bir konunun hükmünün çıkarılması esasına dayanan kıyasın ilişkisi kurulmaktadır. Eğer aklın hüsün veya kubuhun belirlenmesinde bir rolü olduğu düşünülüyorsa kıyasa da olumlu bakılmaktadır. Bu anlamda hüsün-kubuhun zâtî olduğunu kabul edenler, bu görüşlerine aklî delil getirirken şunu söylemektedirler: Eğer fiillerde aklın bilebileceği zâtî bir hüsün-kubuh olmasaydı, hükümlerin bazı iyilikler/mesâlih veya kötülükler/mefâsid ile illetlendirilmesi ve bu illet üzerine yeni hükümler inşa edilmesi dolayısıyla kıyas yapılması mümkün olmazdı. Kelâma dair bir tartışma olan hüsün-kubuh konusunun fıkıh usulünün alanına giren kıyasla ilişkilendirilip hüsün-kubuhun aklî oluşunun bir anlamda kıyasın delil oluşuna kanıt olarak sunulması, kelâmın, fıkıh usulüne dair görüşlerin oluşmasına kaynaklık ettiğini göstermesi bakımından dikkate değer bir örnektir.
7.8. Rızık
Rızık, kendisiyle gıdalanılan şey, kendisiyle faydalanılan şey gibi değişik şekillerde tanımlanmıştır. Genel anlamda Ehl-i Sünnet, haram yollardan kazanılıp elde edilen şeylerin de rızık olduğunu ileri sürmektedir. Ehl-i Sünnet’in bu kanaate ulaşmasında rızkın kelimesinin lügatte, gıda, mukadder kuvvet ve mamalarına gelen şeylerin tamamının ismi olmasının etkisi vardır. Mu’tezile ise haramın rızık olmadığını savunur. Onlara göre rızk sadece helal yolla elde edilen, sahip olunan maldır. Kul, Allah’ın başkası için rızık kıldığı şeyi yemeye, kendine rızık kılınanın da diğerlerinin ulaşmasına engel olmaya kâdirdir.
Kadı Abdulcabbar, rızkı mutlak ve tayin edilmiş şey olarak ikiye ayırmaktadır. İlk gruba ot, su gibi şeyler girerken ikinci grubu malik olunan eşya ihtiva etmektedir. İnsanlar için geçerli olan mülkün sebebi mülkiyet, veraset veya alış-veriştir. İnsanlar için bunun dışında bir rızıktan söz etmek mümkün değildir.
Mu’tezile’ye göre rızık Allah’a nispet edilir. Çünkü O’ndan başka rızık verici yoktur. Kul, haram yemekten ötürü kötülenmeyi ve cezalandırılmayı hak eder. Allah’a isnat edilen şey ise kötü olamaz. Haram da çirkin olduğu için O’na nispet edilemez. Allah haramın kazanılmasını ve infakını yasaklamıştır. Haram rızık olsaydı yasaklanmazdı. Görüldüğü üzere onların haramı rızık olarak kabul etmemelerinin altında yine adalet prensibi yatmaktadır.
Eş’arî, Allah’ın mutlak yaratıcılığını ve iradesini öne çıkartarak haramın da rızık olduğunu savunur ve mülkiyetin dışındakilerin rızık olamayacağı fikrini şiddetle reddeder. Ona göre haramın rızık kabul edilmemesi durumunda, haram yiyenlerin, Allah’tan başkası tarafından rızıklandırıldığı anlamı çıkar. Bu ise Allah’ı inkâr demektir. Aynı şekilde mülkiyet dışındakilerin rızık olduğunu şu şekilde savunur: Annesinin sütünü emen çocuk ile ot yiyen hayvanı kim rızıklandırmaktadır? Bunları rızıklandıran Allah ise ve bu rızıkların sahibi çocuk ve hayvan değilse buradan haram rızkın sahibinin de Allah olduğu sonucu çıkar. Eş’arî burada Mu’tezile’nin rızık ile ilgili görüşlerini eleştirirken onların çok önem verdikleri tevhid ilkesinden hareket ederek, sahip oldukları düşüncenin tevhidi yıktığını iddia etmesi hayli dikkat çekicidir.
Eş’arî’nin sahip olduğu Allah tasavvurunun bu sonuca ulaşmasında etkisi dikkatten kaçmamalıdır. Ona göre haramın rızık olmaması durumunda iki rızıklandırıcının varlığı söz konusu olacaktır. Yine bu durumda haramla rızıklanan cismin kuvvet kazanması da Allah tarafından olmayacaktır. Çünkü haramla rızıklanan beden, haramla kuvvet bulmuştur. Şu halde söz konusu kişinin bedeninin sağlamlığı Allah’ın dışında haramla rızıklandıran birinin mevcudiyetini gerektirir. Bu düşünce ise büyük bir küfürdür.
Cüveynî, rızkın helal ve haram olmak üzere ikiye ayrıldığını kabul eder. Yararlanılan her şeyin, yararlananın rızkı olduğunu söyledikten sonra Allah’ın rızık verici olduğunu, O’nun dışında rızık verici ve yaratıcı olmadığını ekleyerek Eş’arî’nin görüşüne katılır. Ona göre haram iş yapanların, Allah’ın rızkının dışında olduğuna inanmak, mahlûkatın çoğunun büyük zaman dilimleri içinde O’nun yaratması dışında bırakıldığı anlamına gelir. Oysaki Allah, “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın…”53 buyurmuştur.
Mâturîdî, Allah’ın rızkı vermeyi üzerine aldığının yukarıdaki ayette açık olduğunu ve rızık konusunun O’nun temlik etmesi veya yedirmesiyle elde edilebilir bir durum kazandığını belirtmektedir. Sâbûnî, rızkı, canlının kendisiyle beslendiği şey olarak tanımlayarak haram yiyen insanın Allah’ın rızkını yemediğini söylemenin yanlış olduğunu ifade etmektedir. Lâmişî, rızkın kelime manalarından yola çıkarak gıda ve kuvvetin helalden olabileceği gibi haramdan da olabileceği kanaatindedir. Burada asıl olan insanın bu rızıktan faydalanmasıdır. Faydalanılan metanın aslen ya da sonradan bir gerekçe ile haram ya da helal olması önemli değildir. Lâmişî’nin bu rızık anlayışı sadece helali rızık olarak değerlendiren Mu’tezilî anlayıştan daha kapsamlı ve kuşatıcıdır. Zira bir takım insanlar hayatlarında haramdan başka bir şey yemedikleri halde onlar için dünyada Allah’ın verdiği rızıktan bir şey yemediklerini ya da Allah’ın onları rızıklandırmadığını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla hiç kimse Allah’ın verdiği rızkın dışında bir şeyle rızıklanmaz.
Eş’arîler ve Mâturîdîler, rızkın Allah’tan başkasına atfedilmemesi konusunda fikir birliği halindeyken Mu’tezile, haram rızkın “kötü olma” vasfından dolayı Allah tarafından yaratılmış olamayacağını savunmaktadır. Burada da Mu’tezile’nin adalet prensibi gereği kötü fiillerin Allah’a isnadının yapılamayacağı yaklaşımı görülmektedir.
7.9. Salah-Aslah
Mu’tezile’nin adalet prensibinin uzantısı olarak tartışılan bir konudur. “Salah-aslah” veya “vücûb alallah” kavramları çerçevesinde ele alınır. Mu’tezile’ye göre Allah, kötü niteliği taşıyan fiilleri yaratmaz. Kullar için zararlı ve faydasız olan şeyler “kötü” olduğuna göre Allah bunları da yaratmaz. Aksi halde Allah’ın adaletine gölge düşer. O halde Allah kulları için yararlı olanı yaratmalıdır.
Ebu’l-Huzeyl’e göre Allah’ın kulları için en uygun (aslah) olanı yaratması vacip iken Nazzam, uygun (salah) olanı yaratması gerektiğini savunur. Dolayısıyla o, mevcut olandan daha güzelini de yaratabilir. Mu’tezilî anlayışta bu, Allah’a mahsus, yaptırımı olmayan bir vücûptur ve kişinin bir şeyi dıştan hiçbir tehdit ve telkin olmadan, kendisi için gerekli kılmasına benzemektedir.
Mu’tezile’nin bu anlayışı, onların diğer bazı görüşlerinin şekillenmesinde de etkili olmuştur. Bir Mu’tezilî olan Nazzâm’ın kıyas karşıtı düşüncesinin temelinde onun salah ve aslah görüşü olduğu söylenir. O, şayet kıyasta kulların maslahatı olsaydı Allah’ın onu kitabında bildireceğini söyleyerek kıyası kabul etmemiştir.
Mâturîdî’ye göre, Mu’tezile’nin bu düşünceye ulaşmasında Allah’ın birine zarar getirecek bir fiili başlatıp yürütmesi, O’ndan hikmet niteliğini kaldıracağı kabulü yatmaktadır. Bundan dolayı Mu’tezile yapacağı her işte dinî açıdan başkası için en uygun olanı ve sonuç itibariyle diğeri için en güzel bulunana riayet etmesini Allah’a vacip görmüşlerdir. Mu’tezile, Allah’ın gerçekleştireceği fiilin başkasına fayda sağlamasını ya da ondan bir zararı defetmesini zorunlu kabul etmiştir.
Sâbûnî, Mu’tezile’nin bu konudaki iddiasını “Allah’a zorunluluk yükleme” olarak anlamış ve çeşitli yönlerden itiraz ederek bir anlamda Ehl-i Sünnet’in ortak tavrını ortaya koymuştur. Ona göre ulûhiyet, zorunluluğu kabul etmez. Bu aynı zamanda Sâbûnî’nin “hidâyet teorisi”ne de aykırıdır. Sâbûnî’ye göre Allah, kullarına hidâyet vererek onlara lütfetmiştir. Mu’tezile’nin iddia ettiği gibi kullarının hidayeti Allah için zorunlu olsaydı bu lütuf olmazdı. Sâbûnî, Allah için bir şeyin zorunlu olmasının, O’nun kudret sahasını sınırlama anlamına geleceğini söyler. Böyle bir durumda, Allah’tan bağış ve yardım ile fiillerimizin rızasına uygun kılınma gibi içerikler taşıyan dualarımızın bir anlamı kalmazdı. Zira Mu’tezilî anlayışta Allah zaten bunları yerine getirmeye mecburdur. Ayrıca Allah her türlü imkânı verdiği halde kâfir imana gelmediğine göre kulları için yararlı olanı değil, zararlı olanı yerine getirmiş olur.
Dostları ilə paylaş: |