Rasùlallâh Aleyhisselâm’a bir gün şu sual sorulur:
-Yerleri ve gökleri yaratmazdan evvel Rabbimiz neredeydi?..
Cevâben buyururlar ki:
-“Altında ve üstünde hava olmayan “A’mâ“ da idi!”
Bu hadis-i Şerif’te işâret edilen Allahû Teâlâ’nın Zâtıdır.
“ALLAH” ismi, toplayan bir isimdir. Yani, Allah’ın hem Zât’ını, hem vasıflarını, hem de sayısız özelliklerini içeren bir isimdir.
“Allah İsmiyle İşaret Edilen ZÂT“ın Hüviyetine ise “HÛ” ismi işâret eder. AHADİYYET sıfatıyla idrâk edildikten sonra, gerçek mânâsıyla “Allah’a iman” meydana gelir ve “yakin” hâsıl olur; iş taklitten çıkar, “Tahkik”e varır. Aksi halde, hep Allah “İSMİNE” iman edilir; ki, bu da ehli taklidin mertebesidir.
Tahkike ermişlerin ismi ise “Müferridùn” veya “Mukarrebùn”dur ki; Allah “İSMİNDE” değil; ALLAH’IN AHADİYYETİNDE benlikleri yok olmuş; “el ân öyledir” sırrına binâen, Allah Bâki’dir mânâsı yaşanır olmuştur.
“BÂKİ OLAN ALLAH’TIR” HÜKMÜ,
HANGİ AŞAMALARIN YAŞANMASIYLA AÇIĞA ÇIKAR?
Ef`âl âleminde beliren her bir birim, kendini meydana getiren bu silsilenin tüm özellikleriyle varolmuştur; ve bu temel yapı programında mevcuttur.
Rasûlullah Aleyhisselâm
"Zerre Küll`ün aynasıdır." = "birim, tümel yapının aynasıdır"
açıklamasında bugün yeni farkettiğimiz holografik evren gerçeğinin bu hakikatindan söz eder...
Zira, birimin, zerrenin Zâtı, o Sonsuz-sınırsız Zât!.
Zerrenin vasıfları, o sonsuz-sınırsız vasıflar!.
Zerrenin özellikleri, o sonsuz-sınırsız mânâ denizinden oluşmuş özellikler!.
Ve zerrenin fiilleri, o özelliklerin fiîle dönüşüdür...
Bu açıdan bakarsan, bu idrâkle bakarsan, varlıkta Tek`ten başka bir şey göremezsin.
Ef`âl boyutu, Esmâ boyutu, Sıfat boyutu, Zât boyutu diyoruz...
Günümüzde güzel bir tâbir var, "Boyut" kelimesi...
Esmâ, Ef`al’in neresindedir?.
Sıfat, Esmâ`nın neresindedir?.
Zât, Sıfat`ın neresindedir?.
Yedi kat göğün üstünde "Kürsü"yü, "Kürsü"nün ötesinde "Arş"ı ararlar... Nihâyet, bu sınırlı âlemin ötesinde de bir tanrı, bir ilâh türünden bir Allah(!?) ararlar!.
"Her zerre`de Zât`ı ile mevcuttur."
Açıklamasıyla târif edilen Allah, gerçekten her zerreyi Zât`ı ile mevcut kılması nedeniyle; ve ayrıca Zât`ı da sınırsızlık sıfatıyla muttasıf olduğu için, bu anlayışta, zerre kelimesinin anlamı fenâ bulur, Zât`ın Bâkî`liği âşikâr olur!.
O Zât, elbette belli vasıfları olan bir Zât `tır!.
Her bir Zât `dan söz edildiğinde, O Zât `ın belli vasıfları vardır. Belli vasıfları olan Zât, bu vasıflarının sonucu olarak, elbetteki belli mânâlara sahiptir. Ve, sahip olduğu bu mânâlar ile dilediğini yapar. Dilediği mânâları üretir, icâd eder, yoktan var eder. Yoktan var olan "Yok"lar ergeç birgün Yokluğa döner.
Zât`ın Vâhidiyeti itibariyle sınırsızlığını idrâk etmedikçe; Zât`ın sınırsızlığını idrâk etmeden önce de, Zât`ın Vâhidiyeti itibariyle sınırsızlığına iman etmedikçe, hakiki anlamıyla, İslâm`a ve iman`a gelmiş olmayız!.
Zira Kurân‘da, kişinin bu gerçeği farketmeden önceki hâlini anlatan, şu âyet vardır:
"Gördün mü o kişiyi ki, kendi hevâsını tanrı edinmiş" (25-43)
Kişi kendi hayâlinde, kendi şartlanmasına göre bir tanrı yaratmış ve o yarattığı tanrısına tapınarak ömrünü geçiriyor!.
İşte bu âyetin kapsamından, tahkik yollu çıkmak için, Zât`ın Vâhidiyet sıfatı itibariyle sonsuz-sınırsızlığını idrâk edip, müşahede etmek, hissetmek, yaşamak şarttır!.
Ancak... Bu anlattıklarım, yaşanarak hissedilir!. Bunları bir kitapta okuyarak, hissedemezsin!.
Tâ ki, sana bunları yaşatacak olanı bulmadıkça; işin lâfından geçip, tatbikatını yaşamadıkça; ve sonunda perdeler kalkıp, seyreden olarak kendisi kalmadıkça!. Aksi halde kesinlikle mümkün değildir!.
Bunun için de, önce buna iman etmen; sonra bu iman ettiğin şeyi yaşayabilmen için şartlanmalarından, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınman gerek!.
Bunlardan arındığın zaman da hiç farkında olmadan tabiatına yani bedensel dürtülerine esir düşüverirsin!. Dolayısıyla, tabiatını yani bedensel dürtülerini çok sıkı kontrol altına alman gerekir!.
Bu ikisini kontrol altına aldıktan sonra, bu defa da sendeki vehmin oluşturduğu bireysel benlik kavramını sıfıra indirmek gerekir; ki "Ölmeden evvel ölesin"; ve böylece "Bâkî olan Allah’dır!” hükmü sende de açığa çıksın!.
KİŞİLİK KAVRAMI TÜMÜYLE YOK OLDUĞUNDA
KİŞİ, İLÂHİ BEKÂ İLE BÂKİ OLUR!
“Mi’râc”, kişinin “Ka’be kavseyn” veya “ev edna” makamında, “Allah”ı müşahede etmesi ya da daha açık ifadesiyle; kendi varsayım benliğinin hiç varsayılmamışçasına ortadan kalkıp, “BÂKİ ALLAH’tır” hükmünce bütün esmâ ve sıfatlarıyla BÂKİ olması hâlidir.
“Urûc”un neticesinde hâsıl olan “Mi’râc” ile o kişi, İlâhi bakâ ile “BÂKİ” olur! Sen, onu, kendin gibi sanırsın; ama o, “Allah’la bâki” durumdadır! Ve bu hâl ile hayatını sürdürür.
Hazreti Rasûlullah’a baktıkları zaman; “O da bizim gibi gibi yiyip içiyor, aramızda dolaşıyor, çarşı pazar geziyor, ne ayrıcalığı var” dediler! Ama O, ilâhi hakikati hissedip yaşayan, “Mi’râc” sahibi olan; ve bunu bize bildiren “Allah Rasûlü’ idi!
Dışarıdan bakanlar, o “daimi namaz” ehlini kendileri gibi görürler; ama bilmezler ki O varlıkta “Bâki olan Allah’’tır”!
İşte bu hâl, “ölmeden evvel ölerek” kişisel kıyâmetin kopup;
“Sümme ileyna turceûn”,
“ve dahi bize döneceksiniz” âyetinin mânâsı ortaya çıkıp; basit tâbiriyle “kişinin Allah’a rücû etmesi”dir.
Mi’râc önce ef’âl âleminden olur... Ef’âl âleminden mi’râc, isimlerin müsemmâlarının Allah’ın gayrı olarak mevcûd olduğu fikrinden ve zannından kurtulup, Tek fâili mutlak’ı müşâhede etmektir.
Eğer bundan devam edecek istidat mevcût ise urûc bu defa esmâ mertebesinde olur ve tüm isimlerin mânâlarının hep aynı Zât’a ait olduğu müşâhede edilir.
Sonra mevcûdâtın Zât’ının TEK olduğu tespit edilir!
Urûc bundan sonra da devam ederse, “NEFS”inin hakikatının dahi “O” olduğu yaşanır ve kişilik kavramı tümüyle yok olur... Varlığında Bâkî Allah’tır!
Uruc bundan sonra biter, mi’râc tamam olur.
“BÂKİ OLAN ALLAH’TIR!” GERÇEĞİNİN
ORTAYA ÇIKIŞININ NETİCESİ NEDİR?
Fâni olan zaten yoktu; "yok"luğu farkedilerek ortadan yani idrâktan kalktı!
"Bâki olan "ALLAH" gerçeği ortaya çıktığı zaman; senin gözünde gören, kulağında işiten, dilinde söyleyen, elinde tutan, ayağında yürüyen hep ve sadece "ALLAH"'tır!
"ALLAH" bilir; "ALLAH" görür; "ALLAH" algılar; "ALLAH" söyler; "ALLAH" şehâdet eder!
“BÂKİ, ALLAH’TIR” HÜKMÜ AÇIĞA ÇIKTIĞINDA,
SÛRETLERDE DEĞİŞİKLİK OLUR MU?
Evet, insan baştan beri çeşitli vesileler ile anlattığımız üzere, kendilerini oluşturan maddeleri "ışınlar", ya da "kozmik enerji" ya da "nûr" yapılı denilen "melek"ler tarafından, ilâhî ilim ve irade istikâmetinde programlanan bir beyin ile yaşama başlayan bir varlık.
Ancak bu varlık gene beyin kapasitesi itibariyle mevcûdattaki tüm varlıkları ve özellikleri değerlendirebilecek bir kapasiteye de sahip kılınmış; Yeryüzünde "HALİFE" olarak meydana getirilmesi hasebiyle.
Bir diğer ifade ile, "ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in esmâsına ayna" olup, O'ndaki yüce özelliklerin zâhire çıkabilmesi için var.
İşte beyin, eğer çok üst düzeyde çalışma kapasitesine erişir; kendisinde ortaya çıkan tüm özelliklerin, Allah'tan, eğer tâbiri câiz ise, yansıma ya da tecellî olduğunu; esasen kendisinin var olmayıp, ilâhî özelliklerin bir bileşim hâliyle oluşturduğu bir varlık olduğunu idrâk ederse; işte o zaman ikinci yön ortaya çıkar! Bu defa, hükmolunan robotta, gören, işiten, söyleyen, tutan, yürüyen O olur! Ya da bir başka ifade ile, robot yok olur; O ezelî ve ebedî "MEVCÛD" varlığında kendinden gayrını görmez olur!
Kısacası sonradan, "yok"tan var edilmiş varlık, tekrar "yok" olur; ve BÂKÎ, "ALLAH"tır hükmü ortaya çıkar.
Bununla beraber, sûretlerde bir değişiklik olacağını da sakın sanma! Çünkü dün-bugün-yarın; ezel-ebed, Allah katında tek bir şeydir ve hep aynı şeydir!
Kısacası, nasipte var ise, takdir edilmiş ise, sen, senin "var" olmadığını; var olanın hep "O" olduğunu müşahede eder ve yaşarsın ki; bir süre sonra yaşayanın dahi kendi olduğu; hattâ bunların çok çok daha öteleri ortaya çıkar!
“BAKMAK”
Senin bakışından kasıt, “basiret”tir! Yâni o şeyi idrâktır; o şeyin ne olduğunu anlayabilmektir!. Ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu anlayabilmektir! Bakmaktan gaye, basiretin mânâsı itibariyle, bir şeyin ne olduğunu anlamaktır. Yani o şeyin varlığının ne olduğunu, nasıl olduğunu, niçin meydana geldiğini bilebilmektir.
“BALÇIK”
İnsan nasıl ki beden dediğimiz yapısıyla hücrelerden meydana gelmişse, hücrelerden meydana gelmiş bu yapıyı da Kur`ân mecaz yollu olarak;
"Biz insanı balçık`dan yarattık"
diye tanımlıyor.
Buradaki "balçık" benzetmesiyle su-mineral karışımına işaret ediliyor. Hücre yapısı balçık hâlindedir. Yani, mineral yapı ve sıvı yapı!. bu ikisinin karışımıdır, hücre!. "Balçık" tâbiriyle işte bu gerçeğe işaret ediyor.
“Biz insanı topraktan ve balçıktan yarattık”
âyetlerini anlatırken, “balçık” kelimesiyle kastedilen şeyin “hücre” olduğunu söyledik...
İnsanın hücrelerden meydana gelmiş olduğunu anlatma sadedinde; “balçık” kelimesi kullanılmıştır, mecâzi olarak... Yoksa, toprağı suyla karıştırıp bulamaç hâle getirmek, balçık demek değildir!
Buradaki “balçık”tan kasıt, “hücre”dir. Hücrelerin birleşmesiyle insan meydana gelmiştir; hücrelerin birleşmesiyle beyin meydana gelmiştir.
BÂ’S
Bir yapının son bulmasının akabinde ikinci bir yapının varolması!
Beden sıçraması, beden dönüşmesi!
ALLAH’IN İNSANI BÂ’S ETMESİ
Bu madde bedende- fizik bedende yaşayan varlığın, şuurun, bilincin, bu bedenin tükenişiyle birlikte yeni bir bedenle yaşamına devam etmesidir.
BEDEN SIÇRAMASI-BEDEN DÖNÜŞMESİ (BÂ’S)
NASIL GERÇEKLEŞİR?
Hammadde vücuda giriyor, bioelektrik enerjiye dönüşüyor; bu bioelektrik enerji organik bilgisayarı besliyor.
Organik bilgisayar yani beyin, bu bioelektrik enerjiyi alıyor; kendi bünyesinde değerlendirerek mikrodalga enerjiye dönüştürüyor ve bu mikrodalga enerjinin bir kısmını çeşitli dalgalar şeklinde dışarı yayıyor. Bir kısmını da kendi yeni bedenini meydana getirmek için kullanıyor.
Yani sizin bedeninizin kullanılmaz hâle gelmesinden sonra yaşamınızın devam edeceği “Mikrodalga bedeninizi” oluşturuyor beyin! .
Ve bunu sanki televizyon dalgaları misalinde olduğu gibi, tüm zihinsel faaliyetleri ses ve görüntü dalgalarını elektrik dalgasına çevirerek televizyon dalgası şekline dönüşmesi gibi, tüm zihinsel faaliyetlerini ana taşıyıcı dalgalara yüklemek suretiyle eskilerin “RUH” adını verdiği maddeötesi bedeninizi meydana getiriyor.
Yani ruh diye bahsetttikleri şey, biz doğarken eskiden yaratılmış da(!) dışarda sırasını bekleyip dünyaya bu bedene gelip giren bir şey değil!
“Ruh” ismiyle işaret edilen yapı, bir mikrodalga bedendir ki, beyin tarafından üretilir.
Ve beyin, ürettiği bu taşıyıcı dalgalara, “Bellek Dalgaları” dediğimiz ses ve görüntü dalgalarını ve tüm zihinsel faaliyeti yükler.
Bu sebeple kişi “ölüm” dediğimiz olayı yaşadığı anda beyin durur. Beynin bioelektrik beslemesi bedende durur. Dolayısıyla beden manyetizmasını yitirir ve böylece de o mikrodalga beden serbest kalır.
Nasıl ki şu elektrik şebekesini bir yedek jeneratöre bağlarsak ve elektrik kesildiği anda otomatik olarak jeneratör devreye girip burada hiç kesintisiz ışık devam ederse; aynı şekilde şuur da, bilinç de beynin durmasıyla birlikte mikrodalga bedende yaşamına devam eder.
İşte bu sebepten dolayıdir ki hiçbir insan ilk anda öldüğünü farketmez!.
Ölüm, bilince hiç bir kesiklik getirmez!
Hattâ çok zaman, kişi, ilk anda ölümü tattığını bile farketmez.
Şuurlu bir şekilde çevresini algılar ve ağlayıp haykıranlar yüzünden ilk anda paniğe kapılıp, büyük üzüntü duyar!.
Bedenin yıkanışını, cenaze namazının kılınışını, gelenleri seyreder; ve en büyük paniği de bedeni mezara konulduğunda yaşar; çünkü bilinçli ve diri bir varlıktır; ancak ne yazık ki de bedeniyle birlikte mezara konmak zorundadır!
Nasıl gündüz yaşadığınız olaylar zorunlu olarak gece rüyanıza girer ve bunu değiştiremezseniz rüyada; aynı şekilde tüm yaşam boyunca kendinizi o beden kabul ettiğiniz için de o anda bedeni bırakıp uzaklaşamaz ve o bedenle birlikte mezarın içinde bulursunuz kendinizi; ve dahi uzaklaşanların ayak seslerini işitirsiniz!.
İşte bu sebepledir ki Kurân, “öleceksiniz” demez;
”Her insan ölümü tadacaktır!” der.
Yani Ölüm, tadılacak bir olaydır!.Yaşanacak geçilecek bir olaydır. “BEDEN DÖNÜŞMESİ” - “BEDEN SIÇRAMASI” dır!
Bu “beden dönüşmesi”- “beden sıçraması” denen olay da İslâm’da “BA'S” kelimesiyle bahsedilmiştir. Ve bunu da size her ne kadar bilimsel olarak izah edemeseler de, demişlerdir ki; İman et!.
Nasıl?
Âmentü’de:
Vel ba’sü ba’del mevt.
Yani “Mevtin akabinde, mevtin sonrasında yeni bir bedenle yaşamıma devam edeceğime iman ediyorum”.
Ama dikkat edin! “vel ba’sü ba’del mevt” diyorsunuz. “vel ba’sü ba’del kıyâmet” demiyorsunuz.
Bugün eğer hocaları dinlerseniz, Din’i temsil ettiğini sanan adamları dinlerseniz; göreceksiniz; ”Ölüp, mezara konacak, kıyâmette dirileceksiniz” derler...
Kurân’dan haberleri yok!
Âmentü’den haberleri yok!
Kurân “ölümü tadacaksınız!” diyor. “Öleceksiniz” demiyor. Bu bedeni kulanamaz hâle geldiğini göreceksin ve bu hâlinle yani mikrodalga bedenle yaşamına devam edeceksin.
“BÂİS” ESMÂSI
Bir yaşam bitiminin hemen akabinde yeni bir yaşamı başlatan!
Bir boyuttan, diğer bir boyuta geçiş yani "BÂ'S", yeni bir doğum, yeni bir başlangıç, bir sonun ardındaki bir ilktir!.
“BÂİS” ESMÂSI, HER ANKİ BÂ’S OLUŞTA
DAHA GELİŞMİŞ ÖZELLİKLER GETİRİR!
İşte bu “Bâis” ismi zikri hem olayın kavranılmasını kolaylaştırır hem de, her anki bâ's oluşumuzda, yâni her an yeni bir bedenle varoluşumuzda bize çok daha gelişmiş özellikler getirir.
AZRAİL’İN BÂ’S OLAYINDAKİ ROLÜ NEDİR?
İnsanın ölümünü Azrail’e bağlamak son derece yanlış ve sınırlı bir anlayıştır, ilkel bir yaklaşımdır!
“Azrail”in görevi, bir yapının varlığına son verip, o yapının son buluşu ile birlikte, ikinci bir yapının başlangıç ortamını sağlamaktır. Ancak, ikinci yapıyı başlatan Azrail değildir.
İkinci yapıyı başlatan, “EL BÂİS” isminden oluşan melektir! Azrail, ölümü tattırır; yâni, o birimin mevcut yapısıyla alâkasını keser; o yapıyla alâka kesilmesinin hemen akabinde, “BÂİS” isminden var olmuş melek görevi alır, o birimin yeni yapısını meydana getirerek, ikinci anda o yapı ile o varlığı meydana getirir.
“BÂİS” İSMİ,
HER AN GEÇERLİDİR!
"BÂİS" ismi dar mânâda yeni bir bedenle varoluş gibi anlaşılır. Ve işin gerçeğini bilmeyenler tarafından da zannedilir ki, “şimdi ölücez yok olucaz; sonra kıyâmette mahşerde Allah bizi -BÂ'S- edecek yeniden yaratılacağız!”
Bütünüyle İslâm öğretisi dışındaki yanlış bâtıl ilkel bir bilgidir!.
"BÂİS" ismi her an geçerlidir ve eseri her an görülen bir isimdir.
Bâ's olayı da her an cereyan etmektedir!.
Ölüm meydana geldiği anda, kişi fizik bedenden kopar, biyolojik bedenle bağlantısı kesilir ve hemen o anda mikrodalga bedenle "Bâ's" olarak yaşamına kesintisiz bir şekilde devam eder.
ÖLÜMÜN AKABİNDEKİ
VE KIYÂMET’TEN SONRAKİ BÂ’S
İbn-i Ömer radıyallahu anh anlatıyor... Rasûlullah buyurdu:
-Sizden birisi ölünce, cennetlik olsun, cehennemlik olsun akşam sabah kendisine makamı gösterilir. Burası yerindir. Kıyâmetteki “ba`s“ine kadar buradasın.”
Burada şu hususa dikkat çekelim. Âmentü`de okunan şu cümleye bir bakın:
“Vel bâ`sü bâ`del MEVT”.
Dikkat ediniz!. “Vel bâ`sü bâ`del KIYÂMET” denmiyor. Yâni, “Bâ’s” kelimesiyle anlatılan olay, KIYÂMET`ten sonraki değil, ÖLÜMÜ TATTIKTAN sonrakidir!
Dünyada, bildiğimiz madde bedenle ve bu arada bu madde bedenin ürettiği ruh bedenle yaşarız. Ölümü tadınca, madde beden çözülür ve RUH bedenle bâ’s olmuş olarak kabirde kıyâmete kadar yaşamını devam eder. Sonra “KIYÂMET” denen, dünyanın Güneş ısısında bozunumu devresinde, bugünkü karakteristiği istikametinde yeniden bâ`s olur. Ve nihayet son defa bu bedenler de gittiği ortama göre yeniden bir bâ`s ile oluşurlar.
Ruh bedenler kıyâmet akabinde o şartlara göre yeni bir yapıya dönüşürler, yeni bir ba’s olur ve bu bedenlerle Cehennem denen ortamı geçmeye çalışırlar.
Cehennem ortamından kurtulanlar ise bir ba’s daha geçirerek ruh bedenden “nur beden” hâline dönüşürler; böylece de bu bilinçler, “nurâni varlıklar” olarak cennet boyutunda yaşamlarını sürdürürler.
“BÂİS” İSMİ MAZHARI OLAN MELEK
Azrail, ölümü tattırır; yani, o birimin mevcut yapısıyla alâkasını keser; o yapıyla alâka kesilmesinin hemen akabinde, "BÂİS" isminden var olmuş melek görevi alır, o birimin yeni yapısını meydana getirerek, ikinci anda o yapı ile o varlığı meydana getirir.
Burada enteresan ve farkedilmesi önemli olan bir husus daha var "BÂİS" ismi ağırlıklı meleğin göreviyle ilgili... O da şu;
Bazı varlıklarda, meselâ insan gibi, "BA`S" meleğinin görevi daha o varlığın ilk oluşum safhalarında başlar... Meselâ, Ana rahminde 120. günde "BÂİS" ismi mazharı melek tarafından o ceninin özünden kaynaklanan bir biçimde, -dıştan değil- "RUH" meydana getirilir!.
Ayrıca ölüm anında da, gene bu "Melek" tarafından, bilincin ruhu kullanması sağlanır!.
Elbette bu bizim müşahedemizdir ki, iman edilmesi zorunlu noktalar arasına girmez!.
BASAR
”Basar”, gözbebeğidir.
“BASİR” ESMÂSI
Yaratıklarının her hâlini değerlendiren.
BASÎRET (KALB GÖZÜ)
"Kalb gözü" denildiği zaman gaye, "şuur" gözüdür. Bedende nasıl bir "şuur" mevcut ise, aynı şekilde ruh bedende de bir şuur mevcuttur ki; işte bu "şuur"dan, bu şuurdaki idrâk özelliğinden "kalb gözü" veya "basîret" isimleriyle bahsedilmiştir!.
“Basiret”, ilmi değerlendiren bilinçtir!
Onun için ‘’basar’’la değil, ‘’basiret’’le bakmak lâzım.
“BASAR” İLE “BASİRET”
ARASINDAKİ FARK NEDİR?
Bilinç, basireti Allah’ın “İlim Sıfatı”ndan alır!
Basar da Allah’ın “Zâhir” esmâsından aldığı şekilde hükmünü icra eder.
"Bakmak" ayrı şeydir; "görmek" ayrı şeydir!.
Herkes "bakar", ama bazıları "görür"!.
"Basar", bakar; "basiret" görür!. Yani "görmek"ten murad gördüğünün anlamını çözüp onu değerlendirmektir.
Bir şeyi dinleyebilirsiniz, ama o dinlediğiniz şeyi anlayıp değerlendirebilmek güçlü bir akıl, mantık ve muhakeme kuvveti ister.. Bunun gibi, baktığını görmek de ayrı bir özelliktir!.
İşte "okumak" da bir anlamıyla baktığın yazılı metini deşifre etmek, çözmek anlamına geldiği gibi; bir diğer anlamıyla da baktığını görmek; güçlü bir mantık, muhakeme ile ondan yeni anlamlar çıkartmak suretiyle o şeyi değerlendirmek anlamını taşır.
BASİRETİMİZDEKİ ZULMET PERDELERİ
NE ZAMAN KALKMAYA BAŞLAR?
İşte beş duyunun verdiği madde kabulünü bir yana bırakıp, boyutsal idrâklara yönelirsek; zulmet perdeleri yavaş yavaş basiretimizden kalkmaya başlar.
"Allah’ım, bana eşyanın hakikatını göster."
şeklindeki Rasûlullah Aleyhisselâm’ın ettiği dua, hakikatta bize bir gerçeği vurgulamak gayesine mâtûftur.
BASÎRET KİMDE AÇILIR?
İman nûru olan kişide basiret açılır!
İman nûru, kişinin basiretini açtığı içindir ki o kişi,
”Başını ne tarafa döndürürsen Allah’ın âyetini görürsün”(2-115)
âyetinin işaret ettiği mânâ ile varlığa bakar ve her kişide-her varlıkta Allah’ın vechini müşahede eder ve Allah’ın vechini müşahede etmenin gerektirdiği edep ile hareket eder, isimle-resimle perdelenmez.
BASÎRET NİÇİN ÖNEMLİDİR?
Basiret, ilimdir!
Allah’ın Vechi, Basiretle (ilimle) görülür!
Basiretinle baktığın zaman, Varlık Tek bir bütündür; ve bu tek bir varlık olanı basiretinle gördüğün zaman, Allah`ı görmüş olursun! Esmâsı yönünden Allah`ın vechini görmüş olursun!
Demek ki, Allah`ın vechini “basiretle” görmek mümkündür!
Bu “basiret”in diğer bir adı da “İlim”dir. Ama burada “ilim” tâbirini kullanmıyoruz. Çünkü “ilim” dediğimiz zaman, herkesin aklına fizik, kimya ilminden çerçöp yapma ilmine kadar çeşitli şeyler geliyor! Zîrâ biz her şey için “ilim” tâbirini kullanmışız. Oysa hakiki mânâda ilim, bunlar değildir.
Din ıstılâhında ve burada geçen ilim; Allah`ı bilme, yaşama, görme, idrâk etme ilmidir. Bu da ‘’basiret’’ denilen özellikle olur.
Kendini önce beden olarak tanırsın… Sonra idrâk edersin veya taklîden kabul edersin ki bir de ruhun varmış... Bu, derinliğine giden bir görüş keskinliğine yol açar; ki bu, “basiret”tir!
“Tanrı” kavramından kurtulmak irfan ile olur, basiret ile olur; bunu da tefekkür ve muhakeme ve ilim getirir.
“BASİRET”İN (ALGILAMA VE
Dostları ilə paylaş: |