7.4. Ecel
Ecel, bir şeyin süresi ve sürenin sonu, an, dönem, müddet anlamlarına gelir. Her canlının ölümü tatmasından tabii bir şey yoktur. Bu konuyla alakalı olarak Kelâm’da yürütülen tartışmaların merkezinde maktulun eceli konusu vardır. Ehl-i sünnet, öldürülen kişinin eceliyle öldüğünü kabul eder. Mu’tezile’ye göre de ecel tayin ve tespit edilmiştir. Onların çoğunluğu ecelin asla değişmediğini ve değiştirilemeyeceğini, insan ister tabii yoldan ölsün isterse biri tarafından öldürülsün, her iki durumda da kendisinin yazılmış eceli ile öldüğünü kabul etmektedir. Zira bir kişinin eceli, öldüğü zamandır. Ancak Mu’tezile, öldürülen birinin ömrünün katil tarafından kısaltılıp kısaltılmadığı, başka bir deyişle kişi biri tarafından öldürülmemiş olsaydı durumunun ne olacağı hususunda farklı görüşler ileri sürmüştür.
Çoğu Mu’tezilîler’e göre maktül, katilin fiili sebebiyle ölmüştür. Şayet katil öldürmeseydi, maktül kesinlikle yaşardı. Katilin cezayı hak etmesi maktülü öldürmesi ve hayatını kesmesi sebebiyledir. Kadı Abdulcabbar’a göre maktül eceliyle ölmüştür. Katil onu öldürmeseydi, onun ölmesi de yaşaması da mümkün olacaktı. Ebu’l-Huzeyl el-Allaf ise, katil öldürmese bile, ölenin yine de öleceğini söyler. Aksi halde katilin eceli kesmesi ve ömrü kısaltması gerekirdi. Bu ise imkânsızdır.
Bu konudaki genel Mu’tezilî kabulün arka planında adalet prensibi ve onların kulların filleri konusundaki tavırları yatmaktadır. Onlara göre öldürme kötü bir fiil olduğuna göre bu fiili Allah’ın işlemesi düşünülemez. O halde bunu katil işlemiştir. Sorumlusu odur ve bundan dolayı da maktulün eceli ileri alınmıştır. Öldürülme zamanı o kişi için yeni bir ecel anıdır.
Mu’tezile’ye gören ecelinden evvel öldürülen maktul, asıl eceli ile ölmemiştir. Aslen onun için ayrı bir ecel söz konusudur. Mu’tezile, bu tezlerini savunabilmek için öldürmenin cezası olan kıyas ve diyetin neden gerektiğini sorgulamıştır. Onlara göre şayet ölen eceli ile ölmüş olsaydı, kâtilden bu şekilde diyet veya kısas istenemez; eceli ile ölen bir kimsenin ölümü “katl” diye isimlendirilemezdi.
Eş’arî, Mu’tezile’nin katilin, maktülü öldürmeye ve onun ecelini vaktinden önceye almaya veya onu öldürmemeğe kadir olduğunu, ecelini vaktine bırakmaya gücü yettiğini, neticede insanın eceli erteleyebilme, ruhu çıkarabilme gücüne sahip olduğunu iddia ettiğini söyler. Eş’arî’ye göre bu söz insanı dinden çıkmaya götürür. Eş’arî, ölen ve öldürülenin kendi eceliyle ölmüş ve öldürülmüş olduğunu savunur. O; “Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.”42 ayetine dayanarak kesin konuşur. Ona göre sözü uzatmanın bir anlamı yoktur.
Cüveynî, maktülün katil tarafından öldürülmemesi durumunda mutlaka yaşayacağı, başka bir deyişle maktülün ecelinin katil tarafından kesildiği inancını garip bir anlayış olarak görür. Ona göre maktül, Allah’ın ilminde ölecek diye yazılı idiyse kesinlikle ölür. Eş’arî ve Cüveynî gibi onu takip edenler ecel hususunda ilahî ilim ve iradeye dayanmakta ve ilahî kaderi ön plana çıkarmaktadırlar.
Mâturîdî de ecel konusunu Allah’ın ilmine bağlı olarak açıklamaktadır. O, bu konudaki açıklamalarını Mu’tezile’den Ka’bî’nin görüşlerini dikkate alarak yapar. Ka’bî, eceli, Allah’ın ilmine göre kişinin öldürülmesiyle meydana gelen ecel ve katilin öldürmekle belirlediği ecel olmak üzere ikiye ayırmıştır. Ona göre maktül, Allah’ın fiiliyle değil, katilin eceli kesmesiyle ölmüştür. Mâturîdî, bu düşünceyi Ka’bî’nin Allah hakkındaki bilgisinin eksikliğine bağlamaktadır. O’na göre levh-i mahfuza “kişi şöyle yaparsa şu sonuç, böyle yaparsa bu sonuç gerçekleşecektir” şeklinde yazdığını düşünmek yanlıştır. Çünkü bu, geleceği bilmeyenin durumudur. Mâturîdîler’e göre Allah, kulları hakkındaki ilmine ve iradesine uygun olarak onların ecellerine hükmetmiştir.
Mâturîdî anlayışa göre bu konu fiillerin yaratılması meselesiyle aynı doğrultuda değerlendirilmelidir. İnsan fiilin yaratıcı ise, ancak o zaman var olan ecelini keser, öne alır ya da geciktirebilir. İnsan fiillerinin yaratıcısı Allah ise, o zaman insan her ne şekilde ölürse ölsün eceli ile ölmüş olur. Çünkü ölüm anı onun için eceldir ve bunu o belirlemez. Onu ancak tüm fiillerin hâliki olan Allah belirler.
Ecelin kaza ve kadere imanın bir parçasını oluşturan bir mesele olduğu ve bunun daha ziyade ilahî ilim ve iradeyi ilgilendirdiği dikkate alınırsa, insanlar için önceden belirlenen değişmez bir ecel takdir edildiğini benimseyen görüşün daha isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Zira kişilerin sağlık kurallarına uyup uymayacakları, bu konuda ne gibi gelişmelerin ortaya çıkacağı, herhangi bir kaza ve katil hadisesiyle karşılaşıp karşılaşmayacakları hususları ilahî bilgi ve iradenin kapsamı dışında değildir. Ancak burada sözü edilen ilahî bilgi ve iradenin her zaman insanın elini kolunu bağlayan, onu robot haline getiren bir belirleyicilik ve bir alın yazısı olarak düşünülmesi doğru değildir. Çünkü böyle bir durum, kişinin ihmaline ve tembelliğine ilahî bilgi ve iradeyi mazeret olarak göstermesine zemin hazırlanmış olur. Nitekim tarihi süreçte ve günümüzde buna dair örnekleri bulmak güç değildir.
Bu bakımdan rızık ve ecel gibi kader ve kaza ile ilgili konuları ilahî bilgi ve irade kapsamında değerlendirirken, Ebû Hanîfe’nin şu sözünü göz önünde bulundurmak gerekir: “Allah, eşyayı ezelde yaratılmadan önce biliyordu. O, eşyayı takdir etmiş ve oluşturmuştur. Dünyada ve ahirette O’nun meşieti, ilmi, kazası ve kaderi dışında hiçbir şey yoktur ve bunları levh-i mahfuza yazmıştır. Ancak onları hüküm olarak (şöyle olsun, böyle olsun diye) değil de vasıf olarak ( şöyle olacak, böyle olacak diye) yazmıştır. Kaza, kader ve meşiet, O’nun ezelî ve bizce bilinemeyen sıfatlarıdır. Allah yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir. Onu var ettiği zaman da nasıl olacağını bilir ve onun nasıl yok olacağını da bilir.”
7.5. Hidâyet-Dalâlet, İman-Küfür
Birçok konuda olduğu gibi Kur’an, hidâyet-dalâlet konusunda da iki yönlü açıklamalar getirmiş, hidâyet ve dalaleti bazen Allah’a bazen insana nispet etmiştir. Aynı konunun uzantısı olarak görünen iman ve küfrün de benzer bir yapı taşıdığı söylenebilir.
Hidâyet doğru yolu bulma ve açıklama, dalâlet ise yoldan sapma anlamlarına gelmektedir. “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.”43 ayetinde olduğu gibi dalâlet, hidayetin zıddı olarak kullanılır.
Mu’tezile’ye göre hidâyet, Allah’ın doğru yolu göstermesi ve açıklaması, idlal (saptırma) ise kulu sapık olarak isimlendirmesi veya kul kendi nefsinde dalâleti yarattığında onun sapıklığına hükmetmesi demektir. Mu’tezile’den Cübbaî, Allah’ın isim ve hüküm vermekle hidâyet ettiğinin söylenemeyeceğini, bunun yerine bütün varlıklara yol göstermek ve beyan etmekle hidâyet ettiğinin söylenebileceğini savunur. Nazzam ise, müminlerin itaat ve imanlarını hidâyet olarak adlandırmanın caiz olacağını, bunun Allah’ın hidayeti olduğunu söyler. Ona göre dalâlet, insanların şaşkın ve sapık olarak isimlendirilmeleri ve hüküm giymelerinden ibarettir. Dalâlet lütfu terk etmektir. Allah’ın dalâleti, kâfirleri helak etmesidir. Küfre olan meylin güçlü olması nedeniyle dini terk etmektir.
Ehl-i Sünnet’e göre, Mu’tezile’nin dediği gibi hidâyet şayet sadece yol gösterme olsaydı, onun peygamberimizden nefyedilmesi doğru olmazdı. Zira O, sevdiğine de sevmediğine de doğru yolu göstermiş, hidâyeti açıklamıştır. Çünkü Allah “Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.”44 buyurmuştur. Yine Allah kendisi için: “Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, ameli iyi olan kimse gibi mi olacaktır? Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir...”45 buyurur. Hidâyet doğru yolun ne olduğunu açıklamak olsaydı, ayette geçen seçenekler gerçekleşmezdi. Allah’ın doğru yolu açıklaması herkes için geçerlidir. Yani kâfir ve mümin, kendilerine peygamber ve vahiy ulaşma konusunda eşittirler. Dalâlet ise kulun sapık olduğunu söylemekten ibaret olsaydı ilahî iradeye değil, kulun iradesine bağlanmış olurdu.
Ebû Hanîfe’ye göre Allah, dilediği kimseyi bir lütuf olarak hidâyete ulaştırır, adaleti gereği de dilediği kimseyi sapıklığa düşürür. O’nun sapıklığa düşürmesi hızlan demektir. Hızlan ise razı olduğu şeyde başarılı kılmamasıdır. Bu, O’nun adaleti gereğidir. Hızlana uğrayanın cezalandırılması da isyanı sebebiyledir. Ebû Hanîfe’nin dalâleti hızlana, hızlanı ise kulun isyanına bağlaması manidardır. Zira bu anlayışta kulu dalâlete götüren sürecin başlangıcında kulun isyanı yer almaktadır. Dolayısıyla kulun dalâleti kendi isyanından kaynaklanmaktadır.
O, Allah’ın hiç kimseyi küfre veya imana zorlamadığına inanmaktadır. Allah kimseyi mümin veya kâfir olarak yaratmamış, ancak şahıslar olarak yaratmıştır. Zaten iman ve küfür kulların fiilleridir. Ancak bu durum Allah’ın bilgisi dışında gerçekleşmemektedir. O, küfredeni küfrü sırasında kâfir olarak bilir. Şayet bu kimse daha sonra iman ederse onu imanı sırasında mümin olarak bilir. Ebû Hanîfe, hareket ve sükûn gibi kulların bütün fiillerinin gerçek anlamda kendilerine ait olduğunu, bunları yaratanın ise Allah olduğunu söylemektedir. Böylece o, iman ve küfür fiillerini Allah’ın yaratıcılığının dışına çıkarmamakta, ancak bunların sorumluluğunu da kullardan kaldırmamaktadır.
Eş’arî’ye göre Allah çağrıyı herkese yaparken hidâyeti müminlere hususi kılmıştır: “İman ettikten, Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra inkâr eden bir toplumu Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.”46, “Allah esenlik yurduna çağırır ve dilediğini doğru yola iletir.47, “…Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”48 Bu ayetlerde Allah kâfirlere hidâyet etmediğini söylemektedir. Böyle olunca Allah’ın kâfirlere hidâyet ettiğini söylemek yanlıştır. Eş’arî, hidayeti yaratma açısından ele almakta, Mu’tezile’nin yaptığı gibi yol gösterme, hakka işaret etme anlamında kullanmamaktadır. Ancak hidayetin sadece müminler için yaratıldığını, kâfirler için yaratılmadığını iddia etmenin sorumluluk açısından ne derece isabetli olduğu tartışmalıdır.
Diğer yandan Eş’arî, yaratmayı insanların durumuna bağlamaktadır. Ona göre Allah, kendisini kabul etmeyen kâfirlere hidâyet etmez. O’nun hidâyeti kendisini kabul eden müminleredir. Burada Eş’arî’nin, Allah’ın iradesini kulların iradesine tabi kıldığı gibi bir sonuç çıkmaktadır. Hâlbuki genel Eş’arî anlayışına göre kulun iradesi Allah’ın iradesine tabidir. Ayrıca onun, kâfirlerin hidâyeti hakkında Allah hidâyete erdirmediği için onların da eremediğini söylemesiyle, zaten imanı kabul etmiş mümin için hidâyetin yaratıldığını söylemesi bir çelişki olarak görünmektedir. Nitekim yukarıdaki ayetlerden Allah kâfirin küfrünü yarattığı için onun kâfir olduğu sonucuna varmak da mümkün değildir. Aksine bu ayetlerde Allah’ın hidâyet etmeyişinin, kâfirin küfrü tercih ettikten sonra olduğu dikkatten kaçmamalıdır. Eş’arî’nin bu tavrı, onun üzerinde hiçbir sınırlama kabul etmediği ilahî irade anlayışının bir sonucudur.
Ehl-i Sünnet, hidâyet-dalâlet, küfür-iman meselesini Allah’ın yaratıcılığı yönünden ele almaktadır. Ancak özellikle Eş’arî’nin ifadelerinde hidâyet ve dalâlet karşısında insanın etkinliğinin ne olduğu açıklığa kavuşmamış durumdadır. Öte yandan Mu’tezile de kulların fiilleri konusundaki genel yaklaşımını sürdürmüş, hidâyeti Allah’ın yol göstericiliği, dalâleti ise kulun bu şekilde isimlendirilmesi olarak değerlendirerek kötü bir fiil olan dalâleti O’na izafe etmekten kaçınmıştır.
Kelâm kitaplarında kulların kaderi veya fiillerin yaratılması üst başlıkları altında incelenen bu konu, adı geçen konular etrafında cereyan eden tartışmalar sırasında akla gelen sorulardan kaynaklanmış olabilir. Aslında Kur’an’ın anlatımları da konunun bir başlık altında tartışılmasını güçlendirmiş görünmektedir. Kişinin iman sahibi oluşu veya olmayışı, onun hem bu dünyadaki hem de ahiretteki durumunun belirlenmesinde en önemli etkenlerden biridir. Onun bu dünyadaki hayat biçimi, oluşturduğu kültür, dünya görüşü her zaman yukarıdaki ayırımla ilgilidir. Ahiretteki durumu da buna paralel olarak seyreder. Ebedi ceza veya mükâfatı hak edişin ilk şartı imandır. Bu bakımdan kişinin imanı veya küfrü elde ediş biçimi, buna hangi oranda katkı sağladığı ve bunların oluşumu çok önemlidir. Şayet insanın bunlara katkısı hiç yoksa ve iman veya küfür ona başkası tarafından sağlanmışsa, o zaman oluşan durumdan dolayı cennet veya cehennemi hak edişinden söz etmek mümkün olmayacak, böyle bir durumda da dünya hayatının bir imtihan kabul edilmesinin bir anlamı kalmayacaktır.
Hidâyet ve dalâlet konusuyla ilgili bir başka konu da kalplerin mühürlenmesidir. Bazı ayetlerde kimi insanların kalplerinin mühürlendiğinden söz edilir. Bakara suresinin 7. ayeti,49 Mümin suresinin 35. ayeti50 ve Muhammed suresinin 16. ayeti51 bu duruma örnektir. Buradan ilk bakışta Allah’ın bazı kimselerin kalplerini mühürlediği için bu kimselerin bir daha iman etmeye veya tevbe etmeye kabiliyetlerinin kalmadığı anlaşılmaktadır. Böyle insanlar iman veya tevbeden nasıl sorumlu tutulacaklardır. Kalplerini Allah’ın mühürlemesinden dolayı iman veya tevbe edemeyen bu insanları Allah’ın sorumlu tutması zulüm değil midir?
Kalpleri mühürlenen insanlardan bahseden ayetler bütün halinde okunduğunda mühürlemenin nedeni açıklığa kavuşmaktadır. Bakara suresindeki ayette küfrü kendi seçip sonra da bunda ısrar edenler için uyarının fayda vermeyeceği bildirilirken; Mümin suresinde Allah’ın, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini bundan dolayı mühürlediği anlatılır. Muhammed suresinde ise kalpleri mühürlenen kimselerin, kendi heveslerine uyanlar olduğu ifade edilir.
Bu tür ayetlerin genelinde kalpleri mühürlenenlerin Allah’ın dinine girmemekte inat eden, kibirli, başına buyruk kimseler olduğu görülür. Ayrıca ayetlerin akışından bu tür insanların imanı seçmemelerinden dolayı ve ondan sonra kalplerinin mühürlendiğini anlamak mümkündür. Dolayısıyla bunların iman etmemelerinin bahanesi olarak Allah’ın kaderde insanların kalplerini mühürlediğini göstermeleri doğru değildir. Nitekim Allah, “Onlar, hidâyet karşılığında sapıklığı ve affedilme karşılığında azabı satın almışlardır…”52 buyurarak hidayetin kulun kendi seçiminde olduğunu bildirmiştir.
Dostları ilə paylaş: |