Koç Topluluğu hakkındaki görüş ve izlenimleriniz neler?
Türkiye’nin bu en büyük özel sektör kuruluşunun Türkiye genelinde olduğu gibi bölgemizde de büyük emeği var. Bölgemizde Opet’in projesinden başka Koç Topluluğu’nun bugünlerde Seddülbahir Kalesi’nin restorasyonuyla ilgili çalışmaları olduğunu biliyorum. Bölgedeki çalışmalardan sonra devlet kurumlarının da çalışmalarında bir artış oldu. Bu bizi çok mutlu ediyor. Dileğimiz diğer özel sektör kuruluşlarının da bu çalışmaları örnek alarak, ihtiyacı olan bölgelerde benzer projeleri hayata geçirmesi.
YATIRIMCILARIN TERCİHİ OLMANIN SIRRI
1963 yılında kurulduğunda “Türkiye’nin ilk holdingi” olarak ülke tarihinde yerini alan Koç Holding, aslında ilk halka açılma denemelerini de bu yıl yapmaya başladı. Hisse senetlerinin bir bölümü personele satıldı
Ülkemizde halka ilk açılan şirketlerden biri Koç Holding’dir. Halka açılmada ilk deneme 1963'te kurulan Koç Holding'in hisse senetlerinin bir kısmının Koç Topluluğu’nda çalışan personele satılmasıyla gerçekleşti. 1986 yılının Ocak ayında İMKB bünyesinde ilk alım satım işlemleri başlamış, Koç Holding’in bu kapsamda ilk resmi halka arzı Ocak 1986’da gerçekleşmiştir. Bunu Şubat 2004’te ikinci halka arz izlemiştir.
Topluluğun İMKB’deki son 10 yıllık tarihine bakıldığında 1998 yılında 1.4 milyar ABD Doları olan piyasa değerinin bugün yedi milyar ABD Doları seviyelerine yükseldiği görülmektedir.
Koç Topluluğu’nun bugün İMKB’de işlem gören 19 şirketi, yerli-yabancı pek çok yatırımcının ilgisini çekmektedir. Azınlık ortakları ya da hissedarların çıkarlarının korunması, beklentilerinin karşılanması ve güven duygusunun korunması bunun en önemli nedenleridir.
Yatırım uzmanları, özellikle halka açık yapılarda hissedarlarla iletişimin önemine vurgu yaparak Koç Topluluğu’nun yerli ve yabancı yatırımcılara bilgi aktarımı konusunda gösterdiği hassasiyete dikkat çekiyorlar.
Bir yabancı hissedar Karim A. Sawabini, yurtdışındaki yatırımcıların gözüyle bize Koç Topluluğu’nu aktarıyor. Topluluğun halka açık tüm şirketlerinin genel kurullarına yıllardır düzenli olarak katılan Mustafa Erol Er ise, deneyimlerini bizimle paylaşıyor.
YABANCI HİSSEDARLARDAN KARIM A. SAWABINI:
“Yatırımcılarına verdiği sözü tuttu”
Koç Topluluğu yalnızca işletmecilik ve finansal açıdan en başarılı ve en çok kabul gören, bağımsız olarak kendi kendini finanse eden ve faaliyet gösteren markalarını halka açma eğilimindedir. Bu şirketlerin hepsi de Batılı şirketlerin kurumsal yönetişim standartlarına eşdeğerde olmakla kalmayıp, kendi başlarına yatırımcılar için önemli hisse fiyatı artışları sağlamışlardır.
Koç bu halka arzlar sonucu elde edilen gelirleri büyüme eğilimi gösteren ve önemli sermaye yatırımı gerektiren işletmelere etkin bir biçimde dağıtmayı başarmış, bu şirketler Koç tarafından halka açılıncaya dek beslenip geliştirilmiş ve pazarın onun parçalarının şeffaf toplamına bakarak Koç Topluluğu’nun değerini daha iyi anlamasına olanak tanımıştır.
Koç’un kendi sermayesini böyle kendine özgü ve etkin bir biçimde paylaştırması, bu ailenin ve Koç Grubu’nun Türkiye’de bir lider olarak kalmasına ve geçen yıllar içinde bir aile işletmesi konumundan son derece profesyonel, dünya çapında bir gruba dönüşmesiyle de bir araya gelince rakiplerinin çoğu tarafından gıpta edilmesine yol açmıştır.
Koç hem stratejik hem de azınlık yatırımcılarına profesyonel, adil ve tarafsız tavrı sayesinde yükselen piyasa varlıklarından ve daha da spesifik olarak küresel oluşumlardan kendini ayırmayı başarmıştır. Yatırımcıların Koç’a ilgi duymasının ve yatırım yapmak istemesinin nedenlerinden biri de Koç’un adil olmayan bir biçimde azınlık hisse senetlerinin Koç Ailesi ile kıyaslandığında değerini zedeleyebilecek bir faaliyete girişmemesi veya katılmamasıdır. Ben şahsen kendi adıma, Koç Topluluğu’nun geçtiğimiz yılda yatırımcılarına verdiği sözü tutup çekirdek olmayan hissedarlarını özel haklarından mahrum etmemesi, kuruluş faaliyetlerini basitleştirerek daha etkin hale getirmesi ve dört anahtar departmanının (bankacılık, enerji, dayanıklı tüketim malları ve otomotiv) değerini idrak etme konusundaki çalışmaları dolayısıyla çok memnun oldum. Yapılması gereken tek şey artık Koç Topluluğu’nun şirket düzeyinde borcunu daha da azaltmasına ve diğer bir anahtar sektör (elektrik) içinde stratejik genişlemesine ya da mevcut departmanlarına (Aygaz ve Halkbank’ın ve/veya dünya çapında bir tüketici markasının iktisap edilmesi/konsolidasyonu) destek olmak için finansal açıdan daha esnek olmasına olanak tanıyacak olan gıda ve perakende departmanından (Migros) çıkmasıdır. Benim gibi yatırımcılar Koç Grubu’ndan ilerideki başka büyüme fırsatlarını yakalamak ve daha fazla kâr yaratmak için işletme gücünü artırmak ve uygun kâr payları ödemek şeklinde bütün anahtar departmanların üstün başarısının devamını beklemektedir. Ben de Koç’un gücüne dayanarak önemli bir değerin yaratılabileceği işlere ve sektörlere doğru gelişme ve genişlemesi için onların işletmelerinden elde ettiği geliri etkin ve stratejik bir biçimde kullanmaya devam etmesi beklentisi içindeyim.
TÜM GENEL KURULLARA KATILAN HİSSEDAR EROL ER:
“Biz geceleri rahat uyuyoruz”
Kendilerini “Koç sempatizanı” olarak tanımlayan Erol Er, yatırımda en önemli unsurun “güven duygusu” olduğunu belirtiyor ve ekliyor, “Başka şirketleri de satın alıyoruz ama portföyümüzde Koç Topluluğu ağırlıkta. Çünkü bize güven veriyor. Borsada çok şeyler oluyor; çok dalgalanan inişli çıkışlı hisse senetleri var. Bu kâğıtlar bayağı riskli. Belki onların getirileri daha fazla olabilir ama götürüsü de ona göre oluyor tabii.”
Burada söz konusu olan salt borsada işlem gören şirketlere duyulan güven değil. Tüm genel kurullara eşiyle birlikte katılan Erol Er, Koç Topluluğu’na güven duyuyor:
“Biz rahat uyuyoruz. Akşamdan sabaha yatırımımızın sıfırlanması veya tehlikeye girmesi söz konusu değil. Bizim sempatimiz rahmetli Vehbi Koç dönemine dayanıyor. Vehbi Koç’un ardından oğlu Rahmi Bey’in verdiği güvenceler bizde bu duyguyu uyandırdı.”
Erol Er, bu toplantıların bir “aile toplantısı” olduğunu söylüyor: “Vehbi Koç, genel kurullara hep gelirdi. Biz de her zaman katılırız. Bir yerde hissedarı olduğunuz şirketi izliyorsunuz, her ne kadar biz bireysel küçük ortaklar olsak da. Şimdi de Holdingdeki genel kurula Rahmi Bey geliyor, kardeşleri geliyor, oğulları geliyor, hepsi geliyor.”
Yatırımlarında istikrarı tercih eden Erol Er, “Bizim yegâne amacımız kâr değil” diyor. Ama ardından ekliyor, “kapitalimiz emin ellerde saklansın ve getirisi olsun.”
Bir hissedar olarak geleceğe ilişkin bir kaygısı olmadığı gibi bugünkünden çok farklı bir beklentisi de yok Erol Er’in: “Koç Topluluğu çok büyük yatırımlar yaparak ilerliyor” diyor.
MEDYA- İŞ DÜNYASI İLİŞKİLERİNDE
KARŞILIKLI SAYGI
Henüz “halkla ilişkiler uzmanı”, “basın danışmanı” gibi kavramlar yokken kuruldu Koç Topluluğu. Medya ile ilişkilerde bugün gelinen noktanın başlangıcında, Vehbi Koç’un kimi zaman dostluğa dönüşen ölçülü yaklaşımı vardı
Medya ile iş dünyası arasındaki ilişkiler, her ikisi de var olduğundan bu yana, her coğrafyada, her zaman sancılı olmuştur. Kimi zaman ideolojik farklılıklar, kimi zaman salt “iş”e yönelik görüş ayrılıkları, “demokrasilerin 4. kuvveti” olarak tanımlanan basın ile işadamlarını sık sık karşı karşıya getirir. Her ne kadar günümüz Türkiye’sinde bu ilişki biraz farklılaşmış gözükse de, “gazeteci-işadamı ilişkisi her zaman bıçak-sırtında sürecektir” demek pek de kehanet olmaz. Koç Topluluğu da doğal olarak 80 yıllık bu süreçte, medya ile ilişkilerinde farklı dönemlerden geçmiştir. Tıpkı ülkenin içinden geçtiği farklı dönemler gibi. Ancak medya ilişkilerinde ana kural hiçbir zaman değişmez: Doğru ve düzenli bilgilendirme ve karşılıklı saygı…
Günümüzde orta ölçekliler dahil hemen tüm şirketlerin medya ilişkilerini düzenleyen birimleri, uzmanları var. 1930’larda, yani henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulma aşamasını yaşar, Koç Topluluğu ilk adımlarını atarken, hiç kimsenin aklına gelebilecek bir organizasyon değildi bu… 1980’lere kadar bire bir ilişkiler söz konusuydu. Vehbi Koç, sanayi ve hayır işlerindeki örnek ve öncü konumunu, medya ilişkilerinde de korudu. Uzun iş yaşamında pek çok gazeteciyle tanıştı. Bazıları dostluğa dönüştü, bazıları ise profesyonel ilişki olarak kaldı. Ancak, kişiliği ve tavırları onu, hangi görüşte olursa olsun tüm medyanın gözünde farklı bir yere oturttu.
GÜNERİ CIVAOĞLU:
“Vehbi Bey’i tanımış olmak büyük şans”
Merhum Vehbi Koç ile Yeniköy’deki evlerimiz yakındı. Biraz da bu nedenle hemen hemen her hafta sonu akşam yemeğinde beraber olurduk. Çoğunlukla da Vehbi Bey’in evinde…
1970’li yılların sonuna doğru terör kudurmuştu. Gazete sayfalarında “dün 23 ölü” gibi değişen günlük cinayet rakamlarıyla artık bir istatistik olarak yer alıyordu.
Yakınlarımıza kadar da sokulmuştu.
Örneğin… Vehbi Koç’un Sarıyer’deki evini de basmışlardı.
Neyse ki, Vehbi Bey evde değildi.
Kâbus gibi gecelerdi. Hava kararınca herkes evlerine çekiliyordu. Vehbi Bey’in apartman girişinde bekleyen bir emekli görevlisinin dışında koruması yoktu.
Tüm dostları, güvenlik önlemi alması için ısrar ediyorduk ama o dinlemiyordu.
Karar verdim. Vehbi Bey’e rağmen “Korumalar Müdürlüğü’ne” telefon ederek durumu anlattım.
Konuştuğum görevliden “polisin evi koruyacağı” cevabını aldım.
Vehbi Bey’e de bu yaptığımı söyledim. “Siz istemeseniz de onlar kamu görevi olarak sizi koruma kararı aldılar” dedim.
Uzun süre düşündü.
“Alakan için teşekkür ederim. Fakat gene de ne ben, ne de komşularım onları görelim. Görevlerini görünmeden, komşulara heyecan vermeden yapsınlar” cevabını verdi.
Oturduğu Yeniköy/Tugay Apartmanı’nın bahçesinde bir trafo merkezi vardı. Resmi polisler o trafonun arkasında otururlardı. Apartmanın girişini oradan gözlerlerdi.
Silah sesleri arasında
Gerilimin çok yüksek olduğu bir gece, Vehbi Bey’deydik. Yemek sonrası televizyonun karşısında onun söylemiyle “memleketin halini” konuşuyorduk.
Az öteden üst üste silah sesleri duyuldu.
Teröristler, Vehbi Bey’in, Tercüman Gazetesi Sahibi Kemal Ilıcak’ın, işadamı ve banka sahibi Mehmet Emin Karamehmet’in, Turgut Özal’ın evlerinin de bulunduğu bizim yöre için eylem koymak üzere bir hücre evi kurmuşlar, polis basmış, çatışma oluyordu.
Vehbi Bey, çok sakin karşıladı. Günde sadece beş tane içtiği ve asla altıncısını yakmadığı sigarasından bir nefes çekti ve şöyle dedi:
“Çok korku var. Bizim doğudaki bayiler, İstanbul’dan, Ege’den bayilik istiyorlar, bulundukları şehirleri bırakıyorlar. Konuştuğum bazı arkadaşlar evlerini satıp Avrupa’ya gitmekten bahsediyorlar.
Bana gelince…
Hacı Baban her şeyin düzeleceğine inanıyor. Bu memleket ne badireler atlattı. Bunu da aşacaktır. Bir şey bildiğimden değil, öyle hissediyorum.
Hiçbir şey yokmuş gibi işimize devam ediyoruz.”
Gerçekten de çok geçmedi, dediği oldu.
Vehbi Bey, o çok zor günlerde çevresine umut ve moral verdi.
Son görüşüm
‘’Hacı Baban herşeyin düzeleceğine inanıyor. Bu memleket ne badireler atlattı. Bunu da aşacaktır. Bir şey bildiğimden değil, öyle hissediyorum. Hiçbir şey yokmuş gibi işimize devam ediyoruz’’
Her seyahat dönüşü Vehbi Bey’e küçük bir paket getirirdim. Ramazansa hurma, çoğu kez de çikolata… Son armağanım lacivert bir hırka olmuştu.
Hemen 1-2 gün sonra eşimle Uzakdoğu’ya tatile gidiyorduk.
Gündüz çalışırken rahatsızlık vermemek için telefonla veda etmek istedim.
Bu arada “Nasıl, hırka üstünüze tam geldi mi?” diye takıldım.
Cevabı, “Çok merak ediyorsan gelir görürsün” oldu.
Anladım ki “telefonla veda etmemden” hoşlanmamış.
“Gündüz çalışırken sizi rahatsız etmek istemedim. O yüzden gelmedim ama şimdi hemen geliyorum” dedim.
“Memnun olurum” karşılığını verdi.
Gittiğimde tüm evrakların, dosyaların ilk kez yemek masasına yayılmış olduğunu gördüm. Oysa sekreteri Suzan Hanım’la sabahları salonun yanındaki odada çalışırlardı.
Bu değişikliğin nedenini bugün hâlâ bilmiyorum.
İyi ki evine gitmişim. Yüzünü görmüşüm, konuşmuşum.
Bu “son görüşüm” oldu.
Biz Uzakdoğu’dayken sevgili Vehbi Bey’i kaybetmiştik.
Ama hâlâ o yaşıyormuş gibidir benim için… Hele zorlu sorunlarda “Vehbi bey sağ olsaydı ve bu sorunun çözümünü ona sorsaydım nasıl bir yol gösterirdi” diye düşünerek çözüm üretmeye çalışırım.
NECATİ ZİNCİRKIRAN:
“En büyük özelliği: öğrenmeye açıktı”
Vehbi Koç’u 1952 yılının sonbaharında tanıdım. O tarihte Hürriyet gazetesinin Ortadoğu muhabiri olmuştum. Ortadoğu’da olaylar biter mi? Nefes alacak vaktimiz olmazdı. Yirmi dört saatimiz koşuşturmakla geçerdi. Üstelik çalıştığımız ülkelerin hemen hepsinde “sansür” vardı. Haber ve röportajlarınızı Fransızca, İngilizce veya Almanca yazmak zorunluluğundaydınız. Bunları o dilleri bilen sansür memurları okuyup mühürleyerek onayladıktan sonra postaneye verebiliyordunuz. Gerçekten insanı bunaltan, bezdiren bir çalışma ortamı içinde gazetecilik yapıyorduk. Telefon filan da yoktu. İşte, zorlu bir çalışma sonunda 1952 sonbaharında Hürriyet’in birinci sayfasında ilk Ortadoğu röportajım: “Menfaatlerin Çarpıştığı Ortaşark” yayınlanmaya başlamıştı.
Birkaç gün sonra Perşembepazarı’ndaki Koçtaş’ın genel müdürü Muhterem Kolay beni aradı:
Necati Bey, Vehbi Koç sizinle görüşmek istiyor. Acaba ne zaman mümkün olabilir? diye sordu.
Bu röportajı yazmak için Kahire’den İstanbul’a gelmiştim. Bir hafta sonra Kıbrıs’a gidecektim. Bir yandan Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da koşuştururken hemen her ay bir de Kıbrıs’a uğruyordum.
Vehbi Bey’le ilk randevu
Vehbi Bey’e birkaç gün sonrası için randevu verdim. Koçtaş’ta Muhterem Bey’in ofisinde buluşacaktık. Bu bizim ilk görüşmemizdi. Birlikte ofiste öğle yemeği yerken enine boyuna Ortadoğu ve Kıbrıs’ı konuştuk.
Vehbi Bey çok meraklı biriydi. Öğrenmeye onun kadar meraklı bir işadamı görmedim, desem yeridir. Bizde bazı işadamları paralandıkça, yani zenginleştikçe kendilerini “allame” zannederler. Laf da dinlemezler!.. Vehbi Bey ise not alırdı, anlattıklarımızı dinlerken...
Vehbi Bey’e Ortadoğu’yu anlattım. Kıbrıs sorununun giderek büyüyeceğini söyledim. Hatta Atatürk’ün 1937 yılında söylediği bir sözü naklettim:
“Kıbrıs adası, Türkiye için çok önemli bir basamaktır. Savunmamız için önemi büyüktür. Bu ada güvenebileceğimiz bir müttefikimizin elinde kalabilir; ama el değiştirirse tehlike yaratır.”
Vehbi Bey bazı notlar alarak beni dinledi.
Sonunda ne olur? diye sordu.
Eğer Türkiye güçlü ise fırsatı bulduğunda bu adada fiili durum yaratır, diyerek sorusunu cevapladım. Nitekim sonuç böyle oldu.
Öğrenmeye merakı
Vehbi Koç’la Türk Eğitim Vakfı dolayısı ile uzun yıllar her ay bir araya geldim. Ondan çok yararlandım. Sağduyusu güçlü bir kişiydi. Beni ve eşimi severdi, güvenirdi. Ölümünden bir hafta evvel Yeniköy’deki evinde birlikte akşam yemeği yemiştik.
Vehbi Koç için “öğrenmeye meraklı bir işadamı” demiştim, anılarımın başlığında. Yıllar geçtikçe bu merak onda büyük bir birikim oluşturdu. Ufku genişledi, bu birikim sayesinde başkalarının göremediğini görmeye başladı. Bilgiye ulaşmanın yolu meraktan geçer. Merak edeceksin, araştıracaksın, sorgulayacaksın, dinleyeceksin ve farklılık yaratacaksın. Başarının sırrı burada yatıyor. Bana göre Vehbi Bey işte böyle bir insandı.
OKTAY EKŞİ:
“Amerikan tütününe dair bir Vehbi Bey anısı”
Bir zamanlar Türkiye’de herkesin bildiği ve iftihar ettiği isimler vardı. Örneğin ruh sağlığı deyince akla sadece Dr. Mazhar Osman gelir, en büyük komutandan söz edilince Mareşal Fevzi Çakmak’tan başkası düşünülemez, “kadın güzelliği” deyince Keriman Halis, ses güzelliği deyince erkeklerde Münir Nurettin Selçuk, kadınlarda Safiye Ayla zikredilirdi. O dönemin “en zengin”lerini saymaya kalkınca aklımıza çok az isim gelirdi. Bunlardan biri -belki de birincisi- Vehbi Koç idi.
1974 yılında mesleğimi İstanbul’da sürdürmeye çağrılınca merhum Vehbi Koç’la tanıştık. Gazetedeki yazılarım “Hürriyet” imzasıyla çıkıyordu. Meslek dünyası dışında kimse, makalelerin benim tarafımdan yazıldığını bilmiyordu. Bir tek Vehbi Koç merak etmiş. Sormuş, soruşturmuş, adımı öğrenmiş ve benimle görüşmeye karar vermiş.
Belirlediğimiz gün Fındıklı’daki Koç Holding’e gittim. Sağdan soldan konuştuk ama asıl maksadı belli ki beni yakından tanımaktı. Belki birkaç ay sonraydı. Vehbi Bey bir gün beni tekrar arattırdı. Telefonda kendisi vardı. Benimle bir konuyu görüşmek istiyormuş. Aynı şekilde ofisine gelip gelemeyeceğimi sordu.
Gittim. Bana “Virginia tütününün Türkiye’ye getirilmesinin bizim sigara sanayimiz için çok yararlı olacağına” ilişkin düşüncelerini söyledi. Yanlış anımsamıyorsam, “Amerikan sigara sanayii bu tütünü kullanıyor. O tütünle tüm dünyaya sigara satıyor. Bizim tütün nikotin yönünden daha iyi olsa da, iyi ıslah edilmediği ve pek iyi olmayan bir kokusu olduğu için, dünya sigara piyasasında tutulmuyor” türü sözler söyledi.
‘’Bakın Aysel Hanım, bana göre idarecinin iyisi, kendisi olmadığı zaman da işlerin en iyi şekilde yürümesini sağlayandır’’
Anladığım kadarıyla benim bu konuda yazı yazmamı bekler haldeydi. Ama çok açık bir şey söylemedi. Onun işini ben kolaylaştırdım. “Anlattıklarının ilginç göründüğünü ama benim konuyu hiç bilmediğimi, o nedenle eğer ellerinde doküman varsa bunları incelemek istediğimi” söyledim. Sonra da, eğer kendisi gibi düşünecek olursam, yeri geldiğinde o doğrultudaki görüşümü yazacağımı ifade ettim. Verilen dokümanları inceleyip konunun uzmanı olduğunu düşündüğüm kimselerle konuşunca tam aksi yönde bir kanaate ulaştım; ve telefon ederek, bilgisine sundum. Bu anlattıklarım Vehbi Bey’le hukukumuzun başlamasına ve sonuna kadar çok sağlıklı bir şekilde sürmesine sebep olan bir dönemin başlangıç kısmıydı. Vehbi Bey’le daha sonra pek çok vesileyle bir araya geldim. Bir araya gelmemize yol açan öteki sebeplerden biri de zaman zaman evine akşam yemeğine çağırmasıydı.
Bir akşam evinde yemek yerken eşim:
“Vehbi Bey, size bir fabrikanızın ürünü hakkında şikâyetimden söz etsem beni dinler misiniz?” diye sordu.
Vehbi Bey derhal dikkat kesildi:
“Buyrun Aysel Hanım, ne oldu?” dedi.
Aysel, Türkay kibritlerinin ya başındaki eczalı kısmın yetersiz olması yüzünden yanmadığını veya kibriti çakarken o kısmın yanarak sıçrayıp bir yerlere düştüğünü söyledi. “Bunun düzeltilmesi gerekmez mi?” diye sordu. Vehbi Bey hemen Fabrika Müdürü Hikmet Bey’i arattırdı. Biraz sonra Hikmet Bey telefondaydı. Vehbi Bey Aysel’in şikâyetlerini aktardı. Hikmet Bey çok muhtemelen “O tür arızalı ürün sayısının pek az olduğu” gibi bir yanıt vermişti. Vehbi Bey:
“Olmaz, az da olsa böyle bir ürünü piyasaya vermeyecek önlemleri almamız gerekir” dedikten sonra:
“Yarın sabah Aysel Hanım fabrikaya gelsin. Kendisini dolaştır. Her şeyi ona anlat. Beni değil onu ikna et” deyince Aysel itiraz etti: “Vehbi Bey ben yarın sabah işe gideceğim. Biliyorsunuz İstanbul Üniversitesi Mediko-Sosyal Merkezi’nin Müdürüyüm. Yarın değil ancak gerekli düzenlemeyi yaptıktan sonra yani başka bir gün gidebilirim kibrit fabrikasına” deyince, Vehbi Bey Aysel’e döndü:
“Yani siz gitmezseniz işleriniz aksar mı?” dedi.
Aysel’den “Evet” yanıtını alınca:
“Bakın Aysel Hanım, bana göre idarecinin iyisi, kendisi olmadığı zaman da işlerin en iyi şekilde yürümesini sağlayandır” dedi.
Aysel’in ertesi gün Türkay Kibrit Fabrikası’na gittiğini sanmıyorum. Ama kibritin iyisinin nasıl yapılacağını öğrenmese de iyi bir idareci olmanın temel koşulunu Vehbi Bey’den öğrenmişti.
İLİŞKİLERİN TEMELİ
SAYGI, GÜVEN VE DOSTLUK
Sahne dünyasının kendi alanında dört ünlü ismi, Vehbi Koç ve Koç Topluluğu ile ilişkilerini anlattı. Kimi zaman duygusal anlar yaşandı kimi zamansa kocaman kahkahalar atıldı.
Günümüzde iş dünyası ile sanat dünyası artık eskisi kadar uzak değil birbirine... Hem kişisel anlamda hem de kurumsal anlamda sık sık aynı fotoğraf karesinin içinde yer alıyor sanatçılarla işadamları....
Sanat projelerine sponsorluklar, etkinliklerde sanatçıların “konuk” olması ve kimi zaman sanatçılarla kurumların birlikte geliştirip yürüttükleri sosyal sorumluluk projeleri... Ve tabii kimi zaman “iş” nedeniyle kurulan ilişkiler, zaman içinde sıkı bir dostluğa dönüşüyor...
Metin Akpınar ve Zeki Alasya, Vehbi Koç ile yedikleri akşam yemeklerini ve keyifli sohbetleri bugün özlemle anıyorlar; kimi akşamlar, biraz daha geç yatması için onu nasıl zorladıklarını, siyah-beyaz ve renkli televizyon ile lüks otomobil konusundaki tatlı atışmalarını ve örnek aldıkları tüm yönlerini....
Yıldız Kenter, ilk tiyatro kurma dönemindeki yardımlarından bugün tiyatroda “Suna Kıraç”ın çiçeği olarak adlandırdıkları piyanoya, Vehbi Koç’un ardından topluluk’la ilişkilerini de anlatıyor.
Vehbi Koç’u hiç görmeyen Cem Yılmaz ise içinde yer aldığı projeleri baz alarak Koç Topluluğu’nu bir sponsor olarak değerlendiriyor.
Sanatçıların gözüyle Koç Topluluğu ve Vehbi Koç’a baktığımızda ilk öne çıkanlar “saygı”, “güven” ve “dostluk” oluyor...
METİN AKPINAR’LA, VEHBİ KOÇ’UN HAYATINDAN BİRKAÇ SAYFA
“Birinci düstur: Rakibini tanı!”
İki isim... Biri, büyük ekonomik zorluklara rağmen, adım adım gelişen Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt bir ticari işletmeyi, zorluklara direnerek adım adım geliştirmiş ve kocaman bir sanayi topluluğunun temelini atmış. Diğeri ise Türkiye’deki ilk kabare tiyatrosunu kuran, yıllarca önünden uzun kuyrukların eksik olmadığı oyunları, herkesin birbirine tekrarladığı esprileri, hem güldüren hem de düşündüren filmleriyle milyonların sevgisini kazanmış bir usta sanatçı; Metin Akpınar.
Metin Bey, biliyoruz ki tiyatro da, şirketlerin işleyiş ve yönetimi de bir ekip işi. Sizin, bir sanatçı olarak bu iki farklı alan arasında paralellik kurduğunuz oldu mu?
Elbette. Neticede tiyatro da bir işletme. Eski tabiri ile bir dükkân. Onun da geliri gideri var, yatırımı ve tasarrufu var, çalışanı, sanatçısı, yazarı, koreografı var. Mesela son dönemde Devekuşu Kabare Tiyatrosu 150-160 kişilik bir ekipti. Yani bir fabrikadan farksızdı.
Tiyatro ile işletmeler arasındaki bu benzerliği fark edip ilk olarak bu teşhisi koyan da Vehbi Bey olmuştur. “Burası bir şirket; her gece kaç kişi geliyor, hasılatı ne yapıyorsunuz?” gibi sorular sorup bizleri yönlendirmeye çalışmıştır.
Vehbi Bey’le bir film çekimi sırasında tanıştınız ilişkiniz daha sonra nasıl gelişti?
Vehbi Bey’in ahir ömründe hem dinlenmek hem de kendini işten biraz soyutlamak ve her sektörün önde gelen insanlarıyla vakit geçirmek gibi bir isteği oldu. Biz onun bu fikri sayesinde kendisiyle yıllara yayılan bir dostluğu sürdürdük.
Bir ara kızı Suna Hanım Londra’da bir beyin operasyonu geçirdi. Biz de Mücap Ofluoğlu’nun evinde, yemekteyiz, Vehbi Bey de davetliler arasında. Kızından müjdeli haberi alınca bir şişe viski getirdi yemeğe. İlk kez o akşam uzun bir muhabbetimiz oldu. Bizlere “masa beyliği” yaptı ve birbirimizi daha yakından tanıma fırsatı bulduk.
Vehbi Koç bir oyununuzdan sonra size bir övgüde bulunmuş…
Evet. Vehbi Bey, gerçekten işle yatıp işle kalkan, her an işini düşünen bir insandı. Örneğin klasik Türk musikisini pek severdi ve en sevdiği şarkı şuydu: “Hele bir düş de gör /düş de gör bir an / bulunmaz inan halini soran / düşmanından görmediğini / görürsün en yakınından” Yani musikide bile, insanın her zaman güçlü olması gerektiğini, düşkün durumdakine kimsenin dost olmayacağını vurgulayan bir şarkıyı tercih etmişti. Hal böyleyken, biz oyunumuzla rahmetliyi bir süreliğine bile olsa kendi dünyasından alıp başka bir yere taşımayı başarabilmişiz. Bize “Benim düşünce dünyamdan ayrılabildiğim pek az zaman vardır, sizi izlerken böyle bir zaman yaşadım, kıymetinizi bilin” diyerek bizi onurlandırmıştı.
Vehbi Bey’le birçok sohbetiniz olmuş; sohbeti nasıldı, nelerden söz ederdi?
Vehbi Bey kendisiyle ilk kez sohbete oturan birine önce “Parayı nasıl kazanıyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz?” gibi şeyler sorardı. O ilk değerlendirmeyi geçtikten sonra, çok çeşitli şeylerden söz ederdik. Memleketin durumundan, iş hayatından, siyasetten… Ama özellikle bizimle sohbetinde, iş dünyasının, siyasetin, dönemin siyasetçilerinin, sağ-sol meselelerinin bizim objektifimizden nasıl göründüğünü merak eder, anlattıklarımızı dikkatle dinler, notlar alırdı. Benim zaman zaman özel şikâyetlerim olurdu, onları sevgiyle, ilgiyle dinlerdi. Mesela, cenazelere gönderilen Türk Eğitim Vakfı çelenklerini pek kaba buluyordum. Kendisine ölümün başlı başına acı bir olay olduğunu, çiçeklerin bu acıyı biraz olsun hafifleteceğini, TEV’in çelenklerinin bu açıdan daha estetik olması gerektiğini söyledim. Nurlarda yatsın, beni dikkatle dinleyip hemen notunu almıştı.
Türkiye ekonomisine, siyasete ilişkin bir anınız var mı; örneğin sizin görüşünüzü aldıktan sonra yaptığı bir yorum?
Hayır, böyle bir şey Vehbi Bey’in hayatında yoktur zaten. Danışır, sorar, herkesi dinler, notunu alır, bunları kendi potasında eritir ve beyninin, gönlünün kabul ettiğini uygulardı. Karşısında konuşan herkesi dikkatle dinlemesi, onun başkalarının fikirlerine olan ilgi ve saygısını gösterir şüphesiz.
Vehbi Bey’in tutumlu olduğu bilinirdi, siz de öylesiniz. Bu konudaki takılmaların, ekmek karneleri görmüş, zorlu bir savaş dönemi geçirmiş bir kuşağı, günümüz insanının anlayamaması olarak değerlendirebilir miyiz?
Bu bir yetişme tarzı. Aslında Yaradan da beyni kıtlığa göre programlamış. Kıtlığa göre programlanmış beynin beslenme programı belli; yağı, karbonhidratı, proteini alacaksınız ve hareket ederek bunları yakacaksınız. Hatta zaman zaman kıtlıkta gibi yaşayacaksınız ve vücut depolanmış yağları yakacak. Bunun aksini yapınca, karşınızda örneğini gördüğünüz gibi şişmanlık kaçınılmaz oluyor. Vehbi Bey sıkıntının içinden gelmiş biridir. Onun çocukluk ve gençlik yıllarında Ankara’daki yaşamı düşününüz. Od yok ocak yok. Kıt kanaat geçinmeye alışmış bir bünye. Bunu belli bir ekonomik rahatlığa ulaştıktan sonra atmak, elbette kolay değil.
Dostları ilə paylaş: |