Neyi seversen sev, gerçekte yalnızca “HÛ”yu sevmektesin ve zaten yalnızca “O”nu sevmek için varsın!.
Sevgi yaşantısı Cennet’tir; sevgisizlik ise Cehennemin bir türü!
HERŞEY
TEK BİR BEYNİN KONTROLÜNDEYKEN,
KINAMAK NİYE?
Kollarınızı iki yana açınız ve sağ ile solun iki ucunu düşününüz, ne kadar uzaklar birbirlerine…
Sonra hatırlayınız, aynı bedende olduklarını ve TEK BİR beyinden yönetildiklerini… Biri başınızı kaşırken diğeri topuğunuzla meşgul!
Öyle ise niye kınamak sol eli?.
Eller kendi başlarına mı hareket ediyorlar?. Yok mu kendilerine kumanda eden bir beyin?.
Değer yargılarımızı yeniden gözden geçirsek nasıl olur acaba?…
“HURAFE”
Dinimize çok hurâfe girmiş, çok safsata girmiş... (HURÂFE; yanlış, geçersiz asılsız bilgi)
“HULÛL”
(BAŞKA BİR VARLIĞIN İÇİNE GİRME)
FAKR ateşiyle yanan, yâni, "yok"luğunun idrâkı ve hissiyatı içinde olup, yakîne ermiş bir kişiyi görürsen, yaklaş ona!
Çünkü, orada beni bulursun!
Çünkü, o "yok"luğa ermiş kişinin varlığı benimle kâimdir. Benimle görür, benimle işitir, benimle yürür...
Elinde, dilinde beni bulursun!
Ve sakın sanma ki, orada o kişi var da içi yok olmuş, onun içinde ben varım!..
Bu muhaldir!
Hulûl yani başka bir varlığın içine girme diye bir şey asla sözkonusu değildir! Ayrıca iki ayrı varlığın birleşmesi yani ittihad da değildir bu!
Allah'ın varlığı dışında ikinci bir varlık mevcut değildir ki, O!nun içine girme veya onunla birleşmeden bahsedilsin.
“HUŞÛ”
“Allah”ı bilenin hâlidir, “huşû”!.
HUŞÛ,
ALLAH İNDİNDE HİÇLİĞİNİ FARKETMEKTİR
Sen kendi varlığının ve bütün bu varlığın HİÇ olduğunu anlayıp idrâk ettiğin zaman yaşadığın hâli adı: HUŞÛdur.
“Allah’tan ancak Alim olanlar haşyet duyarlar” âyeti işte buna işaret eder.
Dolayısıyla Allah korkulacak ötedeki bir Tanrı değil , kendisinden haşyet duyacak Vahid’ül Ahaddır!
“HUŞÛ” OLMAZSA,
Mİ’RÂC OLMAZ
Önce sizin de duymuş olabileceğiniz iki ayete işaret edelim;
“VAY HÂLİNE O NAMAZI EDÂ EDENLERİN Kİ, NAMAZIN ANLAMININ FARKINDA DEĞİLDİRLER “ (107-4/5)
“ONLAR NAMAZDA HUŞÛ İÇİNDEDİRLER” (23-2)
“HUŞÛ” kesinlikle bilelim ki “KORKU” değildir!
“ALLAH” azâmetini farkeden insanın, bu sonsuz yücelik yanında kendi “hiç”liğini farketmesi; ve bunun sonucunda da hissettikleridir “HUŞÛ”!.
Bu âyetlerin anlamlarını yeterince anlayamayanlar, “sen namazda dünyadan yeteri kadar arınamıyorsun, Allah’a yönelmiyorsun, dolayısıyla namazın kabul değildir; gibi hükümler verirler...
Oysa bu yorum, bu anlayış tamamen yanlıştır. Çünkü namaz, birinci derecesinde söylediğim gibi, kılınma şekliyle, senin ölümötesi azaptan cehennemden korunman için gerekli olan enerjiyi sağlayacaktır.
Burada “huşû olmazsa, olmaz” denmesi, “Mi’râc olmaz” anlamınadır!. “Allah’a vusûl olmaz”, anlamınadır!.
HUŞÛ,
ERİŞİLEN BİR İDRÂKIN SONUCUDUR
“Huşû”; erişilen bir idrâk, edinilen bir müşahedenin sonucudur.
“Huşû “ namaza mahsus değildir, her an yaşanabilir; dolayısıyla da namazı kapsamına alır...
HUŞÛ,
“DAİMÎ NAMAZ” İLE SONUÇLANIR
Bkz. H / “Hâşian” / Allah indinde herşeyin “HİÇ”ten gelip “HİÇ”e gittiğini bütün hücrelerinde yaşarsan, sen “Hâşian”dan olursun.
“HUY”
(KARAKTER)
(MİZAÇ)
Beyin, temel kabiliyeti itibariyle aslının, zâtının yani kendinin Hak’tan olması dolayısıyla 99 ismin mânâsına sahip. Bu 99 ismin mânâlarının ise değişik kuvvetlerde ortaya çıkışı söz konusu.
Esas mânâda, her beyinde genellikle bu 99 isim ortaya çıkıyor. Fakat değişik kuvvetlerle ve belli bir terkib hâlinde. Bu terkibi de, bahsettiğimiz doğum sırasındaki oluşum meydana getiriyor.
Bu terkibin hissedilişi, "duygu" adını alıyor.
Bedende belli fiîlleri oluşturması, "huylar" dediğimiz “karakter” dediğimiz yapıyı meydana getiriyor.
HUY,
ÇEŞİTLİ İLÂHİ İSİMLERİN MÂNÂLARININ
DEĞİŞİK TERKİPLERLE
ORTAYA ÇIKIŞIDIR
“Duygular” dediğimiz şey, İlâhi isimlerin mânâlarının duyuları ve duyguları meydana getirir bir biçimde âşikâre çıkış şeklidir.
Nihâyet “insan” ismiyle kastedilen varlıkta görülen huy ve tabiat, çeşitli ilâhi isimlerin mânâlarının değişik terkiplerle ortaya çıkışıdır.
HUY
(KARAKTER)
DEĞİŞEBİLİR Mİ?
Huy duvarlarının çevrelediği hapishaneni ne zaman farkedeceksin?
Beyinlerimiz her an burçlardan gelen sayısız kozmik ışınların bombardımanı altında… Bu ışınım, beyinlerimizin ilk açılışı kadarki kapasitesiyle her an alınıp değerlendirilmede. Bu gelen ışınım, sürekli olarak değişen açılar ve değişen güçlerle beynimizde çeşitli planetlerin etkisiyle açılmış devreleri etkiliyorlar.
İnsanların bütün huyları, karakterleri, mizaçları tamamiyle beyinlerinin ilk açılımında aldıkları açılımlar, programlanma istikametinde oluşur. Ve bu ilk tesirlerde ne kapasitede bir açılım ve yönlenmeye nâil olmuşlarsa, artık yaşamlarında da o istikamette bir çalışma içine girerler. Ama bu gene de nasıl başladılarsa öyle bitecektir, demek değildir. Zîra, ilk açılımdan sonra, bir vesile ile o kişi şayet zikre başlar ise, bu defa beyninde yeni açılımlar oluşacağı için, huylarında, davranışlarında bazı değişiklikler olmaya başlar.
Ancak bu değişiklikler, daha ziyade kişinin “istidat” yönüyle alâkalı olan, doğum günleri ile ilgili olarak aldığı tesirlerde daha çabuk görülür. Kişinin “kâbiliyet”iyle alâkalı, doğum saatiyle ilgili devrelerde ise, değişim çok daha yavaş olarak meydana gelir.
Daha önceden de belirtmiş olduğumuz gibi, 120. günde alınan tesirlerle ilgili hususlarda ise, yani kişideki “A’yân-ı sâbite”de ise asla değişiklik olmamaktadır.
“Said ana karnında saiddir; şakî ana karnında şakîdir”.
Yâni Cennete gitmesine yol açacak ekstra antiçekim dalgalarını üretme ihsanına beyin daha 120. günde nâil olmuştur. Ya da maalesef hayır!.
DEĞİŞMEYEN HUY
(Soru: Gerek astrolojik etkiler, gerekse Esmâ zikri sonucu insanda karakter değişmesi söz konusuyken; Allah Rasûlü’nün ''iki dağın yer değiştirdiğine inanın, insanın huy değiştirdiğine inanmayın'' sözünü nasıl değerlendirebiliriz?..)
Buradaki "huy" kelimesi, "fıtrat" anlamında kullanılmıştır.
HUZUR
Huzur, yokluk hâlinin adıdır.
EBEDİ HUZURU MÜJDELİYOR SANA
ARINMIŞ KİŞİ…
MUSTAFA!
Ölen bütün insanlar gibi diri diri o mezara koyacaklar seni!
Ölmeyeceksin!
Bak ne diyor sana?..
Her kişi gibi sen de ölümü tadacaksın!
“Küllü nefsin zâlikatül mevt!”
“Her nefs ölümü tadacaktır!”
Sen de tadacaksın!
Ya kozanı del Ahadiyet âlemine kanat aç… De ki:
“Allah’tan gayrı hiçbir zaman mevcut değilmiş… Ben hiçbir zaman varolmamışım. Sadece varolan Allah imiş ve el ân da öyle!”
Veya bu gerçeğe eremeden, kendini bu et kemik beden sanarak ve bütün bu bilgiler beynin tarafından ruhuna yüklenerek bu bedenle ilişkin kesilsin ve sen de kendini bu beden sanmanın tabii cezası ve sonucu olarak diri diri o mezara gömül!
Bir kâbusun uyanışı vardır ama diri diri mezara girmenin uyanışı yoktur!
Kıyâmete kadar milyarlarla sene belki de o mezarda kalacaksın!
Nasıl uyanacaksın o mezardan?
Hiç gördün mü o mezardan kalkanı, o kâbustan kurtulabileni?
Nasıl gözün, için, idrâkın alabiliyor orada birinin kaldığını?
Oysa sana ebedi huzur ve saadeti müjdeliyor Allah Rasûlü!
Arınmış kişi!
MUSTAFA!
Adıyla bile sana bir mesaj ulaşıyor!
Mustafa’nın sesine kulak ver!
O, ıstıfa etmişi arınmış, orijin, saf, hakikat olan varlık sana sesleniyor..
Diyor ki:
ÖLMEDEN EVVEL ÖL!
Fiziki ölüm, cebri ölüm sana gelmeden, bu beyinle bu bedenle alâkan kesilmeden sen gerçeğe ermek benliğinden arınmak suretiyle Hakikatin âlemine geç.ki böylece kozadan kurtulasın!
HUZURU BULDUĞUN YER,
CENNET’TIR!
Bil ki, Cehennem, şuurun ve bedenin azap duyacağı; Cennet ise huzur bulacağı yerdir!.
Fakat orada ne odun vardır, ne de kömür!.
HUZURA ERMEK
ALLAH’IN YARATTIĞI “SİSTEM VE DÜZEN”İ
İDRÂK ETMEKLE MÜMKÜNDÜR
Bkz. H / Hayâl / Hayâli değerler ve kavramlarla yarattığımız hayâli dünyamıza kendimizi hapseder ve orada yaşarız
“HUZURA EREN BİLİNÇ”
(SONSUZLUĞUN VE SINIRSIZLIĞIN İLMİYLE
TATMİNE ERMİŞ BİLİNÇ)
Huzura eren, huzurdadır..
Evrenin ve varlığın derinliğine bir bakış, makrokozmostan nazarımızı çekip mikrokozmosa yöneliş bizi varlığın aslı-orijini olan Tek’e yöneltecektir.
Ister ilim aracılığıyla olsun ister sezgi ilham yollu olsun varlığın tekliiğini ve dolayısıyla kendi benliğinin varolmayıp o Tek’in varlığıyla kaim ve daim bir varlık olduğunu idrak eden kişi çok önemli bir varta bir tehlike ile içiçedir yüzyüzedir ve pekçok insan bu tehlikeli bölgede kaymış ve neticede helâk olmuştur.
O tehlike de şudur; kendi benliğinin varlolmayıp ilâhi benlikle varolduğunu hisseden kişi elinde olmaksızın “ben Hakk’ım“ der. Elinde olmaksızın “cübbemin altında Allah’tan gayrı yoktur“ der…
Cüneydi Bağdadi!
“Subhani.. Subhan benim şânım ve azâmetim yücedir“ der.
Ama benliğinin gerçeğine bu yüce zevat gibi erememişse o hakkaniyet vasfını bedeninde yaşama gafletine düşer. “Şu beden şu birim Hakk’tır“ der bedeninn tabiatı istikametinde yaşama gafletine düşer. “Ben Hakkı’m“ diyerek sınır tanımaz, bedenin istek ve arzularını sınırsız bir biçimde yaşamak gafletine düşer. Âdeta firavun gibi olur, “ben sizin yüce rabbinizim, ben Hakk’ım“ der, herkesi de kendi kuluymuş gibi zanneder!. Hakk’ı kendi benliğinde görüp gayrını beşer olarak Hakk’tan gayrı varlıklarmış gibi görmek gaflet ve dalâletine dûçar olur.
İşte bu, onun helâka giden yolda adım atmaya başlamasıdır!
Oysa bu kişinin kendisini bilinç boyutunda nefsin hakikati boyutunda ilim boyutunda tanıyıp hissetmesi gerekir. “Ben Hakkı’m varlııkta Hakk’tan gayrı birşey yok, öyleyse ben dilediğimi yaparım!!!“ diyerek içkiye, sekse, kumara yönelen maalesef tasavvuf sırlarından bihaber pekçok kişi aramızda dolaşıyor .
Bunlar bilmelidir ki... Vahdet ilminin gereği, şuurda- ilim boyutunda yaşanır!
Çünkü varlığın aslı da bu ilimden başka birşey değildir.
Bu ilmin kırıntılarını elde edip de beden boyutunda Hakk’ın sınırsızlığını yaşamak demek, gaflet ve dalâlate sapmak demektir.
Ama kişi bu bilinç boyutunda yaşanacak hakikati hissedip idrâk ettikten sonra o sonsuzluğun ve sınırsızlığın ilmi şuıur boyutunda ortaya çıkarsa ve bu hâl ile itminana ulaşırsa ona;
“Ey Mutmainne Nefs! İtminana ulaşmış, tatmin olmuş, huzura ermiş Nefs!“ diye hitap gelir Hakikatinden!
Huzurda pişmanlık olmaz!.
HÜDDAM İLMİ
Şeytan , esas olarak “İblis” lakabıyla bilinen “Azazil” isimli “Cin”dir.
Başlangıçta, cinlerin hocası durumunda iken, Âdem aleyhisselâmın yaratılmasından sonra, işlemiş olduğu hata dolayısıyla bu vazifeden tard edilmiş, daha sonra da Allah'a karşı gelmesi hesabiyle de lânetlenmiş, azâba dûçar olanlardan kılınmıştır.
Ancak, Allah'tan, insanlardan büyük bir kısmını kendisine uyduracağını iddia ederek kıyâmete kadar izin almış; ve Allah'ın kullarını imtihan etmesi için de insanları kandırmaya başlamıştır.
"Şeyâtin" kelimesiyle çoğul olarak kullanılmasının sebebi ise, ona tâbi olan Cin topluluğudur.
Cinler için zaman ve mekân kaydı yoktur. Her an her yerde bulunabilmekte, geçmişe dair her şeye detaylı bilgi sahibi olabilmektedirler.
Cinler, Kur'ân-ı Kerim'de belirtildiği gibi, müslüman olanlar veya olmayanlar diye ikiye ayrılmaktadır. Kezâ bunlara da ulvî ve sülfî diye bir ayırım da yapılmaktadır.
Bu mevzûyu inceleyen ilme "Hüddam İlmi" denilmektedir.
“HÜKÜM”
Bkz. E / “Emr”
HÜSRAN
Seni eğlendiren, hüsrana; düşündüren, saadete yönlendirmektedir.
Ömrünü koyduğun oyunda yanlış ata oynamanın pahası, ebedî hüsrandır!.
Nankörlerin de varacağı bir menzil vardır ki, adına ‘’hüsran’’ derler.
Davranışlarınızda pusulanız halk ise, rotanız hüsran üzeredir!.
Yönelişi, insanlığın özünden gayrına olanlar; hüsrandadırlar!.
Kendini güçlü görüp güvenen, hüsrandadır.
Gururuyla yaşadı, hüsranla öldü!.
Yanlış yolda olduğun halde, umutla yoluna devam, hüsrandan başka bir şey getirmez.
Suç, kapıldığının ne olduğunu bilmemekle başlar; bilmemekte ısrar ile devam eder; hüsran ile sona erer!.
Ömrünü koyduğun oyunda yanlış ata oynamanın pahası, ebedî hüsrandır!.
HÜSRANIN HAMMADESİ
Zekâ, aklın hizmetinde değilse, kişinin cehennem taşıtıdır!. Hızıyla, yakış kuvveti doğru orantılıdır!.
Akıl yeterli değilse, zekâ hüsranın hammaddesi olur!.
HÜSRAN EHLİ
Hüsrana uğrayanlar, geldikleri yeri unutanlardır.
Yürüyenler, yaklaştı, erişti!. Bilip de bekleyenler ise hüsran ehli oldular!
ÖTEDE BİR TANRI OLMADIĞINI
FARK EDENLER
HÜSRANA UĞRADI!
Bkz. H / “Hakikat” / “ALLAH” isminin işaretini kavrayanlar, bâtınlarındaki hakikatı hakkıyla yaşayamama korkusu içinde yaşadı.
“HÜVİYET”
“ALLAH” İSMİYLE İŞARET EDİLEN “ZÂT”IN
HÜVİYETİ
”Hû”, hüviyeti gösterir.
"HÛ" kelimesinin mânâsı bir anlamıyla "O" demektir!. Bir diğer anlamıyla da "Zât’ın hüviyetine" işaret eder.
BİR ŞEYİN HÜVİYETİ,
O ŞEYİN ZÂTIDIR!
Hüviyeti bir şeyin, o şeyin zâtıdır!. Bir şeyin hüviyeti, o şeyin zâtına işaret eder, o şeyin zâtını gösterir!.İlâhi hüviyete bağlanması; İlâhi Zât’ı, zâtında müşâhede etmiş olmasından dolayıdır!.
“ALLAH” ADIYLA İŞARET EDİLENİN
“HÜVİYETİ”NİN “ABD” I
VE RASÛLÜ
Şehâdet ederim ki “tanrı” yoktur…
Yalnızca “ALLAH” adıyla işaret edilen vardır!
Şehâhet ederim ki kesinlikle…
Ahmed MUHAMMED MUSTAFA aleyhisselâm,
“Abdullah”, “Rasûlullah” ve “Hatemennebiyyin”dir!
O'nu seven, Allah'ı sevmiş olur!.
O'na şükreden, Allah'a şükretmiş olur!.
O'ndan yüz çeviren, Allah'tan yüz çevirmiş olur!.
O, ALLAH adıyla işaret edilenin “Hüviyeti”nin “ABD”ı ve “RASÛLÜ”dür!... Fark edene, görene ve de bu gerçeği kavrayabilene!...
Allah’ın “Ahadiyet”ine iman etmek ve Muhammed Mustafa’nın “ABDU-HÛ” ve “RASÛLU-HÛ” oluşunu kavrayıp hissetmek ve yaşamaktan daha şerefli bir idrâk olamaz...
Ben MUHAMMEDÎ’yim!
"ALLAH'IN HÜVİYETİNİN KULU"
Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, "zâhir" kelimesi kapsamına girer... “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey!
Bunların sana göre tümü, "O"dur!. Yani, bunların hepsi de, -ki bu çokluk kavramı sana göredir-, "O" dediğin varlıktır!.
Yani, "HÛ"!.
“ABD” iyeti “HÛ”viyetidir mânâsı burada gizlidir!.
Yâni, Allah’ın hüviyetine “kul” dur, demektir bu!.
”Allah’ın hüviyetinin kulu”dur, demek; “ef’âl mertebesiyle, esmâ mertebesiyle, sıfat mertebesiyle ve de sıfat mertebesinin hüviyeti olan Zât mertebesine câmidir!” demektir...
Neticede bilerek ve bilmeyerek, Kelime-i şehâdet’i söyleyen herkes, Hz.Muhammed’in ef’âl, esmâ, sıfat ve zât mertebelerine câmi olduğunu itiraf etmektedir; ama bilinçli olarak, ama bilinçsiz olarak!.
“Hù”viyetin “abd”ı olması hâli, bütün gelmiş geçmiş Rasûller arasında, bir tek “Muhammed” isminin müsemması olan mânâda müşâhede edilir!.
Hüviyeti bir şeyin, o şeyin zâtıdır!. Bir şeyin hüviyeti, o şeyin zâtına işaret eder, o şeyin zâtını gösterir!.İlâhi hüviyete bağlanması; İlâhi Zât’ı, zâtında müşâhede etmiş olmasından dolayıdır!.
İlâhi Zât’ı zâtında müşâhede eden ilk beşer Hz.Muhammed aleyhissalâtu vesselâmdır!.
Bu yönden de O’nun mertebesi, târifi mümkün olmayan, eşsiz bir mertebedir!
Hiçbir Rasûl , onun yanında ismini geçiremez!
Hz.Muhammed’in vârislerinin de O’nun bu mânâsının vârisi olması hasebiyle, diğer Nebi ve Rasûllerin arasında geçer adları, mânâ âleminde!
O’nun vârisleri kimlerdir?
O’nun vârisleri ancak “İNSAN-I KÂMİL”lerdir!.
“İnsan-ı Kâmil”ler umùmi mânâda anlaşılan “kâmil insanlar” değildir!.
“İNSAN- KÂMİL” ler, Gavsiyet mertebesini dahi ihrâz eden, yüksek kemâlât sahibi, Devrinin “Zât” larıdır!.
Ve varlık onlar üzerine dönmektedir ve onların hükmüyle yürümektedir!.
İşte bu yüzdendir ki, bu “Abduhû” kelimesindeki “Hù”, her ne kadar zâhirde, avam anlayışında “Hù” “ki O “ diye Allah’a işaret gibi yorumlanırsa da; gramer kaidesine göre o anlama geçerse dahi; hakikat müşâhedesinde, oradaki “Hù”, hüviyete işaret eder, İlâhi Hüviyeti kasteder!.
İlâhi Hüviyetin kullluğunu; yâni, âlemde esmâ, sıfat, zât mertebelerini ihrâz etmeğe dayanır!.
İşte bundan sonra, ”Risâlet” gelir.
HIRİSTİYANLIK
Musa'dan sonra Hz. İsa yeni bir din getirmemiş; mevcut anlayışı revize etmişti... Musevîlerin yanlışlarını düzeltmişti...
Hıristiyanlar, Hz. İsa öğretisinden tamamıyla sapmışlar ve Göktanrı ile oğlu İsa diye bir din anlayışı getirmişlerdi ki buna “Hıristiyanlık” deniyordu.
Dostları ilə paylaş: |