varmayanlar ruûs imtihanına sokulmazdı. Bayezid med-
resesinin tedris işlerini Şeyhülislâm bulunan zatlar yürü-
tüp sonraları Şeyhülislâmlar zamanın hal ve gidişine uya-
rak kendileri tedris işlerini yürütemedikleri ve yapamadık-
ları için bu görevi ifa için hoca efendilerin içinde zamanın
haysiyetli ve bilgisi ile temayüz eden ve müderrislerin en
kıdemlisi olarak Dersvekili nasb ve tayin ettikleri zatlar
da bütün medresede kalan talebenin amir ve disiplin ku-
rucusu olmalariyle ders vekilliği fetva kapısında başlıca
bir memuriyet olup çoğunlukla dersler de resmî surette
camiler içinde okunur olduğundan sonraları ders vekili
efendilerin haftada bir kere Beyazıd medresesine giderek
ders okutmaları kesin şart olup böylece bir resmî ve itiba-
rî görünüşü oldu ise de bu kadarcık olsun şu usûlün yapıl-
masını devam ettirmek ilim tahsiline şevk verir rağbeti
TARİH-Î CEVDET
165
artırırdı. Fakat bu imtihan usûlü anlatıldığı gibi yalnız
medreselerde yetişen ilim talebelerine özel olup yoksa mü-
derrislik rütbesinin ele geçirilmesi imtihana, ilim alanında
ilim ve irfan yolunda ilerlemeğe bağlı değildi. Zira imti-
han sonu hakları görülen âlimlere ruûs verildiği sırada
ulema çocuklarına da bir hayli ruûslar verildiğinden ve
Şeyhülislamlar taltifi ön görülenlere istedikleri vakitde
ruûs tedris üe ikram eylediklerinden başka hünkâr imam-
ları ile hekimbaşılara da özel bir bağışla tedris ruûs'u ve-
rilmek adet olmuşdu. Çünkü müderris olanlar eskiden ol-
duğu gibi mevleviyete ve kazaskerliğe erişerek hiçbir şey
bilmeseler ve işe yaramasalar bile bu ilim rütbesi kendi-
lerini rahat geçindirdiği için Devlet hizmetinde liyâkat ve
başarısı, ilim tahsili ve maarife yakınlığı olmayan kibar
çocukları da Tarik-i tedrise sokulurdu. Vüzera ve vükelâ-
dan bazıları da yalnız Tarik-i ilmiyye esh abının kati ve
müsadereden korunur olduklarından ötürü oğullarını bu
yola sokarlardı. Böyle bir çok kibar çocukları söylendiği
genç yaşlarında belki de çocukken ilim tedrisine başlama-
mışken tedris ruûs'u ile geçim yolunu sağlar ve kudret-ül
ulema-il muhakkikin olurlardı. Çoğu okumayıp cahil ka-
lırlar ve imtihan olup da müderris olanların ömürleri ise
medreselerde geçmiş, tahsilleri fen ve muteber kitablarm
öğrenimine bağlı bulunmuş olması ile ekseriya medrese
basamaklarını çıkarken yatı yolda kalıp nadir olarak
mevleviyet rütbesine yükselenler de Devlet işlerinden ve
memleket ahvalinden habersiz olurlardı.
Kısaca onlar pek genç ve bunlar pek geç müderris ol-
duklarından sadaret ileri gelenleri içinde liyakat sahibi
ve malûmatlı kimseler olarak Devlet sırrını gizler siyaset
işlerinde yeterli mühim ve gizli Devlet işlerinde işe yara-
yacak zatlar pek ender bulunurdu.
Kısaca ilmiye sınıfının aslı esası o kadar bozuldu ki
yalnız ismi ve resmi kaldı. Halbuki ismi bu ismi verenle-
164
AHMED CEVDET PAŞA
lan bilfiil hizmete dönük ve bağlı iken hepsi paye ve iti-
bardan ibaret kalıp ancak adlî işlere bakılarak eğitim
işleri daha iyice idi. Zira müderrisler mertebelerinden
danişmendlik nizamı hernekadar bozuldu ise de velevki
resmî de olsa Bayezid medresesi danişmendliği ve müla-
zemet ve ruûs imtihanları usûlü devam ediyordu.
Şöyleki ilim yapan öğrencilerden Tarik-i tedris'e gir-
mek istiyenler evvelâ mülazemet imtihanına girip liya-
katini ispat edenlerden iyi derecede bulunanlara elden
mülazemet verilir, yani hemen mülazimler zümresine ka-
tılır, gerisi de Bayezid medresesi danişmendliğine yazıla-
rak imtihanda aldıkları derecelere göre Bayezid medre-
sesinde yatırılır ve her altı ayda ikisi çıkarılarak ellerine
mülazemet kâğıdlan verilirdi. Bunlardan mülazemeti yedi
seneyi bulanlar «Ruûs» imtihanına girmeğe hak kazanır-
lar bunda da liyâkat gösterenlere Tarik-i tedris'in birinci
merhalesi ve müderrisliğin ilk basamağı ve payesi olan
Hariç Medresesi ruûs'u verilirdi. Mülazemeti yedi seneye
varmayanlar ruûs imtihanına sokulmazdı. Bayezid med-
resesinin tedris işlerini Şeyhülislâm bulunan zatlar yürü-
tüp sonraları Şeyhülislâmlar zamanın hal ve gidişine uya-
rak kendileri tedris işlerini yürütemedikleri ve yapamadık-
ları için bu görevi ifa için hoca efendilerin içinde zamanın
haysiyetli ve bilgisi ile temayüz eden ve müderrislerin en
kıdemlisi olarak Dersvekili nasb ve tayin ettikleri zatlar
da bütün medresede kalan talebenin amir ve disiplin ku-
rucusu olmalariyle ders vekilliği fetva kapısında başlıca
bir memuriyet olup çoğunlukla dersler de resmî surette
camiler içinde okunur olduğundan sonraları ders vekili
efendilerin haftada bir kere Beyazıd medresesine giderek
ders okutmaları kesin şart olup böylece bir resmî ve itiba-
rî görünüşü oldu ise de bu kadarcık olsun şu usûlün yapıl-
masını devam ettirmek ilim tahsiline şevk verir rağbeti
TARİH-İ CEVDET
165
artırırdı. Fakat bu imtihan usûlü anlatıldığı gibi yalnız
medreselerde yetişen ilim talebelerine özel olup yoksa mü-
derrislik rütbesinin ele geçirilmesi imtihana, ilim alanında
ilim ve irfan yolunda ilerlemeğe bağlı değildi. Zira imti-
han sonu hakları görülen âlimlere ruûs verildiği sırada
ulema çocuklarına da bir hayli ruûslar verildiğinden ve
Şeyhülislamlar taltifi ön görülenlere istedikleri vakitde
ruûs tedris üe ikram eylediklerinden başka hünkâr imam-
ları ile hekimbaşılara da özel bir bağışla tedris ruûs'u ve-
rilmek adet olmuşdu. Çünkü müderris olanlar eskiden ol-
duğu gibi mevleviyete ve kazaskerliğe erişerek hiçbir şey
bilmeseler ve işe yaramasalar bile bu ilim rütbesi kendi-
lerini rahat geçindirdiği için Devlet hizmetinde liyâkat ve
başarısı, ilim tahsili ve maarife yakınlığı olmayan kibar
çocukları da Tarik-i tedrise sokulurdu. Vüzera ve vükelâ-
dan bazıları da yalnız Tarik-i ilmiyye eshabının kati ve
müsadereden korunur olduklarından ötürü oğullarını bu
yola sokarlardı. Böyle bir çok kibar çocukları söylendiği
genç yaşlarında belki de çocukken ilim tedrisine başlama-
mışken tedris ruûs'u ile geçim yolunu sağlar ve kudret-ül
ulema-il muhakkikin olurlardı. Çoğu okumayıp cahil ka-
lırlar ve imtihan olup da müderris olanların ömürleri ise
medreselerde geçmiş, tahsilleri fen ve muteber kitablarm
öğrenimine bağlı bulunmuş olması ile ekseriya medrese
basamaklarını çıkarken yari yolda kalıp nadir olarak
mevleviyet rütbesine yükselenler de Devlet işlerinden ve
memleket ahvalinden habersiz olurlardı.
Kısaca onlar pek genç ve bunlar pek geç müderris ol-
duklarından sadaret ileri gelenleri içinde liyakat sahibi
ve malûmatlı kimseler olarak Devlet sırrını gizler siyaset
işlerinde yeterli mühim ve gizli Devlet işlerinde işe yara-
yacak zatlar pek ender bulunurdu.
Kısaca ilmiye sınıfının aslı esası o kadar bozuldu ki
yalnız ismi ve resmi kaldı. Halbuki ismi bu ismi verenle-
166
AHMED CEVDET PAŞA
re ve resmi geçmiş âlimlerin güttükleri güzel usûllere ay-
kırı düşmesi şöyle dursun ömründe okuyup, yazmamış çu-
hadar ve kayıkçı makulelerine mansab tevcih edilmesi gi-
bi çirkin gösteriler garip merasim ve adetler çıkarıp; Ta-
rik-i ilmiyyenin batıl ve cahillik içinde yol almasına, mühim
olan insan haklarını koruma işlerinde hatıra hayale gel-
medik fenalıklar ortaya çıkmasına sebep olup artık Ta-
rik-i ilmiyyenin ıslahı (reform) u yapılacak önde gelen
işlerden görülmüş ise de, hemen bunca rütbelerin, ve ta-
yin yerlerinin nasıblarını kaldırıp silmek kabil olmadığın-
dan reformun yavaş derecede yapılması istenilmekde idi.
ALTİNCİ BÖLÜM
(Harp fennine dairdir)
Her Devlet ve mület topraklarını korumak için asker
besleyegelmiştir. Ancak Büyük îskenderin babası Filip
zamanına gelinceye kadar, askerin muharebede kullanıl-
ması bir usûl ve kaideye dayanmazdı. îlkin bunu kural al-
tına alan Filip olup kırk bin kadar eğitim görmüş munta-
zam asker icad etmişdi ki, oğlu İskender bu askerle Yu-
nanistan'dan kalkıp Hindistan'a kadar birçok memleket-
leri fethederek otoritesi altına almıştır. Bu suretle Yu-
nanlılar içinde îlm-i Harp adiyle bir ilim çıkıp diğer mil-
letlere de onlardan yayılmışdır. Bu Uim sayesinde eski Ro-
malılar pek çok galibiyetlere erişerek hemen bütün dün-
yayı ele geçirmek derecesine varmışlardı. Fakat askerin
harb için yetiştirilmesine dair olan kaideler o vakitte kul-
lanılan silâhlara göre olmak lâzım geldiğinden işbu harp
kuralları şimdiye kadar türlü şekilde yüze çıkmış olup ge-
rek Yunanlıların gerek Romalıların silâhları kılıç, mız-
rak ve ok ile sapandan ibaret olmakla onların harp kural-
ları şimdikilere uymazsa da kullandıkları silâhlara göre
harp ilminde en yüksek seviyeye çıkmışlardı. Arablar
muharebede geri çekilme gösterisi yapıp yeniden taarruza
geçme kuralını uygularlardı. Fakat Peygamberimizin «Sal-
lallahü aleyhi ve sellem» zamanında Eshab-ı Kiram «aley-
himürridvan» saf tutup harp ettüer ve harp fenninde pek
çok ilerlediler. Az vakit içinde aralarından üstün derecede
mahir kumandanlar yetişip bütün dünyaya galip geldüer.
Sonra İslâm Devletlerinde eğitim ve öğretimle beraber as-
168
AHMED CEVDET PAŞA
kerî sporlara da itina edilirdi. Ancak ekseriya süvari kul-
lanırlardı. Bundan dolayı îslâm olanlar içinde pek mahir
Cundi (*) yetişmiştir. Bilhassa Mısır kölemenleri dünya-
nın birinci süvarisi sayılırdı.
Yukarıda anlatıldığı gibi Osmanlı Devleti süvariye
önem vermekle beraber muntazam ocaklar kurarak yaya
eğitime de üstün derecede ihtimam etmişdi.
Romalıların çöküşünden sonra Avrupa'nın hali baş-
kalaşarak öyle daimi ve aylıklı asker beslemek terk edil-
miş ve ihtiyaç duyulunca muvakkat zaman için gönüllü
asker toplayıp kullanmağa karar verilmiştir. Böylece harp
ilmi, harp san'atı haline gelmişdir. O zaman halk, asilza-
delerin esiri gibi olmakla, asilzadeler asıl silâhları olan
mızrakdan başka, zırhları ve atları olup kendileri üe bera-
ber sefere giden halkın ise sapan ile okdan başka silâhları
ve atları olmadığından böyle nizamsız ve uygunsuz piya-
de askeri öyle yüksek atlıya dayanamayarak hangi tara-
fın süvarisi çoksa o tarafın galip geldiğine ve harp kurul-
ları da bilinmediğine göre hakikatte galibiyet süvari as-
kerine önem verilmeyip, herkesin önünde asıl askerî kuv-
vet atlı sınıf süvariden ibaretti. Epey zaman bu gidiş de-
vam etti. Avrupa'nın hali oldukça nizam bularak hicrî
tarihin (860) senelerinde ilk önce Fransa'da aylıklı olmak
üzere 16.000 yaya ile 9.000 kişilik süvari birliği kurulmuş
ve yayaların çoğuna mızrak verilerek ağır piyade ve gerî
kalanların silahı ok ve sapan olup hafif piyade gibi kul-
lanılırdı. Şöyle ki düşman karşısmda mızraklı piyadeler
sekiz ve en azı altı saf üzerine dizilip, hafif piyadeler de
onların önlerine ve yanlarına dağılır ve süvarilerin hepsi
mızrak ve zırh ile teçhiz edüerek bunlar da sırada kulla-
nılıp ağır süvari hizmetini görürler ve yavaş yavaş Av-
rupadaki diğer memleketlerde böyle muntazam asker ter-
(*) Cundi: Çok mahir at terbiyecisi ve usta binici
TARÎH-Î CEVDET
169
tibine başlanılmışsa da, yaya askerin muharebede süvari-
den çok işe yaradığını pek çok kimseler teslim ve kabul-
lemediklerinden başka, süvarinin piyadeye galip ve üstün
olması eski bir görüş olup henüz o inanışdan geçmedikle-
rinden yine eskiden olduğu gibi yayaya nispetle lüzumun-
dan fazla süvari kullanılırdı. Gerçekte süvari askeri piya-
de ile karşı karşıya geldikde gereği gibi iş gördüklerine
söz olmayıp ancak kendi üzerlerinde ve gerek atlarının
üzerinde zırh ve diğer ağır teçhizattan dolayı, muharebe-
de lâzım olan yerlerde hareket kabiliyeti ile dolaşıp yok-
lamak ve düşman askerini kovalamak gibi sürat ve çabuk-
luğa muhtaç olan görevlere elverişli olmadıkları anlaşıl-
makla böyle vazifelere gönderilmek için kılıç ve ok kul-
lanan hafif süvari askeri tertip olunmuşdu.
Topun icadı yediyüzseksen senesine doğru ise de se-
kizyüz tarihine kadar toplar yalnız muhasaralarda kulla-
nılıp sonraları adetâ muharebelerde de kullanılmağa baş-
ladı.
Hatta o vakitler Fransızlar tarafından bir kaç defa
İtalya'ya gönderilen askerle beraber bir çok top vardı.
Dokuzyüzon senelerinde şimdiki tüfeklerin taslağı olmak
üzere elde taşınır ufak ve hafif top şeklinde tüfekler ya-
pılınca hafif piyade askerinin birazına bu tüfeklerden ve-
rilerek bir zamanda ok ve sapan atanlarla tüfekliler bir-
likte kullanılmış ve tüfeğin iyiliği tecrübe ile meydana çı-
kınca, bir zaman geçtikten sonra ok ve sapan bütün kaldı-
rılıp, hafif piyade askerinin hepsi tüfekli olarak, tüfek ile
mızrakdan başka silâh kalmamıştır. Ve bu hafif piyade
yine evvelce olduğu gibi avcı çıkarılagelip ancak tüfekle-
rin böyle çoğalması ve muharebede en ziyade zor gören
ağır piyade askeri iken bunlar yalnız mızraklıdan ibaret
olarak ateşe dayanamaması, dolayısiyle daha sonraları
ağır piyade askerinin bir azma tüfek verilerek ileride olan
170
AHMED CEVDET PAŞA
iki safı tüfekli ve geride bulunan üç dört safın yine mız-
raklı olmasına karar verilmiş ve bu suretle tüfekliler mız-
raklıları korudukları gibi mızrak tüfekden uzun olmak
dolayısiyle mızraklılar da tüfeklileri koruduklarından bir
zaman da bundan iyi nizam olmaz diye inanılmışken ağır
piyade askerinin mızraklıları beş altı saf üzerine tertip
olunarak tüfeklileri, onların yanıbaşma yerleşdirmek uy-
gun görülmüş ve (1110) tarihine doğru süngü icad olu-
nunca gerek piyade ve gerek süvariden mızrak kalkarak
mızraklılara süngülü tüfek ve tüfeklüere süngü verilip
saflar önceleri dörde ve sonra dördüncü safın hiçbir faide-
si görülmeyerek dörtten üçe indirildiğinden başka hafif
piyade ile ağır piyadelerin süahları bir olduğundan ikisi
de bir biçimde eğitime tabi tutularak her biri icabına gö-
re kâh saf da . ve kâh avcı hizmetinde kullanılmıştır. Bir-
birinden farkları sadece sözde kalmış ve böylece asker ge-
rek silâhça ve gerek nizamca şimdiki hali bulur gibi ol-
muşsa da, harp usul ve kuralları bir şey demek olmayıp
daha sonraları bazı Avrupa muharebelerinde harp san'a-
tımn şöylece bir kabası almmışdır.
Eğitime gelince önceleri Nemçe generallerinden meş-
hur Monte Kokoli, Osmanlı ordularının nizamına göz ata-
rak aym tertip ve silâhla karşı koyma kuralına uyarak
böyle daima eğitim ile uğraşır ve her zaman harekete ha-
zır halde bulunur bir çeşid asker tanzim etmedikçe halk-
dan toplama askerle Osmanlıya karşı konulamıyacağını
kestirerek bir nevi muntazam ve eğitim görmüş asker ku-
rup hatta harp temine dai rolan kitabında Osmanlı Dev-
leti ile kendi Devleti arasında ortaya çıkan muharebeleri
sayıp dökerek her muharebeyi açıklıyarak ve anlatarak,
Osmanlıların muvazzaf ocaklarını ve asker erlerinin, baş-
ta gelenlerine olan bağlılık ve itaatlerini gıbta ederek di-
li döndüğü kadar anlatıp, böyle muvazzaf ve muntazam
TARÎH-İ CEVDET
171
askere mukabele kabil olmayacağını araştırarak ispat et-
miş ve kendi Devleti ile Osmanlılara karşı koymağa ve bu
kuşkuya düşenleri aşağılık ve ahmaklık ile suçlayıp kendi
Devleti Osmanlı askerinin nizamına uymağa teşvik et-
miştir. Ve Osmanlı askerine benzeterek kendisi yepyeni
bir sınıf asker kurup tertipleyip nizama sokarak bu asker-
le (1070) de Köprülü oğlu Fazıl Ahmed Paşanın bir tü-
men askerini RABE nehri karşısında bozup Sulh ilişkisi-
ni kurduğunu öğünme ve uyarma kabilinden anlatarak da-
vasını ispat etmiştir. Lâkin Monte Kokoli'nin bu galibiye-
ti yalnız kendisinin kurduğu disiplin ve nizam kuvveti ese-
r olmayıp bunda Osmanlı askerinde yeni başlamış olan ni-
zamsızlığın da sebeb oluşu vardır.
Zira o vakit, Osmanlı askeri yeni başlamış olan nizam
kargaşalığı ve disiplinsizlik ve sarsıntı geçirip düzeldiği
zaman olup, Monte Kokoli yeniçeri kuruluşunu son zama-
nı ile çökmeğe ve erimeğe başladığı zaman yetişdiğinden
önce görüp bildiği Osmanlı askeri ile bu kerre bozguna uğ-
rattığı askerin arasında fark vardı.
Sonra Prens Ojen de ortaya çıkıp askerî eğitimin geliş-
mesine çok çalışmıştır. O sıralarda Fransa'da da Fonde,
Foren, Voban gibi harb fenninde usta zatlar ortaya çıka-
rak, harp kurallarının geliştirilmesine çalışıp (tezayüd-ül
ulûm betelahik-ül efkâr) kaidesince harp usûl ve kuralla-
rı bir büyük san'at ve fen olarak Avrupa'da genişledi ve
yayıldı. Fransa'da Protestanların kovulmasında her fen
ve san'atta mahir kimseler etrafa birer ikişer ayrılıp bun-
ların çoğunu o zaman da Prusya kralı olan Frederik Guil-
laum çağırıp toplayarak, zamanında Prusya maarif ve sa-
nayiin menbaı oldu. Frederik'in oğlu İkinci Frederik -ki
büyük Frederik diye anılan meşhur zattır- işte bu malû-
matlı kimseler içinde gelişerek harp san'atmda üstâd olup
strateji ve taktik fenlerinde pek çok incelikleri öğrenerek
172
AHMED CEVDET PAŞA
harp ilmini bir hayli ilerletti. Ve süvari topçusu iead etti.
(1200) Hicrî tarihinden sonra adım adım bu ilim
bir mertebe daha ilerleyip özellikle Napolyon Bonaparte
çıkarak bu fennin sırlarını meydana koymuş ve askerlik
asrımızda görülen derecelere ulaşmışdır.
Ancak tecrübelerin artmasiyle harp san'atı günden
güne ilerlemekde bulunmuştur.
Hatta bu günlerde yeni icad şişhaneler yapılıp müs-
takil taburlar kurulup onlara bu şişhaneler verilerek ha-
fif piyade tertib olunmuş ve (1270) hicrî senesinde orta-
ya çıkan Ruslarla yapılan muharebede çok iyi olduğu gö-
rülmüştür. Önceleri hafif piyade ile ağır piyadenin birbi-
rinden bayağı farkı kalmamışken süâh ve teçhizatta fark-
lı hale gelmiştir. Sonraları eski tüfekler ortadan kaldın^
larak bütün askere Şişhane verilmiştir. İşte bu suretle
harp ilmi Ssvkülceyş (strateji) ve tabiye (tactique) adiyle
iki itina gösterilmesi lâzım bir büyük san'at olmuştur ki
ordu kumandan ve erkânı olanlar birçok başlangıç ilmi
öğrendikten sonra bu fenlerde mahir olmaları bu gün
farzdır.
Strateji fenni gerek taarruz, gerek savurma için mü-
him olan yerlerin seçilmesinden ve taktik (tactique) fenni
de çarpışmada zafere erişdirecek hareket ve tedbirlerin-
yapılmasından ibarettir.
Aslında Osmanlı Devleti serdar ve seraskerleri bu gi-
bi harn tedbir ve hareketlerde tecrübe ile maharet kaza-
nırlardı. Nitekim yukarıda anlattığımız gibi Rus çarı Pet-
ro «BUĞDAN» içinden Tuna'ya harekete geçince Baltacı
Mehmet Paşa da onun çekilme yolunu kesmek üzere Ba-
sarabya içinden ileriye hareket edip «Falcı» geçidini tut-
ması ile sevkülceyş de güzel bir hareket etmiş sonra ora-
da yolu kapayan Rus askerini kaçırıp suyu geçince hemen
Rus ordusu üzerine beklemeden taarruz etmesiyle de sev-
TARİH-Î CEVDET
173
kûlceyş mahareti göstermiştir.
Sonra (1282) senesi seferinde ŞUMNU mevkiinin kilit
yeri olduğunu önemli bularak harekat üssü yapılması sev-
külceyş fennine uygun ve o zamanın gereği savunmaya
yeter istihkâm verilmesi, tabiye fennine uygun düşmüş-
dür. Ancak daha sonraları bunun gibi harp kuralları eski-
den olduğu gibi iki önemli fenne ayrılarak harp fenni
adiyle bir büyük ilim olup bunun öğrenimi de önce birçok
fenlerin bilinmesine bağlı olduğundan şimdi seraskerler
ve diğer askeri ümera hareket harbinin nazariyat ve ame-
liyatında meleke ve maharetlerini artırmadıkça Avrupa
usûlü üzere muntazam olan ordulara kumanda edemezler.
Halbuki harp fennine açıklandığı gibi Avrupa'da ilerle-
dikçe Osmanlı askeri (Elfazî ma şehdet be el-a'da') görü-
şü ile beliren kuruluş ve disiplini adım adım gerileyerek
tersine durum ortaya çıkarak (1100) tarihlerinden sonra
sefer harekâtı Osmanlı ordusuna yıkıcı ve kızgınlık ol-
duğu anlaşıldığından artık harp davası bir tarafa atılarak
sulh ve anlaşma yoluna gidilmiş diğer Devletler ile birlik
ve beraberlik yolunda bulunmak gerekli görülüp bu yüz-
den ise uzun zaman askerin bir kenara itilmesi ile Osman-
lı ordusunun askerlik alışkanlığı ile melekesi zayıflamış
ve kuşku ile sonra açılan seferlerde büyük zayiat verilmiş
ve bu hallerden en çok istifade eden de Rusya olmuştur.
Osmanlı Devletinin askerî düzen değişikliğine muh-
taç olduğu Üçüncü Ahmet zamanından beri bu mevzu gö-
rüşülmeğe başlamış ve hele Üçüncü Mustafa Hazretleri
bunu pekçok arzu etmişse de Yeniçerilerden korkusundan
«türü bu önemli işin açıkça konuşulması bile yapılamıyor-
du. Hatta Sultan Mustafa mal toplamaya aşırı istek gös-
terdiğinden Defterdarlık mansabı önem kazanarak çok de-
fa Defterdarlar ile işleri konuşurmuş. Bir gün Defterdar
Halimî Efendiye (Yeniçeriyi nizam altına sokalım,) de-
174
AHMED CEVDET PAŞA
mesi üzerine (Onlar nizam kabul eder mi?) buyurmakla
(Evet kabul eder) ve (Sen sened verir misin?) diye bu-
yurunca tereddütsüz (Veririm) deyince yeniçeriler ile bir
olmasa böyle sened verecek derecede kavi söz veremezdi
diye Halimî Efendi hakkında şüpheye kapılıp şayet bu sır-
rı yeniçeriler duyarsa diye korkusundan Halimî Efendiyi
Musul'a mutasarrif yapıp uzaklaştırarak sürgün etmiş
sonra da idam ettirmiştir.
İkinci Mahmud ricalinden Halet Efendiye yeniçeriler
tarafından el tutsanız diye bazı nedimleri tarafından
söylenince (adamı Halimîye döndürürler) diye bu hikâ-
yeyi itimad edilir bir kimsenin anlatmış olduğu söylenir.
O vakit nizam-ı cedîd askeri tertibetmek mutlaka Av-
rupa'dan öğretmen ve mühendis getirmeye bağlı idi. Yok-
sa yeniçeri ne kadar disiplin altına alınsa yine eski yeni-
çeri olup istenilen yeniçeri meydana gelmezdi. Lâkin bu-
rasını anlayabilmek de yine o yolda özel bilgiye dayandı-
ğından Halimî Efendinin Defterdarlıkda olan mahareti
kendine yetmediği re'yinden belli olur. Diğer ricalin ço-
ğunda asrın müşkülatını hal edecek kâfi bilgi yoktu. Ba-
zıları da Avrupalıların Osmanlı topraklarına gelip gitme-
lerini istemezlerdi. Hatta Resmî Ahmed Efendi Prusya el-
çiliğinden dönüşünde yine Üçüncü Mustafa gününde rical-
den meşhur Kel Yusuf Efendi ile konuşması sırasında Av-
rupa medeniyetinden bahisle bazı maddelerin yapılmasını
söylediği sırada karantina usûlü konulmasını da söyledik-
ten sonra Yusuf Efendi ona cevap vererek: «Ben seni uza-
ğı görür bir kimse sanırdım, bu kadafcık şeyi sayamıyor-
Dostları ilə paylaş: |