Devletin taşradan kaybolan gücünün pekiştirilmesinde de önemli bir fonksiyon icra ediyordu. 19. yüzyılda merkezi devletin gücünü artırma yönündeki temel politikanın gerçekleştirilmesinde bir aracı rolünü üstleniyordu. Devlet en ücra köşelere kadar gücünü ulaştırmak imkanı elde ediyor, daha etkin vergi tahsili mümkün oluyor, ülke içi asayişin sağlanmasında önemli rol oynuyordu.
Demiryollarının yapımında hem sermaye sahibi ülkeler hem de Osmanlı ülkesinin önemli yararları bulunuyordu. Ancak her iki kesimin öncelikleri farklı idi. Şu var ki batı emperyalizminin Osmanlı ülkesinde yerleşmesinde ve ülkeyi çevreieştirmesinde demiryolları önemli işlevleri olmuştur292.
\
292 Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi, sh. 213-215; Gürel, Ziya, Kurtuluş Savaşında Demiryolculuk, Ankara 1989, Kâhya, Esin, "Türkiye'de İlk Demiryolları", , Belleten, c. LU, sayı 202(1988), sn.210-218.
BİLİNMEYEN OSMANLI
497
300. Osmanlı Devleti'nde para vakıflarıyla İslâm'ın faiz yasağının delindiği söylenmektedir. Buna ne dersiniz?
Hanefî mezhebinin dışındaki fıkıh mezheplerinden, Mâlikîlerin kayıtsız şartsız mu'temet görüş olarak, Şâfi'îlerin ise, süs eşyası olarak kesin, ama geliri temin edilerek fakirlere verilmek üzere yapılan nakit para vakıflarını ise ihtilaflı bir şekilde ve Hanbelîler ise yine ihtilaflı olmakla beraber, nakit para vakfını caiz görmektedirler. Hanefî mezhebinde ise, menkul vakfı konusunda değişik görüşlerin bulunduğunu ve genellikle nakit para vakfının "örfen vakfı kabul edilen menkuller" gurubuna sokulduğunu biliyoruz.
Fıkıh kitaplarında küçük bir fıkhî mesele olan nakit para vakfı meselesi, Osmanlı Devleti'nde tatbikatta önem kazanması; nakit para vakfının cevazı konusunda Osmanlı hukukçuları ve şeyhülislâmlarının uzun süre münakaşa etmeleri; vakıf paraların işletilmesi yollarından biri olan "mu'âmele-i şer'îye" usulünün İslâm'ın yasak ettiği "faiz" konusuyla yakından ilgili olması ve benzeri sebeplerden dolayı, vakıf hukukunun en önemli mevzularından biri haline gelmiştir. Maalesef Cumhuriyet devrinde bu konuda yapılan araştırmalarda, meselenin sadece bir yönünün yani faizle ilişkisinin ele alınması ve İslâm Hukukundaki bazı müesseseler de bilinmeden yanlış sayılabilecek bazı yorumlara gidilmesi, bu konudaki araştırmaların önemini arttırmaktadır. Osmanlı uygulamasında ve bu cevazı veren Hanefî mezhebi hukukçularının görüşünde, vakıf paraların tek işletilme yolu "mu'âmele-i şer'îye" olmadığı halde, diğer şıklar unutulmuş ve her nedense hep bu şık üzerinde durulmuştur.
Ana kaynaklardan öğrendiğimize göre, vakıf paraların üç şekilde, tahsis edildiği cihete intifa1 ettirilmesi mümkündür: Birincisi, mudarebe şirketi kurarak elde edilen kârın tasadduk edilmesi; ikincisi, fakirlere ve tahsis edilen kimselere ticâret sermayesi olarak verilmesi yani kredi olarak kullanılması ve üçüncüsü ise, Osmanlı tatbikatında mu'âmele-i şer'îye denilen usulle gelir sağlanarak (istirbah edilerek), elde edilen kâr ve gelirin fakirlere dağıtılmasıdır. İşte yapılan araştırmalarda sadece üçüncü şık üzerinde durulmuş ve Osmanlı Devleti'nin faizi tamamen caiz gördüğü şeklinde garip bir iddia ortaya atılmıştır.
Şer'î bir usulün suiistimali sebebiyle, bu iddialara kısmen hak vermek ve suiistimal ile Birgivi'nin zikrettiği bazı sakıncaların vakıada az da olsa görüldüğünü kabul etmek mümkün olsa bile, Osmanlı Devleti'nin faizi uyguladığını söylemek mümkün değildir.
Vakıf paraların Osmanlı tatbikatında uygulanan işletme usullerinden en önemlisi, Osmanlıların "mu'âmele-i şer'îye" dedikleri bir usuldür. Bu şekilde elde edilen gelire "ribh=kâr", "nema=gelir"; parayı gelir getirmek üzere vermeye "istirbah=kâr getirmek için paranın işletmeye verilmesi" ve "istiğlal=gelir getirtme" ve işletme tarzına da "mu'âmele-i şer'îye" ve "mürabaha-i mer'îyye" veya sadece "mu'âmele" ve "murabaha" denilir.
Mu'âmele-i şer'îye denilen vakıf paraları işletme usulünün hukukî dayanağı İslâm hukukunda "bey' ül-îne" diye bilinen bir satım akdi çeşididir. Önce bu satım akdini ve hükmünü öğrenelim. Bey'ül-îne, bir malın veresiye olarak satılıp, alıcıya teslim edildikten sonra, yine alıcıdan peşin, ama daha az bir bedelle satın alınmasıdır. Meselâ bir mal, (A)'ya veresiye olarak 50.000 TL. ya satılır. (A), henüz parayı ödemeden, aynı mal
498
BİLİNMEYEN OSMANLI
40.000 TL. ya geri satın alınırsa, bu, bey'ül-îne olmuş olur. Bu satım akdinin değişik şekilleri olabilir. Mühim olan veresiye alıp, peşin satarak bir ödünç para bulmak ve para sahibine de fazla bir miktar kazandırmaktır. Çeşitleri konusunda daha sonra bilgi vereceğimiz bu satım akdi çeşidinin meşruiyeti hakkındaki görüşlere gelince; bu bizim için önemlidir:
ŞâfPî hukukçular, bu çeşit akitlerin caiz olduğunu belirtirken, Mâlikîler, Hanefîlerin çoğunluğu ve Hanbelîler caiz olmadığını kabul etmektedirler.
İşte iktisadî zaruretler ve halk arasındaki örf ve adetlerin de baskısı ile ve hayır yollarını kapamamak gayesi ile bey'ül-îne diye bilinen bu mu'âmele, Osmanlı hukukçuları tarafından, yukarda zikrettiğimiz şekilde vakıf paraların işletilmesi için bir usul olarak ittihaz edinilmiş ve Ebüssuud'dan önce de diğer hukukçular tarafından "şer-i şerife" uygun hale getirilen şekli kabul ve tatbik edildiği için adına da "mu'âmele-i şer'îye" denilmiştir. Bu mu'âmele faizden kaçınmak için ta Hz. Peygamber devrinden beri bilinen ve Şâfi'îler tarafından tamamen benimsenen bir hukukî çaredir. Her "hile-i şer'îye" hileli ve muvazaalı bir yol demek değildir. Ayrıca "hile-i şer'îye"leri "kanuna karşı hilelerle" de karıştırmamak gerekir. Bu mu'âmelenin suiistimal edildiği fikrine katılmak mümkün ise de, tamamen faiz olduğu fikrine katılmak, hele "ribh"i faiz diye, "istirbah"ı faize vermek şeklinde yorumlamak tamamen yanlıştır.
Bir kısım araştırmacıların Osmanlı Devleti'nde faizin serbest olduğu ve uygulandığı şeklindeki iddiaları, Osmanlı kanunnâmelerindeki kesin hükümlerle çürütülmektedir. Adaleti sebebiyle "adîl" unvanını alan Yavuz'un umumî kanunnâmesindeki hüküm bunun bariz bir misâlidir. Bir kısım İslâm hukukçusu tarafından caiz görülen bey'ül-îne'nin yani Osmanlı kanunnâmesindeki ifadesiyle mu'amele-i şer'îyyenin faiz diye takdimi ise meseleyi bilmemek demektir.
"42. Ve mu'âmele-i şer'îyye edenin onun on birden ziyâde ettürmeyeler ve şer'î mu'âmele etmeden kat'â ribâ etdürmeyeler."293
IV- OSMANLI TIMAR SİSTEMİ VE FEOADALİTE
301. Feodalitenin siyasî ve sosyal mahiyeti nasıldır?
Feodalite siyasi açıdan, siyasi hâkimiyetin parçalanmasından ibarettir. Yani siyasi bakımdan ülke birbirinden farklı büyüklükte yani küçüklü, büyüklü parçalardan meydana gelmiş yamalı bir bohçadır. Tek devlet ve tek hâkimiyet prensibinin tatbiki tarihe
293 İbnül-Hümam, c. 5, sh. 51; Elmalı, İA, 64; Ömer Hilmi, AE, m. 58; Kadri Paşa, KA, md. 60-61; Fetâvây-ı Tatarhaniye, c. I, vrk. 365/A; Ebüssuud, Vakf-i Menkul, Vrk. 4; Çivizâde, Ebüssuud'a Reddiye, Süleymaniye kütp. Reşld Efendi, nr. 1177, Vrk: 161; Şevkâni, c. 5, sh. 234; İbn-i Kudame, c. 4, sh. 174-176; c. 4, sh. 290-293; İbnül-Kayyım, c. 3, sh. 323-324; İbn-i Abidin, c. 5, sh. 273, 325,326; c. 4, sh. 363-364; Şevkâni, Neylül-Evtâr, c. 5, sh. 234; İbn-i Hazm, c. 9, sh. 40 vd., 47 vd.; Barkan, Ömer Lütfü/Ayverdi, Ekrem Hakkı, İstanbul Vakıfları Tahriri Defteri, 953/1546 Tarihli Tahrir Defteri, İstanbul 1970, Önsöz, sh. XXX vd.; Çağatay, sh. 48 vd.; İbn-i Kemal, Fetva Mecmuası, Millet kütp. nr. 80, sh. 131 vd.; Ebüssuud, "haram dememek gerek" derken, İbn-i Kemal "hile Allah'ı aldatmaktır" diyene ta'zîr cezası lazım geldiğini söylemiştir. Barkan-Ayverdi, sh. XXXIV; Bir fetvada mülk akçenin de "tamam sıhhat üzerine muamele-! şer'iye edicek rlbhinin helal" olacağı Ebüssuud tarafından belirtilmektedir. Fetâvây-ı Yahya Efendi, Vrk: 265/B, 126/B- 127; Kanaatimizce tam doğru olmayan diğer bir görüş için de bkz: Turan, Osman, "Faizle Para İkrazına Dair Hukukî Bir Vesika", Belleten, c. XVI 1952, sh. 251-260; Çağatay, Neş'et, "Osmanlı İmparatorluğunda Riba-Faiz Konusu Para Vakıfları ve Bankacılık", VD, c. IX, sh. 39-56.
BİLİNMEYEN OSMANLI
499
karışmıştır. Artık bohça parçalarının her bir yamasında ufak ufak hâkimiyetlerin mevcudiyeti söz konusudur. Devletin en önemli mümeyyiz vasfı olan merkezî hâkimiyetin yokluğu, yani senyörlerin, Devletin hâkimiyetini temsil etmeleri; yani adaleti tevzi etmeye; asayişi temin eylemeye ve kısaca devlete ait hak ve yetkileri kullanmaya kalkışmaları, feodalitenin siyasi özelliğini teşkil eder.
Feodalite rejiminde arazi sahibi olmak, aynı zamanda, o arazi dahilindeki ahali ü-zerinde siyasi hâkimiyet hakkını elde etmek demektir. Bu hâkimiyete sahip olan toprak mâliklerine senyör, sahip oldukları topraklara ise fief adı verilmektedir. Güya önemli hizmetleri ve sadakatleri karşılığında feodal bir mukavele ile senyörlere bu toprak parçaları tevcih edilmiştir. Toprak parçalarını veren tarafa süzren, alan tarafa ise vassal denmektedir. Süzren ve vassalların kendi aralarında mertebeleri ve dereceleri mevcuttur. O zaman senyörlükler ve vassallıklar âdeta birbirlerine tâbilik ve metbu'luk bağları ile bağlı bir şebeke halinde girift bir örümcek ağı manzarası teşkil ederler. Feodal devirde özellikle Fransa'da "Senyörsüz hiç bir toprak yoktur" sözü meşhur olmuştur.
En yüksek senyör, Kral veya İmparatordu. Bunların dışındaki senyörler arasında da derece ve mertebeler vardı. Ancak her senyör, kendisinden yüksek senyöre yani süzrene karşı belli görevleri ifa etmek şartıyla, hâkim olduğu topraklar üzerinde müstakil bir hükümdar gibi davranıyordu. Fransa'da mevcut olan senyörleri iki ana grupta toplamak mümkündür:
Birinci Grup, Büyük Senyörlerdi. Bunların fieflerine unvanlı fief denirdi. Bunlara geniş anlamda baron da denilirdi. Kendi aralarında hiyerarşik bir yapıya sahip olan büyük senyörleri yukarıdan aşağıya doğru şöylece sıralamak mümkündür: Dük, Marki, Kont, Vikont, dar anlamda Baron, Satolen ve Şövalyeler. İkinci Grup ise, küçük senyörlerdi ki, sahip oldukları araziye unvansız fief denirdi.
Bizi asıl ilgilendiren konu ise, feodalite nizâmında senyörlerin fiefleri dahilindeki a-hali üzerinde sahip oldukları haklardır ki, bunlara senyörlük hakları denmektedir. Senyörlerin süzrenlerine veya vassalı olmadıkları senyörlere karşı olan haklarına ise feodal haklar denmektedir ve bizim konumuzu ilgilendirmemektedir. Senyörlük hakları sayesinde özellikle büyük senyörler, fief arazileri dahilinde bulunan yarı kölelere yani servajlarına karşı yasama, yargı, yürütmeyi ilgilendiren tüm haklara yani tam bir hâkimiyet hakkına sahip idiler. Hatta bazı senyörler para bile bastırabiliyordu. Her büyük fief adeta bir küçük devlet idi.
Genellikle senyörlük haklarını dört ana grupta toparlamak mümkündür:
Birincisi: Yasama yetkisi; Her senyör, malikânesi dahilinde her konuya ait kararları bizzat kendisi verir ve verdiği kararlar bir ferman gibi yayınlanır ve o toprakta yaşayan insanları kanun gibi bağlar. Bu kanun kuvvetindeki kararları veren senyörleri bağlayan, anayasa, temel hak ve hürriyetler veya benzeri hukuk esasları mevcut değildir. İkincisi: Yargı yetkisi; Her senyör, yargı hakkına sahiptir. Senyörler mahkemesinin kararlarına karşı, ancak daha yüksek senyör mahkemesine veya belli konularda kral mahkemesi veya ruhaniler mahkemesine itiraz etme hakkı vardır. Kısaca, senyörler, fief denilen arazilerinde yaşayan insanların hem kanun koyucuları ve hem de hâkimleridirler. Üçüncüsü: Mali Yetki; Feodal devirde ahalinin mali mükellefiyetleri pek çoktu. Ahaliden vergi talep etme hakkı sadece devletin değil, aynı zamanda senyörlerin de hakkı idi. Vergilerin tahsili ile kamu yararı arasında bir münasebet yoktu. Vergiler doğ-
000
BİLİNMEYEN OSMANLI
rudan doğruya senyörün şahsî menfaatini tatmin için tahsil olunmaktaydı. Senyörlerin gelir kaynaklarını, yargı işlerinden aldıkları resimler yani para cezaları, müsadereler ve benzeri gelirler; vergi mahiyetini andıran ancak tamamen keyfi olan gelirler ve bunun dışında kalan kaidesiz gelirler teşkil etmekteydi. Dördüncüsü: Askerî Yetki; Senyörlerin asker toplama yetkileri, onların halka zulmederken kullandıkları en dehşetli yetkilerinden biridir. Ahalinin çocuklarını kendi keyiflerine göre istedikleri zaman silah altına almakta ve bazan yüzlerce kişiyi sonu gelmeyen savaşlara sürüklemekteydiler294.
Feodalite nizâmında ahali, birbirinden farklı sınıflara ayrılmıştır. Bunların her birine dahil fertlerin hukukî durumları diğerlerinden farklıdır. Bu devirde fertlerin sosyal statülerini etkileyen ikinci bir etken de arazi vaziyeti ile fertlerin sosyal durumları arasındaki münâsebettir. Feodalite nizâmında bulunan sınıflar yukarıdan aşağıya doğru Hindistan'daki Kast sistemini andıran bir hiyerarşi teşkil ederler.
Feodal devirde insanlar sosyal durumları itibariyle dört sınıf idiler:
1) Ruhaniler: Bunların mevkileri yüksek ve nüfuzları büyüktü. Hıristiyan ruhanilerinden kasıt, papaz ve piskoposlardır. Bunların sayıları sınırlıdır.
2) Asiller: Bunlar, feodalite nizâmında idare eden senyörler sınıfıdır. Daha önce bilgi verilmiştir. Asaletin menşei, doğum, şövalye sınıfına mensup olmak ve fief elde etmektir. İmtiyazlarını daha evvel zikretmiştik. Bunların da sayıları sınırlıdır. Kral, Dük (Lord), Marki, Kont, Vicont, Baron ve Şövalye şeklinde İngiliz Feodalitesinde de kendi aralarında hiyerarşik bir yapıya sahiptirler.
3) Hür İnsanlar: Bunlar, asiller ile yarı köleler arasında bir sınıfı teşkil ederler. Hür köylüler ve hür şehir ahalisi olmak üzere ikiye ayrılırlar. Asıl hür olanlar hür şehir ahalisidir. Hür köylüler, zamanla yarı köle durumuna düşmüşlerdir.
4) Yarı Köleler=Serfler: Roma dönemindeki kölelerin biraz hafifletilmiş şeklidir. Bunların efendilerinin arazilerine bağlıdırlar; oturdukları fiefi terk edemezler. Ancak senyör de onları toprakdan süremez. Serflik, tam anlamıyla bir köleliktir; fakat köleler şey olmaktan kurutulup şahıs haline gelmişlerdir. Her ne kadar serflere, evlenmek, menkul ve gayr-i menkul sahibi olmak gibi bazı medeni haklar tanınmış ise de, senyörlere tanınan yetkilerle bunlar yarı köle haline getirilmişlerdi. Sertlerin senyöre karşı mükellef oldukları iki temel görev vardı: Birincisi; Serfler, senyöre karşı ağır vergilerle mükellef idiler. Bunların ayrıntısına girmiyoruz. İkincisi ise, esas ve kaidesi bulunmayan angaryalardı.
Serfler medeni hukuk alanında da önemli sınırlamalar altındaydılar; Serfler, hür bir kadınla evlenemezlerdi. mirasçılık hakları önemli ölçüde tahdit edilmişti. Ve nihayet, senyörlerin bunlar üzerinde daha evvel izah ettiğimiz yasama, yürütme ve yargıdan kaynaklanan mutlak hakları vardı. Neticede serfler yarı köle anılmaya layık insanlardı.
Serfliğin menşei, doğum, evlenme, feodal hukukun bazı kurallarını ihlal ve nihayet belli bir süre şeflerin içinde yaşama yani müruruzaman gibi hallerdi. Tıpkı tam kölelikte olduğu gibi, serflikten kurtulmanın yolu da, senyörlerin kendilerini azat etmesi ve benzeri sebeplerdi.
İşte Osmanlı Devletindeki tîmâr sistemi ile mukayese edilen Avrupa'daki feodalite
294 Özçelik, "Avrupa Fedolitesinin Siyasi ve İktisadî Mahiyeti", İÜHFM, c. 16, sayı 1-4, sh. 324-350; Arsal, Hukuk Tarihi Dersleri, sh. 264-27; Kılıçbay, Osmanlı Üretim Tarzı, sh. 239; Cin-Akyılmaz, Feodalite ve Osmanlı Düzeni, sh. 31-37; Arsal, Sadri Maksudi, Hukuk Tarihi Dersleri, Ankara 1926-1927, sh. 220-267.
BİLİNMEYEN OSMANLI
501
nizâmının kısaca esasları bunlardan ibarettir ve görüldüğü üzere bu sistemde çoğunluğu teşkil eden işçiler ve çiftçiler, yan köle durumundadırlar295.
302. Tîmâr Nizâmı ne demektir?
Mukayese etmeden önce Osmanlı Devletinde asırlarca tatbik edilen tîmâr nizâmını kısaca bilmemiz gerekmektedir:
İslâm ve Osmanlı hukukundaki arazi çeşitlerinden biri de, rakabesi (kuru mülkiyeti) ve tasarruf hakkı devlete ait olan mirî arazidir. Devletin icra organı, bu çeşit arazileri kamu yaran bulunmak şartıyla dilediği gibi işletebilir veya devlet hazinesinden hakkı olan gazilere, ilim adamlarına ve devlet adamlarına işletme hakkını veya tamamen mülkiyetini devredebilir. Nitekim, başta Hz. Peygamber olmak üzere, İslâm'ın ilk dönemindeki idareciler de devlete ait arazilerin ya tamamen mülkiyetini (temlîken ikta') veya tasarruf hakkını ve gelirlerini (istiğlâken ikta'), gazilere, büyük devlet adamlarına veya benzeri yerlere ikta1 adıyla tahsis etmişlerdir. Bu usul ikta' adıyla Selçuklularda ve ülüş adıyla da İlhanlılarda devam etmiştir.
İslâm hukukunun kendilerine tanıdığı bu yetkiyi, askerî güce dayalı güçlü bir devlet kurmak için kullanan Osmanlı Padişahları, Osman Gâzî'den başlayarak ve Fâtih Sultân Mehmed zamanında kemâlini bularak devlete ait gelirlerinin (tasarruf hakkının) belirli bir kısmını belli hizmetler karşılığında muayyen şahıslara tahsis ve tevcih etmişlerdir. İşte belli bir hizmet karşılığında devlete ait arazilerin gelirlerinin ve tasarruf hakkının muayyen şahıslara tahsisi işlemine dirlik ve tımar adı verilmiştir. Bu sistemin kaynağını, Avrupa'daki feodalite müessesesinde aramak tamamen manasızdır. Zira feodalite sisteminde halk köle veya yarı köle durumundadır (servaj usulü). Toprağın gerçek sahibi senyörler ise tam anlamıyla efendidir. Tımar sisteminde durum tamamen farklıdır.
Konunun anlaşılması için dirlik veya diğer adıyla timar sisteminin hukukî mahiyetini daha yakından görelim;
Mülkiyeti ve tasarruf hakkı devlet ait olan mirî araziyi devlet bizzat işletmez ve zaten işletemez. Belki yerli halka sınırsız süreli bir kira akdiyle veya ariyet yoluyla tasarruf hakkını devreder (tefviz eder). Halkın görevi, araziyi işletmek ve elde edilen gelirden belli bir kısmını devlete vergi olarak ödemektir.
İşte Osmanlı Devletinde reâyâ denilen halkın devlete ödeyeceği vergi gelirlerini devletin reisi olan padişah, askerî hizmetleri karşılığında belli şahıslara tahsis eder. Bu şahıslara sipahi veya sahib-i arz denir. Bunlar arazinin gerçek maliki değildir, sadece nezâret ederler. Halk da bunların kölesi değildir. Belki halk hürdür, devletin kiracısıdır ve sipahiler de devletin vergi tahsil yetkisi tanıdığı şahıslardır. Ancak topladıkları vergi gelirleri, belli hizmetler (genellikle askerî) karşılığında kendilerine aittir. Bu gelirleriyle münasip bazı askerî hizmetleri ifa edeceklerdir. İslâm hukukunda bu asker şahısların elde ettikleri gelirlere mal-i mukâtele denir. Yani askerî hizmetler ve düşmana karşı
295 Huberman, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla (Çev. Murat Belge), İstanbul 1991, sh. 14-18; Özçellk, A. Selçuk, "Fedolitenin İçtimaî Mahiyeti, Menşei, Avrupanın Siyasi ve Medenî İnkişâfındaki Rolü", İÜHFM, c. 17, sayı 1-2, sh. 351-360; Arsal, Hukuk Tarihi Dersleri, sh. 277-282; Cin-Akyılmaz, Feodalite ve Osmanlı Düzeni, sh. 48 vd.; Kılıçbay, Osmanlı Üretim Tarzı, sh. 238 vd.
BİLİNMEYEN OSMANLI
savaş karşılığında tahsis edilen mal demektir.
Şimdi de tımar sisteminin askerî amaçlarla nasıl kullanıldığını görelim:
Dirliklerin yani gelirleri belli şahıslara tahsis edilen arazilerin miktarları kılıç itibariyle tayin edilirdi. Kılıç, dirliğin çeşitleri olan tımar veya zeametin çekirdeğini teşkil eden kısma deniyordu. Kılıç denen temel kısmın miktarı akçe ile belirlenir ve eyaletlere yahut dirlik çeşitlerine göre farklılık gösterirdi. Her kılıç, üç bin akçeden başlayıp altı bin akçeyi geçmezdi. Her kılıç bir tımar itibar edilir ve timar sahibi 3000 akçe için bir cebelü denen savaşa hazır mücehhez süvari asker çıkarmakla mükellefti. Akçe miktarı arttıkça çıkarılacak asker sayısı da artıyordu. Bu sebeple akçe miktarına göre dirliklerin çeşitli kısımları vardı.
Dirlik arazilerinin akçe gelirlerine göre üç çeşidi vardır:
Birincisi; hasdır ki, yıllık geliri 100 bin akçeden fazla olan dirliklere denir. Sultânlara, şehzadelere, vezirlere veya Beyler ait dirlikler gibi.
İkincisi; Zeamettir. Yıllık geliri 20 bin akçeden 99.999 akçeye kadar olan dirliklerdir. Sahiplerine zâim veya çoğul olarak zuamâ denir. Zeamet sahipleri her beş bin akçe için bir cebeli (süvari asker) hazırlamakta mükelleftirler.
Üçüncüsü; Tımarlardır ki, yıllık geliri 19.999 akçeye kadar olan dirliklerdir. Tımar sahipleri (ehl-i tımar), senelik gelirden kılıç adı verilen belli bir kısmın ayrılmasından sonra her 3000 akçe için bir cebeli getirmeğe mecburdurlar. Kılıç bedeli, kılıç hakkı adı altında kendi ulufesine karşılıktır.
Dirlikler (tımarlar), Tımar sahiplerinin gördükleri işlere göre eşkinci tımarları (harp anında cebelileriyle birlikte cepheye giden tımarlar); müstahfız tımarlar (kaleleri korumakla görevli tımarlar) ve hizmet tımarları (hudut boylarında bulunan bazı zaviye ve camilerin korunması ve hizmeti ile ilgili tımarlar) olmak üzere üçe ayrılır.
Ayrıca Kanunî Sultân Süleyman zamanında 1530 yılına kadar, bütün tımarlar bey-lerbeyiler tarafından veriliyordu. Bu tarihten itibaren ikiye ayrıldı. Beylerbeyi'nin doğrudan vermeye yetkili olmadığı ve onun tezkeresi üzerine padişah fermanıyla verilen büyük tımarlara tezkireli tımarlar; doğrudan beylerbeyi tarafından verilebilen tımarlara da tezkiresiz tımarlar dendi. Bunun yanında, arazi gelirlerinin dışındaki bazı istisnaî vergi gelirlerinin de (gerdek, cürmü cinayet ve kışlak resmî gibi) tımar sahiplerine veya devlete ait oluşu, tımarların serbest tımarlar veya serbest olmayan tımarlar şeklinde ikiye ayrılmasına sebep olmuştur296.
303. Feodalite sistemi ile tîmâr sistemi arasındaki farklar nelerdir?
Bir kısım araştırmacılar, Osmanlı Devleti'nde arazinin timar, ze'âmet ve has diye şahıslara tevcih edilmesini, Avrupa'daki feodalite sisteminde var olan fieflere ve dirlik sahiplerini de feodal devrin senyörlerine benzeterek, timar sistemini feodal bir sistem gibi görmek istemişlerdir. Halbuki tımar sistemi feodal sistemden tamamen farklıdır.
296 Kalkaşandî, Subh'ül-A'şâ, c. 13, sh. 104 vd.; Millet Kütp. Kavânin bölümü, nr. 92, sh. 758; Hezarfen, Tel-his'ül-Beyan, vrk. 56/b vd; Halis Eşref, Külliyât, sh. 14 vd., 29 vd.; Akgündüz, Vakıf Müessesesi, sh. 487 vd.; Cin, Halil, Mirî Arazî, sh. 56 vd., 64-73; Barkan, "Tîmâr", İA, sh. 295-296; Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. IV, sh.
474 vd, 582 vd. ........... ...........,
BİLİNMEYEN OSMANLI
SÖS
Zira;
1) Feodalite sisteminde halk köle veya yarı köle durumundadır (servaj usulü). Toprağın gerçek sahibi senyörler ise tam anlamıyla efendidir. Tımar sisteminde durum tamamen farklıdır. Timar sisteminde sipahi veya sahib-i arz denen şahıslar arazinin gerçek maliki değildir. Halk da bunların kölesi değildir. Halk hürdür, devletin kiracısıdır ve sipahiler de devletin vergi memurudur. Ancak topladıkları vergi gelirleri, belli hizmetler (genellikle askerî) karşılığında kendilerine aittir. Bu gelirleriyle münasip bazı askerî hizmetleri ifa edeceklerdir.
2) Avrupa feodalitesinde merkezî hâkimiyet ve devlet, zaafa uğramıştır. Ülke dahilinde devletin tek siyasi otoritesi geçerli değildir. Bunun yerine senyörlüklerin sayısı kadar küçük devletçikler ve ufak krallık numuneleri mevzubahistir. Halbuki Osmanlı Devleti'nde, tam aksine merkezî hükümet çok güçlüdür. Dirlik sahipleri denen sipahiler, devletin sadece vergi memurudurlar. Merkez tarafından tayin edilirler ve görevden alınırlar.
3) Feodalite rejiminde senyöre fief yani arazinin sahipliği de verilmektedir. Halbuki tımar sisteminde, sipahiye verilen arazinin kendisi değildir. Kuru mülkiyeti devlete ait olan mîrî arazide devlete ait olan vergileri toplama hakkına sahiptirler. Bu vergiler de şerîat ve kanun tarafından belirlenen vergilerdir.
4) Avrupa feodalitesinde fief'e sahip olan senyörler, arazi üzerinde yaşayan ahali üzerinde siyâsî hâkimiyet sahibidir; bu sebeple hem yasama, hem yürütme ve hem de yargı yetkilerine bizzat kendisi sahiptir ve kendisi bu haklarını kullanır. Yani senyör, fief denilen araziler üzerinde yaşayan ahalinin hem kanun koyucusu, hem bu kanunların uygulayıcısı ve hem de problem çıkınca onların hâkimidir. Halbuki timar sisteminde sipahilerin sadece askerî açıdan bazı yetkileri vardır. Bunun dışında ahali üzerinde teşrîî, kazâî veya icrâî bir yetkiye sahip değildir. Zira ahaliye tatbik edilen hukuk, İslâm hukukudur; bunları icra eden sancak ve kaza teşkilâtlarıdır; yargı ise şer'îye mahkemelerinin elindedir. Gerektiğinde sipahiler de yargılanmaktadır.
5) Feodal rejimde her senyörün müstakil bir askeri ve ordusu vardır. Bununla krala karşı bile savaşabilir. Orduyu senyör kurar ve askeri ise yine senyör toplardı. Halbuki timar sisteminde cebelü denilen askerler, Osmanlı ordusunun bir parçası olarak, sadece sipahi tarafından yetiştirilirdi.
Dostları ilə paylaş: |