Ahmet Davutoğlu: 28 Şubat sürseydi Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Saraybosna yolunda yazarımız Gülay Göktürk’e önemli açıklamalarda bulundu



Yüklə 117,28 Kb.
tarix06.12.2017
ölçüsü117,28 Kb.
#33996

05 Mayıs 2012 Cumartesi, 07:00

Ahmet Davutoğlu: 28 Şubat sürseydi...

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Saraybosna yolunda yazarımız Gülay Göktürk’e önemli açıklamalarda bulundu,

http://gundem.bugun.com.tr/davutoglu-28-subat-surseydi-191595-haberi.aspx

05 Mayıs 2012 Cumartesi

“Türkiye’deki restorasyon olmasaydı Arap Baharı bu ölçekte yaşanmayabilirdi. 28 Şubat devam etseydi ilk önce Türk Baharı yaşanırdı”

Hatırlarsınız, geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun gerek Meclis konuşmasında, gerekse çeşitli AK Parti kongrelerinde yaptığı konuşmaları eleştirmiş, özellikle bazı ifadeleri son derece uygunsuz ve tehlikeli bulduğumu yazmıştım. Meclis konuşmasında kullandığı "Ortadoğu’nun sahibi de hizmetkârı da biziz" ifadesinimesela... Yine aynı konuşmada kullandığı "Arap Baharı’nı biz yöneteceğiz" ifadesini ya da Kayseri’de kullandığı "1911 sınırlarına döneceğiz" cümlesini... Yazının yayınlanmasından sonra Dışişleri’nden arayıp Sayın Davutoğlu’nun konuşmasının yanlış anlaşıldığını; izlenen dış politikada asla bölgeye tepeden bakan, efendilik taslayan bir anlayış bulunmadığını belirttiler ve yanlış anlamaları gidermek için Sayın Bakan’la karşılıklı konuşmamızın yararlı olacağını söylediler. Bakan’ın Bosna gezisi böyle bir görüşme için iyi bir fırsat olabilirdi. Böylece Saraybosna gezisine katıldım. Davutoğlu, uçağımız Saraybosna’ya doğru yol alırken ben ve diğer iki gazeteci meslektaşıma, eleştiri konusu olan cümleleriyle ilgili uzun açıklamalar yaptı; dış politika perspektifini bir kere daha anlattı.

‘SORUNLARIN SAHİBİYİZ’ 

Sohbetimize, Bakan’ın en fazla tepki toplayan cümlesinden, "Biz Ortadoğu’nun sahibiyiz" cümlesinden başladık. Davutoğlu "sahibiyiz" sözcüğünün mülkiyet anlamında değil, "biz bu ülkelerin sorunlarının sahibiyiz" anlamında kullandığını söyleyerek başladı konuşmasına ve "O konuşmayı yaptığım ortamı göz ardı etmemelisiniz" diye devam etti. "Düşünün ki, muhalefet partisimilletvekilleri ‘Sen Obama’nın hizmetkârısın, sen bölgeyi Amerika’ya satıyorsun’ diye bağırıyor karşımda. Ben de diyorumki, ’Hayır, biz bölgenin satanı değil, sahibiyiz; biz Obama’nın değil, bölgenin hizmetkârıyız. Eğer birilerine hizmet edeceksek bölge halklarına hizmet ederiz. Biz kimseye bir şey empoze etmedik. Demokrasi ihracı vs. yok. Ama bölge halkı talepte bulunursa biz destekleriz. Yoksa zinhar hegemonik bir üslubumuz olsa Allah aşkına bu bölgelerde tutunabilir miyiz? Ulusal bilincin bu kadar yüksek olduğu Balkanlar’da hegemonik üslubumuz olsa Sırplar’la böyle bir ilişki geliştirebilir miyiz ya da Arap dünyasında böyle bir üst dil kullansak bugünkü ilişkiyi kurabilir miyiz?"



‘DEĞİŞİMİN İÇİNDEYİZ’ 

Peki ya Ortadoğu’daki değişimi yöneteceğiz cümlesi? Burada apaçık bir hegemonik üslup yok mu?

Davutoğlu bu soruyu da şöyle cevapladı: "Evet, değişimi yöneteceğiz dedim. Ama bunu söylerken bizi de dışlamadan söyledim. Bu değişimin biz içindeyiz. Eğer Türkiye’deki restorasyon ve AK Parti olmamış olsaydı ArapBaharı bu ölçekte yaşanmayabilirdi. Türkiye’de bu yaşanmasaydı 28 Şubat devam etseydi ilk önce belki de Türk Baharı yaşanırdı. "Değişimi biz yöneteceğiz" derken Türkiye’yi ayırmıyorum, bu bölge halkları beraber yönetecek demek istiyorum. Birileri diyor ki siz Amerika adına bu bölgeyi dizayn ediyorsunuz. Buna benim cevabım, hayır bu değişim spontane bir değişimdir. Arap halkına hakaret ediyorsunuz. Kendi başına hiçbir şey yapamaz bir halk olarak görüyorsunuz. BunuAmerika’ya falan yüklemeyin bu halk kendi onurunun peşindedir. Başkasının büyük Orta Doğu gibi bir ihalesi yok."



‘FÜTUHATLA GENİŞLEME DEĞİL, KÜRESEL GÜÇ’ 

Konuşmanın burasında geliyoruz "Cihan devleti olma" ve "1911 sınırlarını yeniden kurma"meselesine... Davutoğlu o cümlelerini de şöyle açıklıyor: "Bizim yapmaya çalıştığımız şey şudur. Özgüven inşa etmek. Özgüven inşa ederken içeride bazen iddialı olmak zorundasınız. Cihan devleti derken kastettiğim küresel bir güç, dünya devleti. Yoksa tekrar fütuhatla genişleme değil. On sene önce aynenBalkan Savaşı travması vardı bizde PKK dolayısıyla bölüneceğiz, küçüleceğiz.AKParti bu restorasyonu, psikolojik restorasyonu yapıyor. İçeride restorasyonu demokrasi ile yapmak durumundayız. Ülke içinde demokratikleşmeyi en ücra yerlere kadar götürerek, güvenlik üzerinden değil özgürlükler üzerinden restorasyonu yapmalıyız. Sonra da çevremizle restorasyon. Türk halkının tekrar kendine güven kazanması, çevresiyle, komşularıyla ve çevre coğrafyalarla bir restorasyon yaşamasına bağlı.”



Peki, sınırlarımızı 1911’e döndüreceğiz demek, açık bir nüfuz bölgesi kurma ilanı değil midir? Böyle bir niyet açıklaması komşularla nasıl bir restorasyon sağlayacak? Aksine, bu söylem ilişkileri zehirlemez mi?

Davutoğlu bu fikre katılmıyor. Ona göre 1911 sınırlarına dönmek demek, 1911 ile 1923 yılları arasında kimlerle aramıza duvar örülmüşse, kimlerle sorun yaşamışsak bunları aşmak ve bu halklarla kucaklaşarak tekrar birbirimizin sınırlarına saygı göstererek ama sınırları anlamsızlaştırarak yeni bölgesel düzenler kurmak demek. Şöyle soruyor: "Allah aşkına Türkler’le Araplar arasında, Fransa ile Almanya arasında olandan daha çok mu savaş oldu? Onlar sınırları kaldırıyor ve bu bir hegemonya olmuyor da bizimki neden olsun? Ekonomik ve kültürel sınırlarımız siyasi sınırlarımızın ötesine geçecek, bu coğrafyanın zarureti bu. Bu bir hegemonya için değil. Onlar için de geçecek. Mesela İstanbul’da daha çok Balkan kökenli göreceğiz. Daha çok Ortadoğulu göreceğiz. Biz Şam’a, Kahire’ye, Trablusgarp’a nasıl gidiyorsak onlar da İstanbul’a gelecek. Bunu da ortak değerler temelinde yapacağız. Nedir bu ortak değerler: Ortadoğu’da savunduğumuz; demokrasidir, halkların iradelerine dayalı sistemlerdir, ekonomik karşılıklı bağımlılıktır, kültürel hoşgörüdür, etnik ve mezhebi çoğulculuktur. Ve biz bunu yeni değil yedi senedir söylüyoruz."



ÖNEMLİ OLAN UYGULAMA

İşte Davutoğlu’yla konuştuklarımızın özeti bu... Ben endişelerimi tekrarladım; Davutoğlu da meramını bir kez daha anlattı. Elbette asıl önemli olan, söylem düzeyinde ortaya konan bu anlayışların "alanda" nasıl uygulandığını ve hangi somut politikalara dönüştüğünü yakından izlemek ve "komşularla eşit ilişkiler" konusundaki duyarlılığı sürekli korumaktır. Ben bu tartışmanın, bu duyarlılığı yüksek tutmaya hizmet edeceğini düşünüyorum.



HABER: GÜLAY GÖKTÜRK-BUGÜN GAZETESİ


Davutoğlu'dan çarpıcı 28 Şubat iddiası



Davutoğlu, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Balkanlar'ı içine alan bir coğrafyayı hayal ediyor.

http://haber5.com/siyaset/davutogludan-carpici-28-subat-iddiasi


5 Mayıs 2012, Cumartesi
Bakan Davutoğlu'na göre AK Parti Arap Baharı'nı tetikledi. Davutoğlu, "28 Şubat devam etseydi ilk önce belki de Türk Baharı yaşanırdı" iddiasında bulundu.

Davutoğlu'dan çarpıcı 28 Şubat iddiası


Türk dış politikasına yön veren Davutoğlu kabinenin öne çıkan isimlerinden. Yeni Osmanlıcılık akımını yayan isim olarak dikkatleri çeken Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Saraybosna yolunda Bugün yazarı Gülay Göktürk'e önemli açıklamalarda bulundu. İşte iki kritik soru ve cevapları:

1911 SINIRLARINA DÖNÜLECEK


Peki, sınırlarımızı 1911’e döndüreceğiz demek, açık bir nüfuz bölgesi kurma ilanı değil midir? Böyle bir niyet açıklaması komşularla nasıl bir restorasyon sağlayacak? Aksine, bu söylem ilişkileri zehirlemez mi?

Davutoğlu bu fikre katılmıyor. Ona göre 1911 sınırlarına dönmek demek, 1911 ile 1923 yılları arasında kimlerle aramıza duvar örülmüşse, kimlerle sorun yaşamışsak bunları aşmak ve bu halklarla kucaklaşarak tekrar birbirimizin sınırlarına saygı göstererek ama sınırları anlamsızlaştırarak yeni bölgesel düzenler kurmak demek. Şöyle soruyor: "Allah aşkına Türkler’le Araplar arasında, Fransa ile Almanya arasında olandan daha çok mu savaş oldu? Onlar sınırları kaldırıyor ve bu bir hegemonya olmuyor da bizimki neden olsun? Ekonomik ve kültürel sınırlarımız siyasi sınırlarımızın ötesine geçecek, bu coğrafyanın zarureti bu. Bu bir hegemonya için değil. Onlar için de geçecek. Mesela İstanbul’da daha çok Balkan kökenli göreceğiz. Daha çok Ortadoğulu göreceğiz. Biz Şam’a, Kahire’ye, Trablusgarp’a nasıl gidiyorsak onlar da İstanbul’a gelecek. Bunu da ortak değerler temelinde yapacağız. Nedir bu ortak değerler: Ortadoğu’da savunduğumuz; demokrasidir, halkların iradelerine dayalı sistemlerdir, ekonomik karşılıklı bağımlılıktır, kültürel hoşgörüdür, etnik ve mezhebi çoğulculuktur. Ve biz bunu yeni değil yedi senedir söylüyoruz."


‘DEĞİŞİMİN İÇİNDEYİZ’


Peki ya Ortadoğu’daki değişimi yöneteceğiz cümlesi? Burada apaçık bir hegemonik üslup yok mu?

Davutoğlu bu soruyu da şöyle cevapladı: "Evet, değişimi yöneteceğiz dedim. Ama bunu söylerken bizi de dışlamadan söyledim. Bu değişimin biz içindeyiz. Eğer Türkiye’deki restorasyon ve AK Parti olmamış olsaydı Arap Baharı bu ölçekte yaşanmayabilirdi. Türkiye’de bu yaşanmasaydı 28 Şubat devam etseydi ilk önce belki de Türk Baharı yaşanırdı. "Değişimi biz yöneteceğiz" derken Türkiye’yi ayırmıyorum, bu bölge halkları beraber yönetecek demek istiyorum. Birileri diyor ki siz Amerika adına bu bölgeyi dizayn ediyorsunuz. Buna benim cevabım, hayır bu değişim spontane bir değişimdir. Arap halkına hakaret ediyorsunuz. Kendi başına hiçbir şey yapamaz bir halk olarak görüyorsunuz. BunuAmerika’ya falan yüklemeyin bu halk kendi onurunun peşindedir. Başkasının büyük Orta Doğu gibi bir ihalesi yok." 




Sanki Sokollu Mehmet Paşa konuşuyor

Davutoğlu'nun çeşitli konuşmalarını bu köşede çeşitli defalar eleştirdim.

 
30 Nisan 2012 Pazartesi

Bir defasında "düzen kuran ülke"olmaktan bahsettiğinde,"Balkanlar'dan Kafkasya'ya oradan Ortadoğu'ya uzanan coğrafyada bölgedeki düzenden kendimizi sorumlu hissediyoruz"dediğinde demokratik bir ülkenin başka ülkelerde düzen kurmaya kalkışmaması gerektiğini belirterek eleştirdim. Bir başka defasında, Nizam-ı Alem'den, yani dünyaya nizam vermekten söz ettiğinde aynı uyarıları yeniledim.

Davutoğlu Sivas konuşmasında Cihan Devleti olmaktan söz etti.

Kayseri konuşmasında daha da ileri giderek 1911 sınırlarını yeniden kurma hedefini koydu ortaya."Ortadoğu'yu kaybedişimizin 100. yılında kardeşlerimizle yeniden buluşacağız" diyen bakan aynen şunu söyledi: "1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011 ile 2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız. Bu, zorunlu tarihi bir görevdir.''
Ve nihayet son Meclis konuşmasında alenen ve resmen Türkiye'yi Ortadoğu'nun sahibi ilan etti. "Arap Baharı'nı biz yöneteceğiz" dedi.

Ali Bulaç haklı... Davutoğlu bu son demeçleriyle artık Türkiye Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanı olduğunu unutmuş, Kanuni'nin sadrazamı Sokollu gibi konuşuyor ve bu dış politika Türkiye için giderek daha tehlikeli hale geliyor.



Ahlaki dış politika bu mu?

Bildiğimiz gibi, hükümet sık sık AK Parti iktidarıyla birlikte dış politikada ahlaki boyutun ön plana çıktığını belirtiyor ve bununla övünüyor.

Evet, mazlumun yanında yer almak; diktatörlerin değil demokrasi için mücadele eden halkların yanında saf tutmak doğru bir ahlaki tutumdur. Ama ahlaki politika bu kadarla bitmez. Diktatörlere karşı mücadelesini desteklediğiniz halkların iradesine saygılı olmak da ahlaki politikanın gereğidir.

O halkların gözünün içine baka baka, bu bölgenin sahibi biziz, düzeni de biz kuracağız, Arap Baharı'nı da biz yöneteceğiz demenin, 1911 sınırlarına dönme gibi bir hedef ilan etmenin neresi ahlakidir? Eğer bu tutum ahlakiyse, yıllardır Ortadoğu'da düzen kuran ülke olma kavgası veren ABD'nin, Rusya'nın dış politikasına laf etme hakkınız kalır mı?

"Ama Ortadoğu'da olup bitenler bizi çok yakından ilgilendirir, dolayısıyla bigâne kalmamız düşünülemez" deniyor. Eğer bir ülkenin içinde olup bitenlerin, bir başka ülkenin çıkarlarını yakından ilgilendirdiği durumlarda, bu ülkeleri yönetmeye meşru hak haline geliyorsa, o zaman büyük devletlerin yüz yıldır Ortadoğu'dan ellerini bir türlü çekmemeleri de meşru hak haline gelmiş demektir. Zira, dünyanın enerji kaynaklarının ağırlıklı bir bölümüne sahip olan bu bölge, bütün ülkeleri "yakından ilgilendirmektedir." İki kutuplu dünya döneminde ABD'nin ve SSCB'nin bu bölgede giriştiği amansız rekabet de her ikisinin de çeşitli ülkeleri etki alanlarına alarak bölge dengelerini kendi lehlerine çevirme çabaları da aynı "yakın ilgi" yüzündendi. Daha ileri giderek, zaten bütün emperyalist müdahalelerin spor olsun diye değil, o emperyalist ülkelerin çıkarlarını yakından ilgilendirdiği için yapıldığını söyleyebiliriz.

Hele hele şimdi, yani dünya bu kadar globalken, yerkürenin herhangi yerinde olup bitenlerden etkilenmeyecek bir ülke düşünmek mümkün değilken, "çünkü bizi yakından ilgilendiriyor" söylemi ne kadar haklı bir gerekçe oluşturabilir?



Davutoğlu bu dış politikayı kime onaylattı?

Mesele sadece, Ortadoğu halkları Davutoğlu ağzında ifade edilen bu "bölgenin efendisi olma" iddiasını duyarsa ne der; o ülkelerin aydınları, siyasetçileri bu sözlerden ne kadar incinir meselesi değil.


Konu, bizim demokrasimizle ilgili.

Davutoğlu Osmanlı'yı yeniden canlandırmak gibi hayaller kurabilir, böyle bir ütopyaya sahip olabilir, bir akademisyen olarak bunun teorisini yapabilir ve kitaplarıyla bütün dünyaya anlatabilir.


Ama bunu Türkiye halkının ütopyası gibi sunamaz.

Zira ben, AK Parti'nin seçim bildirgesinde böyle bir hedef ortaya koyduğunu hatırlamıyorum. Bu partinin 1911 sınırlarını yeniden kurmak diye bir dış politika hedefi hiçbir zaman bizim oyumuza sunulmadı. Halk böyle bir dış politikaya oy vermedi.

O halde nasıl oluyor da bir Dışişleri Bakanı'nın hayalleri Türkiye'nin resmi dış politikası haline getiriliyor? Nasıl oluyor da böyle radikal bir dış politika değişikliği 75 milyona emrivaki olarak dayatılıyor?

Türkiye'de dış politika yıllar yılı seçmenler tarafından değil, askerler tarafından belirlendi. İktidardaki partiler bizim irademize değil, onların çizdikleri kırmızı çizgilere göre hareket etti. Şimdi tam bundan kurtuluyoruz derken, bir bakanın çıkıp dış politika belirmeye yetkisini kendi tekeline almasına müsaade edilemez.

Davutoğlu'nun dış politika vizyonu hem Meclis'te hem de kamuoyunda enine boyuna tartışılmalı ve esaslı bir eleştiriye tabi tutulmalıdır.

1911 ile 1923 arasında kaybettiğimiz topraklarla 2011-2023’te buluşacağız
23 Ocak 2012 Pazartesi

http://www.stargazete.com/politika/1911-ile-1923-arasinda-kaybettigimiz-topraklarla-2011-2023-te-bulusacagiz-haber-418082.htm



Türkiye’nin yüzyılın muhasebesini yaptığını anlatan Dışişleri Bakanı Davut-oğlu, “1911 ile 1923 arasında hangi topraklardan çekilmişsek 2011 ile 2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız” dedi.

DIŞİŞLERİ Bakanı Ahmet Davutoğlu Orüadoğu, Kuzey Afrika, Balkanlar’daki gelişmelerle ilgili “yüzyılın muhasebesi yapıldığını” kaydederek “1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek,2011 ile 2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız” dedi. Kayseri’de temaslarda bulunan Davutoğlu, ABD Başkanlığına aday olan Teksas Valisi’nin Türkiye ile ilgili büyük bir gaf yaptığını dile getirerek “10 yıl öncesinin Türkiye’si sanıyor.  Bugün talimat verilen bir ülke yok, aksine Beyaz Saray’da oturanın, arkadaşlığı dolayısıyla gurur duyduğu bir başbakana sahip olan bir ülke var” dedi.

İlahi tevafuk yaşanıyor

Türkiye’nin dış politika bağlamında bakıldığında, çok kolay bir dönemden geçmediğine dikkati çeken Davutoğlu, “Yüzyılın muhasebesi yapılıyor arkadaşlar.  Doğrusu bizi iliklerimize kadar ürperten bir sınavla karşı karşıya olduğumuzu hissettik.  Bakın 1911 yılı son Türk askerinin Libya’dan çıktığı yıldır. Enver Beylerin, Mustafa Kemal Beylerin sömürgeciliğe karşı direniş gösterdiği ve o büyük direnişi kaybettiği yıldır. 2011 yılı ilahi bir tevafuk.(Birbirine gelme, denk gelme) 1912 yılı bizim Balkanlar’dan çıktığımız yıl. 2012, Balkanlar’da hala birçok yaranın sarılamadığı, birçok krizin hala hasat verdiği bir yıl. 1914 1. Dünya Savaşı ve 1917’ye kadar Ortadoğu’dan çıkışımızın 100’üncü yılı. Şimdi yüzyıl sonra bütün Ortadoğu coğrafyasında, Türkiye’den tekrar büyük beklentilerin olduğu ve Başbakanımızın adının anıldığı yerde bile büyük bir heyecan dalgasının doğduğu, Türk bayrağının görüldüğü yerde bir beklenti dalgasının oluştuğu bir dönem. 2014 yaklaşıyor. 1915 Çanakkale Savaşı. İşte Fransa’nın bugün istismar ettiği, Ermeni ile birlikte bizim tarihimize kara leke çalmaya çalışan, bir 100. yıl travması. 1918, bir imparatorluğun, kadim bir devletin bittiği yıl. AK Parti kadroları olarak önümüzdeki 100 yılı inşa etmek için çalıştığımızın bir göstergesi olarak hemen şu hesabı yapınız. 1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011 ile 2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız. Bu, zorunlu tarihi bir görevdir.”

BM müdahalesine destek veririz

Davutoğlu, “Arap Birliği Suriye’deki krizi çözemez ve bir BM müdahalesi olursa, biz de destek vermeye hazırız” sözlerinin hatırlatılması üzerine şunları söyledi: “Arap Birliği bir çözüm üretemezse ve  çatışma haberlerini alırsak ve sayıları artan sığınma talepleri olursa, tabi konu uluslararası nitelik kazanır. Bu niteliği kazanması halinde insani bir sorun olarak BM’nin ilgilenmesi durumunda insani amaçlı olarak buna katkıda bulunuruz demiştik. Kastettiğimiz budur.”

 

AA KAYSERİ

 Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin ideallerinin kendi sınırları içinde kalmadığını söyleyerek, "Nerede bir olay olsa, bütün önemli aktörler önce bizim görüşümüzü sorarlar" dedi.

http://www.sondakika.com/haber-davutoglu-nerede-bir-olay-olsa-butun-onemli-2727560/




Haber Yayın Tarihi : 15.05.2011 17:20



Eskişehir'e gelen Bakan Ahmet Davutoğlu, ilk olarak Dedepark Otel'de sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya geldi. Davutoğlu burada yaptığı konuşmada Türk dış politikasının 1970-80'li yıllardaki gibi sadece Kıbrıs ve Yunanistan'la olan meselelere indirgemenin mümkün olmadığını söyledi. Ölçeğin küçültülmemesi, gelecek nesillere bu konuda büyük ölçek bırakılması gerektiğini vurgulayan Davutoğlu şunları söyledi: 

"Etrafımız kaynıyor, hala taşlar yerine oturmadı. Ama Türkiye bütün bu kaynayan coğrafyada bir istikrar adası olarak görülüyor. Nerede bir olay olsa bütün önemli aktörler önce bizim görüşlerimizi sorarlar. Birleşmiş Milletler Genel Sekteri'nden en önemli küresel aktörlerin dışişleri bakanlarına, liderlerine kadar. Bunu bir övünç olarak değil bir ölçü olarak değerlendirin. 90'lı yılarda BM Genel Sekreteri'nin, dışişleri bakanlarının, liderlerin Türkiye'ye ne kadar geldiğine bakın. Her hafta düzenli görüşmelerimiz var bir gün Suriye'yi bir gün Ortadoğu'yu görüşüyoruz. Türkiye'nin bölgesel ve küresel barışa yapacağı olağanüstü katkıyı herkes biliyor. Türkiye'deki bazı gözler bunu görmüyor. Okusunlar dış basında Türkiye'nin ne şekilde yer aldığını. " 

Türkiye'nin tarihsel bağı olduğu coğrafyada yaşayan insanlara kayıtsız kalamayacağını söyleyen Davutoğlu, "Çevre havzalarda etkili olacakınız. Bizim tarihdaş dediğimiz coğrafya havzaları va biz onlara kayıtsız kalamayız. Sayın Başbakan Lübnan'a gittiğinde 10 binlerce insanın onu Türk Bayraklarıyla nasıl karşıladığını görünce, bu toprakların bizden koparıldığını ama o insanların gönüllerinin kopartılmadığını görüyorsunuz" dedi. Türkiye'nin hem kudretli hem şefkatli bir devlet olduğunu vurgulayan Davutoğlu, "Hiç kimseyi düşman görmüyoruz. Türkiye olarak, kendi sınırları dışında çevre bölgeleri bütünleştiren ve küresel bir aktör olarak dünya sahnesine taşıyan bir dış politika hedefliyoruz. 1911-1923 yılında nereyi kaybettikse 2011-2023 yılları arasında onları kazanmak istiyoruz. İnşallah 2023'e geldiğimizde 21'inci yüzyılın yükselen Türkiye'sini inşa edeceğiz Önümüzdeki birkaç yüzyıla damgasını vuracak bir ülke hayal ediyoruz" diye konuştu. 

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu daha sonra AK Parti il binasını ziyaret etti. Davutoğlu, ziyaretin ardından Eskişehir Osmangazi Üniversitesi'nde, Eskişehir Girişimci Sanayiciler ve İşadamları Derneği tarafından düzenlenen 'Diplomasi ve Dış Ticaret' konulu toplantıya katıldı. 

Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Türk Ocakları'nın Kuruluşunun 100. Yılını Kutlama Etkinlikleri Kapsamında Düzenlenen “Büyük Türkiye'ye Doğru” Sempozyumunda Yaptığı Konuşma, 26 Mart 2011

http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-ahmet-davutoglu_nun-turk-ocaklari_nin-kurulusunun-100_-yilini-kutlama-etkinlikleri-kapsaminda-duzenlenen.tr.mfa

SAYIN BAKANIMIZIN TÜRK OCAKLARI'NIN KURULUŞUNUN 100. YILINI KUTLAMA ETKİNLİKLERİ KAPSAMINDA DÜZENLENEN “BÜYÜK TÜRKİYE'YE DOĞRU” SEMPOZYUMUNDA YAPTIĞI KONUŞMA 

26 MART 2011, İSTANBUL 

Türk Ocakları İstanbul Başkanı Sayın Cezmi Bayram, değerli Milletvekillerimiz, değerli Belediye Başkanlarımız, Türk Ocakları’nın değerli mensupları, 

Sizlerle bugün Türk Ocakları’nın yüzüncü yılına girişi vesilesiyle tertip edilen bu sempozyumda beraber olmaktan büyük bir onur duyuyorum. Bu sempozyumun o kadar doğru bir zamanda ve o kadar doğru bir mekanda organize edildiğini düşünüyorum ki aslında bu sempozyum sadece bir entelektüel faaliyet değil, aynı zamanda bir yüzyılın muhasebesine imkan tanıyan önemli bir fikir alışverişi imkanı sunacak. 

Yüz yılın muhasebesi dedim. Gerçekten çok az millet için yüz yıl üzerinde muhasebe edilmesi gerekecek derecede uzun bir dönem olarak görülebilir. Bizim milletimiz için yüz yıl aslında o uzun tarihi yürüyüşte çok da uzun bir dönemi kapsamaz. Ancak, kurumlarımızın yüz yılı aşmış olması, özellikle sivil toplum kuruluşlarımızın, bir yüz yıllık muhasebe yapmamızı da gerekli kılar. 

Türk Ocakları yüz yıl önce kurulduğunda gerçekten biraz önce Cezmi Bey’in söylediği gibi çok zor şartlar altında, Balkan Savaşı’nın ızdırabı yaşanıyordu, Fransız Devriminin getirdiği ayrıştırıcı milliyetçilik hareketleri bütün Osmanlı topraklarını kuşatmıştı ve her bir topraktan, her bir bölgeden çatışmalar, gerilim haberleri, göçler, hicretler geliyordu. İmparatorluğun asli unsuru olduğunu, kurucu unsuru olduğunu düşünen aydınlarımız, fikir adamlarımız Türk Ocakları’nı kurdular ve o dönemde bu ayrıştırıcı milliyetçilik hareketlerine karşı bütünleştirici bir çaba içine girmeye gayret ettiler. Şimdi yüz yıl geçti. Yeni bir muhasebenin eşiğindeyiz. Aslında bu muhasebenin Türk Ocakları içinde, Türkiye’ye gerçekten çok önemli fikir adamları, sanat adamları kazandırmış bu Ocak içinde yapılması da büyük bir önem taşıyor. Artık hep beraber bu yüzyılın muhasebesini yapmak ve gelecek yüzyıla milletimizi de hazırlamak zorundayız. 

Bundan bir hafta önce Katar’da, El Cezire Forumu’nda Arap dünyasındaki son hareketlilik dolayısıyla yapılan bir sempozyumda bir konuşma yapmam istenmişti. Tahrir Meydanı’ndan gelen gençler, Tunus’dan gelen gençler, Libya’dan gelen gençler ve siyasiler de vardı. Orada bu soruyu yine onlara da, o Arap kardeşlerimize de, dostlarımıza da sorduk. Artık yüz yılın muhasebesinin yapılması vakti geldi. Sempozyumun başlığı da ilginçti: ‘Gelecek geldi mi?’ Ben “gelecek geç bile kaldı” diye başlamıştım konuşmaya. Şimdi bizim için de geleceği inşa etmek için gerçekten bu yüzyılın muhasebesini doğru bir zeminde yapmaya ihtiyacımız var. Sadece Türk Ocakları değil bütün bir millet olarak yüzyılın meydan okumalarının, yüzyılın getirdiği yeni imkânların ve risklerin değerlendirilmesi ihtiyacı ile karşı karşıyayız. Dış politikada bunu her an hissediyoruz. 

Tesadüf değil bakın, Trablusgarp Harbi’nin yüzüncü yılında, yani 2011’de Türkiye tekrar Libya meselesinin en merkezinde, en önemli aktörü olarak Libya’daki kardeşleriyle beraber. Libya’nın derdini kendi derdimiz olarak görüyoruz, çünkü 1911’de tam yüz yıl önce, aynen Türk Ocakları’nın yüzüncü yılının muhasebesini yapması gibi, Mustafa Kemal’ler, Enver Bey’ler herkes Trablusgarp’ta, Bingazi’de, Tobruk’ta, Derne’de bir vatan toprağı müdafaa ediyordu o zaman için. Bizim için aziz olan, her bir köşesinde şehitlerimizin olduğu çok engin bir coğrafyanın mirasını taşıyoruz. Gelecek sene 2012 Balkan Savaşları’nın yüzüncü yılı, büyük hicretlerin, büyük acıların ve asırlarca bir arada yaşamış milletlerin birbirinden kopartıldığı, etin tırnaktan ayrıldığı o elim Balkan faciası. Geçen sene New York’ta Sırp Cumhurbaşkanı ile Cumhurbaşkanımız görüşürken şöyle bir teklifte bulunmuştuk; gelin Balkan Savaşları’nın yüzüncü yılını, 2012’yi ‘Balkan Savaşı’ndan Balkan Barışı’na’ başlığıyla birlikte kutlayalım, birlikte muhasebe edelim, Balkanları birlikte nasıl inşa edeceğimizi konuşalım. 

2014 yılı Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılı, yani bizim Ortadoğu’dan kopuşumuzun, bugün Suriye ile Türkiye arasında hiçbir coğrafi, kültürel, demografik temeli olmayan sınırın, Türkiye ile Irak arasındaki sınırın, Kafkaslar’daki sınırların ortaya çıkışı. Kardeşin kardeşten kopuşunun tarihi, Yemen’de bıraktığımız binlerce canın tarihi, Sarıkamış’ın tarihi, Çanakkale’nin tarihi. Hep beraber bir muhasebe yapma ihtiyacı içindeyiz. 2015 yılı Çanakkale’nin yüzüncü yılı olacak ve Ermeni meselesi başta olmak üzere bizimle tarihi hesaplaşma yapmak isteyenlerle yüzleşmenin yıldönümü olacak. 2023, Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı, nasıl ki 1911’de Trablusgarp’tan başlayıp 1923’e kadar geçen o 12 yıl içinde büyük bir, kadim bir medeniyetin siyasi merkezi olan bir devlet lime lime çözülmüş, o devletin kurucu unsurları birbirlerinden koparılmış, psikolojik olarak, tarihi olarak birbirlerinden uzaklaştırılmışsa ve uzaklaştırılan tarih sonucunda 12 yıl içinde 1923’de yeni bir Cumhuriyet bir milli devlet olarak doğmuş ve geride kalanlarla tekrar o nizam mücadelesini, dünyaya belli bir değerleri taşıma mücadelesini üstlenmişse, şimdi de biz 2011’den 2023’e kadar bu kopan, ayrışan, birbirinden kopartılan milletin unsurlarını tekrar bütünleştirme ihtiyacı ile karşı karşıyayız. 

Tarihi bütünleştirmenin eşiğindeyiz ya da daha büyük acılar yaşanır. Onun için devletimizin ve Türk Ocakları gibi çok köklü geleneğe sahip kuruluşlarımızın, toplumumuzun her kesiminin başını iki elin arasında alıp tam bir tefekkür haliyle geleceği planlaması lazım. ‘Bu kopan coğrafyaları nasıl birleştireceğiz?’, soru bu, ‘birbirinden ayrıştırılan tarihleri nasıl bir bütünlük halinde tekrar geleceğe ümitle yürüyen, yeni bir tarihi akışı şekillendiren yeni bir nesil olarak inşa edeceğiz?’ Onun için ‘Büyük Türkiye’ye Doğru’ başlığı gerçekten doğru bir başlık. Küçültülmüş bir imparatorluktan, artık iddiaları bitmiş, zayıf düşmüş bir cumhuriyet doğdu düşüncesiyle Batının baktığı bir coğrafyadan, bugün o Cumhuriyetin zor ve çetin şartlar içinde geçirdiği çok zorlu süreçlerden sonra tekrar bölgesine, çevre bölgelere ve küresel düzene mesaj ileten, güçlü mesajlar sunabilen yeni bir dönemin eşiğindeyiz. 

Bu büyük Türkiye’yi inşa ederken üç temel şart var, ben bunları değerli Türk Ocakları mensuplarıyla paylaşmak istiyorum ve bu muhasebeyi birlikte yapmak istiyorum. Aslında bu sempozyuma katılma fikri çok güzel bir tevafukla ortaya çıkmıştı. İran ile P5+1 arasında diplomatik müzakereleri Çırağan’da yaparken Ocak ayında beraberimde diplomatik heyetle birlikte epey yorucu günler geçirmiştik. Müsteşarımız, Müsteşar Yardımcılarımız dediler ki, o gece de uykusuz geçtiği için, “biraz istirahat etseniz, öğle yemeği için düzenleme yapsak.” Dedim ki “öğle yemeğini gelin Sultanahmet Köftecisi’nde yiyelim.” Hep beraber Dışişleri heyeti olarak Sultanahmet Köftecisi’ne gittik. Birden benim çocukluğumda, gençliğimde yaşadığım bir duygu tekrar harekete geçti. Ben ne zaman İstanbul Erkek Lisesi’nde yatılı okurken canım sıkılsa ya da Cumartesi okulun o bir haftalık güzel hapis hayatı bitse, babamın İstanbul Erkek Lisesi’nin karşısındaki dükkânına uğrar, oradan yürüyüşle bütün Divan Yolu’nu geçer, Sahaflar’a gider, haftalık kitaplarımı alır, oradan Fatih’e kadar yürürdüm. Daha sonra da o yürüyüş yolu benim için tarihin yeniden keşfedildiği, kendi kimliğime yeniden döndüğüm, sadece bir yürüyüş yolu değil, tarihi bir bilinç yolu haline dönüşmüştü. Çok özlediğim bir yoldu. “Hadi gelin hep beraber bu Divan Yolu’ndan Sahaflar’a kadar yürüyelim” dedim arkadaşlara ve takdir, tam biz yola çıktık Sultanahmet’ten, biraz sonra yoğun bir yağmur. Türk Ocakları’nın, Sultan Mahmut’un, Sultan Abdülhamit’in türbesinin hemen yanındaki mekâna, hem yağmurun geçmesini beklemek için oraya girdik, hem de oradaki atmosferi biraz teneffüs edelim diye. Çok da güzel oradaki genç arkadaşlarımızla sohbet ettik. Daha sonra da Köprülü Külliyesi ve bütün o tarihi mekânları yürüyerek Sahaflar’dan bir miktar kitap almak suretiyle Süleymaniye’ye kadar yürüdük. O sırada bu Yüzüncü Yıl Sempozyumu’ndan haberdar oldum ve Cezmi Bey’in davetine icabetle burada bulundum ve bunu büyük bir imkân olarak da gördüm, görüyorum. Bu hasbihali birlikte yapmamız lazım. 

Büyük Türkiye’ye doğru giderken üç temel şarttan bahsettim. Birincisi psikolojik şart, özgüven. Bir milletin eğer kendine güveni yoksa, özgüvenini kaybetmişse, tarihte var olacağına dair psikolojik zeminini kaybetmişse gerçekten çok büyük sıkıntı var demektir ama ne kadar zor şartlarda olursa olsun, bir milletin fertlerinin, aydınlarının, gençlerinin ‘ben bu tarihte özne oldum, tekrar özne olacağım’ iradesi taşıyorsa ve güçlü bir özgüvenle tarihe bakıyorsa, o milletin tarihe mutlaka sunacağı yeni değerler var demektir. 

Bizim tekrar keşfetmek zorunda olduğumuz ilk husus özgüven ve biraz önce söylediğim tabiri biraz daha açayım. Tarihte bir kere özne olmuş milletler hiçbir zaman tarihin nesnesi yapılamazlar. Yani şimdi Çinlilerin tarihin nesnesi olabileceğini düşünür müsünüz? O büyük kültür, büyük medeniyet birikimi, büyük nüfus gücü Çinlileri her an tarihin öznesi yapar. Türkler de tarihte yaşadıkları o büyük tecrübeleriyle, bütün o Avrasya, Afro-Avrasya coğrafyasını kateden o büyük birikimleri ile tarihte nesne yapılabilecek, tarihin edilgen unsuru yapılabilecek bir topluluk değildir. Bizler bir kere bütün zorluklar karşısında güçlü kimliğimize, medeniyet birikimimize, kültür birikimimize güvenerek tarihte özne olacağımızın, tekrar güçlü bir şekilde özne olacağımızın inancını taşımamız lazım. Zorluklarla karşılaşabiliriz. Bir neslin zorluklarını başka bir nesil başka şartlarda aşabilir ama hiçbir zaman biz tarihin edilgen unsuru olmadık, olmayacağız. 

Beni gerçekten çok etkileyen bir hatıramı paylaşmak istiyorum. 2005 yılı, o zaman Başbakan Başdanışmanı olmak hasebiyle daha rahat seyahat edebiliyorum, hareket edebiliyorum. Ailemle birlikte bir Balkan turuna çıktım, bir taraftan da bölgede ihtiyaçları tespit etmek istiyorum. Orada, alanda nelerin olduğunu görmek istiyorum. Makedonya’da Radoviş’in kuzeyinde, 15-20 kilometre ötesinde dağda iki Türk köyü kalmış Batı Makedonya’da; Alikoç ve Koçali köyleri. Eskiden beri duyardım ve etnografik olarak da Türk kültürünün, Türkmen geleneklerinin yaşadığı bir köy olarak bilirdim. Ailemle ziyaret etmek istedim. Ücra bir yer. Gittik, gerçekten benim, bizim Toroslar’da babaannemin giydiği kıyafetler ne ise, dedemin konuştuğu Türkçe ne ise aynı giysiler ve aynı Türkçe’nin yaşadığı iki köy. Kalmış olduk, metruk, dağ başı. Vardık, bizi karşıladılar. Dedim “ne ihtiyacınız var, nasıl durumunuz?” Aralarında saygı duyulduğu anlaşılan birisi öne çıktı ve dedi ki, “Beyim sen de 400 yıl, ben deyiverem 500 yıl, bizi buraya goovermişler, ha bu dağları bekleyedurun demişler, o günden beri bekler dururuz.” 

Şimdi bir milletin geride bıraktığı ve metruk bir yerde bir köyde kalmış olan bir ferdi eğer 500 yıllık bir nöbeti tutma özgüvenini duyuyorsa, o miletin aydınlarının o özgüveni iliklerine kadar hissetmesi lazım. Bir nöbet bilinci, sadece bir dağ nöbeti değil. Biz tarihin nöbetçileriyiz. Kadim bir medeniyetin, kadim bir kültürün ve bütün kadimin, sadece bir coğrafyanın değil, son merkezi olmuş bir devletin mirasçılarıyız. Dolayısıyla özgüven içinde tarihe bakmamız lazım. 

Irak Savaşı öncesinde, o zaman akademik hayattan bürokratik hayata yeni geçmiştim. Bir grup gazeteci dostumla konuşuyoruz. Irak savaşının doğurabileceği riskler üzerine kaygılarımızı anlatıyoruz, 2003’ün Şubat ayı, yurtdışında. Bir gazeteci arkadaşımız dedi ki, “Ahmet Bey, Amerika’da yüzlerce kurum, think-tank bunu çalışıyor. Onlar bu riskleri görmüyor ve savaşa giriyorlar da sizler mi bunu fark ediyorsunuz?” Evet, Amerika’daki 200 think-tank farketmeyebilir ama bir Türk, bu coğrafyanın birikimine sahip olan bir Türk, Irak’ta olanları, neler olabileceğini çok daha iyi hisseder çünkü biz bu toprağın parçasıyız. Bizim için özgüven, bazen bu özgüven ifadesi bazılarını rahatsız ediyor. Aşırı özgüven biliyorum bazen tepki de doğuruyor ama bu özgüveni hissetmezsek tekrar tarihe ağırlığımızı koyamayız. Bugün Bakanlığımda çalışan her bir arkadaş bulunduğu yerde bu özgüveni hissetmek durumunda. Sayın Başbakanımızın Davos’ta sergilediği tutumdan birçok dış politikada aldığımız tavra kadar bulunduğumuz her yerde salona girdiğimizde bizimle birlikte sadece bir kişi değil, 75 milyon değil, tarihi paylaştığımız yüz milyonlarca insan ve bin yıllık bir tarih arkamızda yürüyerek girer. Biz o yalnızlığı hiçbir zaman hissetmeyiz. 

Tolstoy Hacı Murat’ı anlatırken Hacı Murat romanındaki Hacı Murat teslim olmuştur. Biliyorsunuz Şeyh Şamil bir salonda, muhteşem bir salonda Rus generale teslim için giriyor. Salona girişini anlatır Tolstoy, teslim olmuş birisinin girişi bu. Der ki “ancak Müslümanlara özgü bir vakarla salona girdi.” Bizdeki özgüvenin toplumsal karşılığı vakardır. Tarihte vakarlı yürüyüşü olmuş bir milletin evlatları olarak aynı vakarlı yürüyüşe devam edeceğiz. Büyük Türkiye’ye gidiş böyle bir psikolojik altyapıyla olur. 

İkincisi metodolojik yöntem şartı. Bu da birleştirici, bütünleştirici bir dil, birleştirici, bütünleştirici bir siyaset, birleştirici, bütünleştirici bir yaklaşımdır. Türk Ocakları parçalanan bir imparatorluk içinde doğdu. 120 yıl süren Fransız Devrimi’nin etkisiyle, ayrıştırıcı milliyetçilik akımlarının arasında bir milli devletin doğuşuna zemin hazırlayacak bir bütünleştirici hareket olma çabası içinde doğdu. Cezmi Bey çok güzel ifade etti, şartlar değişti. Bugün bizim hem içeride hem dışarıda bu birleştirici dili daha üst düzeyde dillendirme vakti geldi. İçeride bu vatanı paylaşan etnik, mezhebi kökeni ne olursa olsun her bir kardeşimizin aziz olduğu yaklaşımıyla bütün bir milleti kucaklamak. Dışarıda ise benim akademik hayatta kullandığım, şimdi ise siyasi veya diplomatik hayatta benimsediğim bir kavramla izah etmeye çalışayım. Vatandaşlık siyasi bir bağdır ama ‘tarihdaşlık’ diye başka bir bağ var. Tarihdaşlık ise yok edilemeyecek kültürel bir bağdır. Biz bu tarihdaşlık kavramını bütünleştirici, bütün çevre bölgeleri, Balkanlar’ı, Ortadoğu’yu, Orta Asya’yı, Kafkasya’yı tekrar Anadolu etrafında, Anadolu’yla birlikte bütünleştirici yeni bir siyasetin önünü açmamız lazım. Madem ki yüz yıl önce bizi bu coğrafyalardan koparmaya çalıştılar ve sömürgeciler o kadar yıl içinde bu coğrafyalarla aramızda duvarlar ördüler, şimdi tam vaktidir bu duvarları kaldırmanın. Bu coğrafyalarla, bu tarihdaşlarımızla bütünleşme vaktidir. 

Türk kavramını da bu çerçevede değerlendirmek, Türk Ocakları kavramını bu çerçevede değerlendirmek lazım. Bazen dışarıdaki aktörler sizi sizden daha iyi tanımlayabilirler. Miloseviç Srebrenitsa’da Boşnakları katlettiğinde, o kara gecede katliama başlarken, bittiğinde şunu söyledi: “Burada biz Türklerden Kosova’nın intikamını aldık.” Katlettiği insanlar ırk olarak Türk değildi, Boşnaktı. Türkçe belki bilmiyorlardı ama intikam Türklerden alınıyordu, çünkü Balkanlar’ın tarihinde bu bir simgesel ifadeydi. Kosova’da da Arnavutluk çoğunluğu vardı ama orada katledilen şey sadece insanlar değil, bir tarih katliamı yapılıyordu. Biz de şimdi tam aksine bütün bu Balkanlar’ı geçmişleri ne olursa olsun birleştirmek sorumluluğuyla karşı karşıyayız. 

Bundan 2 sene önce bir AB yetkilisi resmi bir toplantıda ABD ile birlikte hazırladıkları bir Bosna planını bana sundu resmi bir toplantıda, dedi ki “sizin Boşnaklar üzerindeki etkinizi biliyoruz. Bu plan konusunda onlara telkinde bulunabilir misiniz?” Kâğıdı aldım, okumadım, ters çevirdim koydum kenara. “Bak” dedim “dostum, bir Türk Bakan’a Bosna ile ilgili kâğıt verilmez. Bir Türk Bakan Bosna ile ilgili kâğıdı ya kendi yazar ya da birlikte yazar.” Bosna’yı çok iyi bilen bir muhataptı, orada uzun yıllar görev yapmış, dedim ki “sen de çok iyi biliyorsun ki Bosna bizim için bir dış mesele değildir, bir iç meseledir, çünkü Bosna’da yaşayan Boşnaklar kadar, ondan daha fazla Boşnak Anadolu’da yaşar, İstanbul’da yaşar ve Bosna’da ne zaman bir kıyım olsa Boşnaklar yüzlerini Berlin’e, Paris’e, Londra’ya değil, İstanbul’a dönerler, tarih bu.” Yine Saddam Kürt kardeşlerimizi büyük katliama uğrattığında, Kürt kardeşlerimiz doğuya ve batıya dönmediler Irak’tan, kuzeye döndüler. Biz tarihdaş olarak bütün bu toprakları, tekrar bu tarihdaşlığımızı keşfetmek zorundayız. 

Bingazi’de zor şartlar yaşanırken geçtiğimiz ay içinde, Bingazi’deki yerel makamlarla temas halindeydik vatandaşlarımızın boşaltılması için. O yerel makamların başındaki zatla bir telefon görüşmem oldu gece geç bir vakit. Başkonsolosluğumuzun tabii belli riskleri de taşıdığı bir dönemde. Dedi ki “Sayın Bakan, biz size saygı duyuyoruz. Hükümetinizin, Başbakanınızın onurlu duruşuna saygı duyuyoruz. Sizin kitaplarınızı okudum. Ne olur Başkonsolosunuzu burada muhafaza edin, çünkü buranın yüzde 40’ı Türk, Bingazi’nin yüzde 40’ı Türk.” Şimdi kafamızdaki coğrafyada Libya uzakta bir başka ulus devleti ama o Bingazililer kendilerini bizden addediyorlar. O zaman bizim bütünleştirici dilimiz her yeri kuşatacak. Her yerde bu bütünleştirici dili kullanacağız. Mademki yüzyıl önce Türk Ocakları bir imparatorluğu ayrıştırmak isteyenlere karşı doğdu, bir imparatorluğu bölmek isteyenlere karşı doğdu, şimdi yüz yıl sonra biz bütün bu coğrafyaları birleştirme idealini, yöntemini, üslubunu geliştirmek zorundayız. Büyük Türkiye’ye böyle gideriz. Büyük Türkiye ancak ve ancak bu bilinçle, birleştirici bir dille kurulabilir. Hem ülke içinde birleştirici bir dil, bir millet kavramı, hem ülke dışında, bütün bu coğrafyalarda birleştirici bir dil. 

Buna bağlı olarak üçüncü şart ise, stratejik şart, tarihin ve coğrafyanın hakkını vermek. Tarihin hakkını vermeyi ve coğrafyanın hakkını vermeyi de biraz izah etmeyi istiyorum. Tarihin hakkını vermek, tarihi akışı doğru okumakla mümkündür. Tarih nereye doğru akıyorsa, o akışı doğru okuyan milletler, o akışı doğru okuyan aydınların bulunduğu milletler, siyasetçilerin bulunduğu milletler o milleti tarihin içine taşır, tarihin öncüsü yapar ama tarih akışını geç okuyanlar, bu tarihi akışın dışında kalanlar, bu büyük yürüyüşün de dışında kalırlar. 

Bizim temelde bugün dış siyasetimizin stratejik arka planına baktığımızda yenilikler buluyorlar. Bunu Suriye’de bir konferansta, Mısır’da ayrı bir konferansta “ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordular. Yani “bu kadar uzun ayrılıklardan sonra böylesine aktif bir dış siyasetle Ortadoğu’ya dönerken neyi gerçekleştirmek istiyorsunuz?” dediklerinde tek bir şey söyledim: “tarihin normalleşmesi, bu coğrafyanın, bu tarihin tekrar normal seyrine oturtulması”. 

Bugün Arap dünyasında Ortadoğu’da yaşanan büyük hareketliliklerin arkasında da bu normalleşme sancıları var. Neden? Çünkü yüz yıl içinde Ortadoğu iki kere birbirinden yabancılaştı. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin çöküşü ile ortaya çıkan sömürge imparatorlukları ile halklar birbirinden koparıldı, insanlar birbirinden ayrıştırıldı ve bir anda farklı farklı siyasi entiteler doğurdu. Mesela Mısır, İngiliz sömürgesi, Libya, İtalyan sömürgesi, Cezayir ve Fas Fransız sömürgesi. Asırlarca bir arada yaşamış o Mağrip coğrafyası birden birbirinden kopartıldı. Irak İngiliz Sömürgesi, Suriye Fransız sömürgesi. Yine birbirinden koparıldı. Bu sancıları tam atlattık, ulus devletler kuruluyor, yeni devletler doğuyor derken İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yine ayrıştırıcı ideolojik çerçevelerle birbirinden koparılan ulus devletler doğdu. Irak da Baasçıların elindeydi, Suriye de ama 50 yıl birbirleri ile doğru dürüst görüşmediler. Soğuk Savaş şartları altında kimi ülkelerin bir tarafı, bir bloku tuttuğu, diğer tarafı diğer bloku tuttuğu için birbirinden kopartıldı, Kuzey Yemen, Güney Yemen gibi, batı yanlısı, doğu yanlısı diye. 

Aslında bu normalleşme Ortadoğu’da 20 yıl önce gerçekleşmesi lazımdı, gecikti ve şimdi çok sancılı bir normalleşme süreci yaşıyoruz. Biz Türkiye olarak bu normalleşme sürecine öncülük etmek istiyoruz. İstiyoruz ki bu değişim dalgası birileri tarafından yeni sömürgecilik için kullanılacak bir gerekçe haline gelmesin. İstiyoruz ki yeni otoriter yapılarla Ortadoğu halkları birbirinden kopartılmasın ve istiyoruz ki tarihin normalleşme süreci içinde bu sınırlara herkes saygı göstersin ama bu sınırlar bir duvar olmaktan çıksın, esneyen, geçişken sınırlar haline dönüşsün. Onun için bütün Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Orta Asya’da vizeleri kaldırmak için çabalıyoruz çünkü bu sınırlar aşıldığı zaman bu coğrafyaların merkezi ekseninin tekrar Anadolu olacağının bilincindeyiz. Tarihin akışını bu anlamda doğru okumak hepimizin görevi ve sivil toplum kuruluşlarımızın da bu akışı doğru şekillendirmesi, bu akışla ilgili fikri yönelişleri doğru bir eksene oturtması lazım. Bunun için Türk Ocakları’nın çabaları önemli. 

Bu tarihte tarafsız kalmak mümkün değil. Yani sınırlarımızın içine çekilelim ve “ne olacak yani, diğer bölgelerde ne olursa olsun, bunun dışında biz burada kendimizi geliştirelim, ekonomimizi geliştirelim” demek mümkün değil. Artık bu küreselleşen şartlarda kendi içine kapanan topluluklar, ister korku ile olsun, şu veya bu korku ile, dış tehdit, bölünme korkusu, isterse birtakım risklerden uzak kalma düşüncesi ile olsun, içine kapanan toplulukların artık tarihin akışını doğru okumaları mümkün değil. Mübarek bu tarihin akışını doğru okuyamadığı için bugün iktidarda değil. Bu tarihin akışını doğru okuyamayan idarecilerin bulunduğu ülkeler bugün büyük sıkıntılar çekiyorlar. Bugün bunu doğru okumamız lazım. Stratejik derinlik derken de kastettiğimiz bir anlamda bu derinliği kazanmak. Burada bir kimlik sıkıntısı yaşamamamız lazım. Biz derken bu bütün o tarihi birikimi temsil ettiğimizin farkında olmamız lazım, çünkü başkaları, çevremizdeki insanlar bunu gerçekten böyle görüyorlar. 

Yine size yaşadığım güzel ama bize rolümüzü hatırlatan bir misalle bu tarihte oynanılan rol konusundaki tutumuzu belirleme ihtiyacı hissediyorum. İki sene önce Afganistan’a gittik, Belh şehrine, yani benim doğmuş olduğum şehir olmakla iftihar ettiğim Konya’nın manevi büyüğü Mevlana Celalettin-i Rumi’nin doğduğu Belh’e gittik. Heyet ile oturduk, Belh Valisi daha “hoşgeldiniz Sayın Bakan” dedikten sonra saymaya başladı, “bize şurada bir okul lazım, şu sokakta, hastanemizin kadın doğum ünitesi yok, yapılması lazım, şurada bir çocuk parkına ihtiyaç var.” Bir liste sundu. Ben de TİKA Temsilcimizi, Başkonsolosumuzu çağırdım, basın mensupları da orada. “Bunları not alın, bir sene içinde yapılacak” diye talimat verdim. Bitti. Bir gazeteci arkadaşımız dışarı çıktıktan sonra dedi ki, “sizden öylesine rahat talepte bulundu ki gören de zanneder ki Belh Valisi değil de Konya Valisi.” 

Çok doğru, Belh Valisi bir Türk Bakandan Konya Valisi kadar rahat bir şekilde bunu ister, ister çünkü o Belh Valisi biliyor ki Türkler Anadolu’da İstiklal Harbi yaparken 1921’de, Atatürk o dönem Mareşal Fevzi Çakmak’a bir talimat gönderiyor. Gazi Mustafa Kemal daha bizim bir subaya ihtiyacımızın olduğu bir dönemde der ki o talimatta “en iyi subaylarınızı seçiniz ve Afganistan’daki kardeşlerimizin ordularını tanzim etmek üzere Afganistan’a gönderiniz.”, çünkü bilir ki Anadolu’nun müdafaası Afganistan dağlarından başlar o dönem için ve bilir ki Asya derinliğinde güce sahip olmayanlar Avrupa içinde varlıklarını sürdüremezler. Gerçekten o dönemde en kıymetli subaylarımız seçilirler ve Afganistan’da o dönem sömürgeci akımlara karşı Afganistan halkı ile birlikte mücadele ederler. Yani kendi subaylarımıza ihtiyaç varken oradaki gelişmelere kayıtsız kalamazdık. 

O seyahatten 15 gün sonra Balkanlar’da Sancak’a gittik. Yine benzeri bir durum: Sancak Valisi oturdu, Sancak Belediye Başkanı başladı saymaya, işte hastaneye şu lazım, okul lazım. Aynı şekilde not aldık ve bir sene içinde bütün bu taahhütler yerine getirildi. Şimdi döndüm, bizim diplomat arkadaşlara sordum, “Sancak’ta yaşayan bir Boşnak’la, Afganistan’da yaşayan Türkmen, Tacik arasında ne ortaklık vardır?” Sohbet ediyoruz. Biraz da espriyle karışık, “tek ortaklık vardır, hangi gerekçe ile olursa olsun her ikisi de bizden alacaklı.” Bu emin olun omuzlarımızdaki yükü arttırır ama yaptığımız görevi de anlamlı kılar. Neden onlar kendilerini bizden alacaklı görüyorlar biliyor musunuz? Çünkü onlar Anadolu’da oturan insanlara, İstanbul’da oturan insanlara acziyet yakıştırmıyorlar da ondan. Düşünüyorlar ki eğer İstanbul’da oturuyorsa birisi, Ankara’da o İstiklal Harbi’ni yapmışsa o kudretlidir. Onun aciz olmaya hakkı yok. Tarihe ağırlığını koyan bu milletin aciz olmaya hakkı yok. 

Libya’da zor şartlarda 25 bin vatandaşımızı bir hafta içinde tahliye ederken yaptığım basın toplantısında şunu demiştim, “Türkiye Cumhuriyeti devletinin kudret ve şefkat eli üzerinizdedir. Lütfen hiç tereddüt etmeyin ve devletinize güvenin.” Bir hafta içinde 25 bin vatandaşımızı tahliye ettik, Libya’nın bütün sathına yayılmış 25 bin kişi. Böyle bir şehirden değil, yüzlerce şirketin bütün yerlerdeki şantiyelerinden topladık çatışma şartları altında. Bu tahliyeyi başarıyla yaptık. Türkiye’yi masa dışına itmek isteyenlere karşı verilen diplomatik mücadelede bütün bu gelişmelerin merkezi Türkiye olacak fikrini yerleştirecek güce sahibiz. Bu konuda stratejimizin esası şu; ülkemizin kendi içinde demokratikleşme, insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde milletin devletle buluşmasını sağlamak. Milletin devletle kopuk olduğu, devleti idare edenlerin kendilerini milletten üstün gördüğü ya da millete bir şeyler dikte ettirebileceklerini düşünen rejimlerin halini bugün görüyorsunuz. Demokrasinin meziyeti, gücü, milletin iradesini devlete yansıtabilmesindedir. Milletin her kesiminin iradesini, en geniş kapsamıyla kavramıyla milletin iradesini kast ediyorum. Millet ile devlet iradesi buluştuğu zaman bir milletin potansiyeli harekete geçer. Bu içerde özgürlük ve güvenlik arasında dengeyi sağlayıp vatandaşı olması dolayısıyla, insanların o devletin vatandaşı olması dolayısıyla gurur içinde, vakarla dolaşabilmesi. 

İkinci hedefimiz komşu ülkeler başta olmak üzere komşu bölgelerle tam ve mutlak anlamda bütünleşme, aramıza örülen psikolojik duvarları yıkma, tarihi normalleştirme, ekonomilerimizi birleştirme, siyasi olarak en üst düzeyde temaslarımızı arttırmak ve nerede olursa olsun bu coğrafyalarda bize dönen insanları, bize bakan insanların gönlüne su serpmek, onlarla kader paylaşmak. Gittiğim her seyahatte Özel Kalem Müdürüme verdiğim iki talimat vardır. Bir, o ülkede tek bir şehidimizin olduğu bir yer varsa orayı ziyaret edeceğiz. Orayı ziyaret etmeden o ülkeden ayrılmak bana haramdır çünkü o insanlar bizim için şehit oldular. Yunanistan’da Korfu adasına toplantıya gittiğimde iki-üç Türk şehidinin olduğu bir yer var dediler. Toplantıdan bir müddet ayrıldım, gittim, o şehide o hürmetimizi yapmamız lazım dedim. 

İkincisi oranın başşehirlerini ve resmi görüşmelerini yaptıktan sonra bizimle bir şekilde tarihdaşlık hissine sahip olan topluluklar var ise oraları ziyaret etmektir. Çin’e gittiğimde seyahatime Kaşgar’dan başladım, Yusuf Has Hacib’in diyarından, Kaşgarlı Mahmut’un diyarından. Urumçi’ye gittim, Xian’a, sonra Pekin’e geçtik. Geçtiğimiz hafta, iki hafta önce Yunanistan’da idik. Batı Trakya’ya, Şahin Köyüne gittim. O insanların bütün gün nasıl bir özlemle, yüz yıllık bir özlemle bizi beklediğini görmek bana bütün o yorgunluğumu unutturduğu gibi o tarihi yükü bir kez daha hatırlattı. Binlerce insan sokakta ve tarihi buluşmaya şahit olduk. Gürcistan’a gittiğimizde Batum’a, Suriye’ye gittiğimizde Halep’e, Irak’a gittiğimizde Musul’a, Erbil’e, Kerkük’e gitmek ve oralardaki kardeşlerimizle kucaklaşmak bizim için bir vecibe. Ukrayna’ya gittiğimizde Kırım’a gitmek ama bunu o ülkelerle kurduğumuz dostluk ilişkileri ile yapmak. O ülkeleri rahatsız etmeden, o ülkelerin dünya görüşünde bir rahatsızlık doğurmadan hem o ülkelerle dostluklarımızı geliştireceğiz hem de oradaki kardeşlerimizle tekrar tarihi buluşmayı gerçekleştirmenin hazzını yaşayacağız. 

Çevre bölgelerle tam bir entegrasyon hedefliyoruz. Komşu ülkelerin hiçbirisi ile sınırlarımıza saygı göstermek şartıyla sınır duvarlarını taşımayacağız. İşte biliyorsunuz birçok ülkeyle vizeleri kaldırdık. Son olarak Gürcistan ile ilke olarak geçişlerde pasaportları da kaldırma kararı verdik. Artık Türkler Gürcistan’a sadece kimlik kartları ile geçebilecektir. Birkaç ay içerisinde bunu da tamamlayacağız. Rusya ile vizeleri geçen hafta kaldırdık, Sayın Başbakanımızla ziyaretimizde. 

Üçüncüsü Türkiye’nin Büyük Türkiye’ye giderken şu ana kadar ihmal ettiği bölgelerde ve alanlarda, dünyanın her köşesinde temsil edilmesini sağlamak. İki yıl içerisinde Afrika’da 18 Büyükelçilik açtık. Şu anda Sayın Cumhurbaşkanımız işte son iki gün içinde Gabon, Gana’yı ziyaret etti. Bütün Cumhuriyet tarihi boyunca Afrika’da açtığımız Büyükelçilik sayısı 12 idi. 87 yılda 12, son iki yılda 18 yeni Büyükelçilik açtık. Neden? Bu misyonu yürütmenin bize niçin büyük bir heyecan kattığını anlatan bir hatıramı nakletmek ve biraz da toparlamak istiyorum. 

Afrika’da 18 yerde Büyükelçilik açılınca bir toplantıda Komor adaları Dışişleri Bakanı geldi, beni buldu. Komor, Madagaskar’ın yakınında, Hint Okyanusu’nda, birkaç küçük adadan oluşan bir devlet. Dedi ki, “Sayın Bakan, benim dedem İstanbul’da okumuş, bizim İstanbul’la özel ilişkilerimiz var. Biliyorum biz küçük devletiz, bizde Büyükelçilik açacak bir potansiyel yok fakat şu anda tek bir Büyükelçilik var, o da bizi geçmişte sömürgeleştirmiş ülkenin Büyükelçiliği. Bizim için Türk bayrağı özgürlüğün, istiklalin, onurun timsalidir. Büyükelçilik açamayacaksanız bir Fahri Başkonsolosluk açın ve ne zaman Fahri Konsolosluğun önünde Türk bayrağı dalgalanırsa, biz gerçek bağımsızlığımızı o gün tadacağız.” Şimdi bu semboller önemli. Tek insanda bile bu his var ise biz o insana ulaşmak zorundayız. Onun için Afrika’da 18, Latin Amerika’da 3, Doğu Asya’da 2 yeni Büyükelçilik açtık iki yıl içinde. Niye Latin Amerika? Çünkü orada da Osmanlı’dan göç eden Ortadoğulu El Turko’lar var. Onlarla da gittiğimizde buluşuyoruz. Adları El Turko, Latince biliyorsunuz, Osmanlı vatandaşı olarak oraya gitti. Latin Amerika’daki bütün Büyükelçilerimize talimat gönderdim. Dinleri ne olursa olsun, konuştuğu dil ne olursa olsun, El Turko ünvanı taşıyan herkesi doğal vatandaşımız ve diasporamız sayacaksınız. Kim ki bu topraklara bir şekilde aidiyet hissediyor, o bağı bizim muhafaza etmemiz lazım. 

Nihayet tabii dördüncü olarak, küresel alanda her uluslararası örgütte aktif olma kararı aldık ve son beş-altı yıl içinde bütün uluslararası örgütlerde üyelik düzeylerimizi yükselttik, Türk vatandaşlarımızın temsilini arttırdık. Şimdi tek tek sayamayacağım onlarca uluslararası örgütte üst düzey görevler aldı Türkler ama çarpıcı birkaç tanesini söyleyeyim. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Antalya Milletvekilimiz Mevlüt Çavuşoğlu seçimle geldi. Küresel Yönetim Örgütleri Başkanı, Küresel Yerel Yönetimler Başkanı olarak seçilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş, Pakistan BM Özel Temsilcisi Engin Soysal, BM Kimyasal Silahlar Önleme Örgütü Başkanı Büyükelçimiz Ahmet Üzümcü, onlarca. Neden bunu istiyoruz? Çünkü nerede bir küresel sorun var ise orada bir Türk görüşü olsun istiyoruz, bir Türk duruşu, bir Türk görüşü. Madem ki biz Nizam-ı Alem, bir dünya nizamı geleneği içinden geliyoruz, bizim bu bölgesel düzenler dışında küresel düzenle ilgili de söyleyeceğimiz temel düşüncelerimiz olmalı. 

Onun için BM Güvenlik Konseyi’ne 60 yıldan sonra ilk defa tam üyeliğine girdik iki sene önce ve 153 oyla. BM tarihinde rekor bir oyla: Umarım 10 yıl içinde tekrar aday olacağız. Önümüzdeki dönemde BM Güvenlik Konseyi olma düşüncemiz var. İstiyoruz ki her 10 yılda bir Türkiye mutlaka BM Güvenlik Konseyi’nde olsun. Onun için G-20’de aktif bir Türkiye istiyoruz çünkü uluslararası ekonomiyi yönlendiren bu örgütün merkezi konumunda Türkiye olsun istiyoruz. Onun için Medeniyetler İttifakı projesi ile kültürler ve medeniyetler arasında bir ortak zemin oluşturma konusunda Türkiye öncülük etsin istiyoruz. Her uluslararası örgütte var olacağız çünkü ‘Büyük Türkiye’ye Doğru’ başlıklı bu sempozyumda da konuşulacağı gibi artık büyük Türkiye’nin Anadolu ve çevre coğrafyalarla sınırlı kalmasını istemiyoruz. Kendi içinde bütünlüğünü, birliğini sağlamlaştırmış, ekonomisini güçlendirmiş, demokrasisini tahkim etmiş, çevre bölgeler ile bütünleşmiş, tam anlamıyla entegre olmuş, Avrupa Birliği’ne girmiş ve Avrupa Birliği’nin edilgen unsuru değil, Brüksel’de İstanbul, Ankara iradesini Brüksel’e yansıtmış, küresel bütün örgütlerde aktif hale gelmiş büyük bir Türkiye özlemi içindeyiz. Dış politikamızın esası da budur. Özeti ve hedefi ise, Türklerin tarihe muhteşem geri dönüşüdür. Bu dönüşü hep birlikte gerçekleştireceğiz. Sadece devlet olarak değil, Türk Ocakları gibi sivil toplum kuruluşlarımızla, yüzyılların muhasebesini yaparak bu uzun tarihi yürüyüşe devam edeceğiz. Çok teşekkür ederim.



Davutoğlu: Cihan devleti 12 yıl içinde kurulacak!


26 Nisan 2011

http://blog.milliyet.com.tr/davutoglu--cihan-devleti-12-yil-icinde-kurulacak-/Blog/?BlogNo=303229

Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin 12 yıl içinde cihan devleti olacağını söyledi. AK Parti'nin Çanakkale'deki milletvekili adaylarının tanıtım törenine katılan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, yaşanan önemli olayları değerlendirdi. 1911 yılında Trablusgarp savaşının yaşandığını ifade eden Bakan Davutoğlu, "Yıl 2011. Ve Libya, gündemimizin en başında yer alıyor. Mustafa Kemaller, Enver Beyler, Osmanlı devletinin en güzel subayları Trablusgarp'taydılar. Bugün de emin olunuz iki aydır rüyalarımızda hep Libya var. Çünkü o topraklarda bizim kardeşlerimiz var. Mısrata'dan aldığımız yaralılardan birisi şunu demişti: "Mısrata'nın yüzde 60-70'i Türk kökenlidir." Her birimizin ya dedesi, ya babaannesi bir şekilde Türkiye ile irtibatlıdır. Bizim o topraklara borcumuz var. Bir muhasebe yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz" dedi. 

1912 yılında Balkan Savaşları'nın yaşandığını ifade eden Davutoğlu, "Bu yıllar, bütün Balkan coğrafyasından çekildiğimiz yıllar. Burada o coğrafyalardan birçok insanın olduğunu biliyorum. 2012 Balkan Savaşları'nın 100. yıl dönümü. İstiyoruz ki Balkanlarda savaş değil, barışı egemen kılalım. Ve istiyoruz ki Konya'nın, Bursa'nın, Çanakkale'nin öz kardeşleri olan Üsküp, Saraybosna, Yenipazar dostça, kardeşçe el ele Anadolu ile tekrar buluşsun" diye konuştu. 

1. Dünya Savaşı'nın, herkesin ailesinden bir şehidin bulunduğu büyük bir savaş olduğunu kaydeden Davutoğlu sözlerini şöyle sürdürdü: "O yıllar, bir imparatorluğun yıkıldığı, imparatorluğun son neslinin, imparatorluğun her bir neslinin her bir coğrafyasında ayakta kalma mücadelesi verdiği, 4 yıllık hayat mücadelesi verdiği yıllardır. 2014 Dünya Savaşı'nın 100. yıl dönümü. İstiyoruz ki, 1. Dünya Savaşı'nda bizden kopan, kopartılan her bir toprak, her bir kardeş topluluk, tekrar yüreğiyle, inancıyla gelecek vizyonuyla bizimle bütünleşsin. İstiyoruz ki, o kardeşlerimizle engeller, sınırlar kalksın, dostluk köprüleri oluşsun. Ve 1915. Çanakkale Savaşları. Kim gelirse gelsin. Neresinden gelirlerse gelsin. Onları göğüslerimizle söndürürüz. Ve gelecek nesillere onur duyacakları bir miras bırakırız. Bizim dedelerimizin, bizim kadar imkânları yoktu. Ama öylesine güçlü bir imanları vardı ki bugün bu topraklarda başımız dik, alnımız açık yaşıyorsak ve 2023 vizyonundan bahsedebiliyorsak bu Çanakkale'de şehit düşen o aziz şühedanın yüzü suyu hürmetinedir. Bu, iliklerimize kadar işleyen miras, hiçbir zaman zihnimizden silinmeyecektir." 

Çanakkale Savaşları'nın 100. yıl dönümü törenleri hakkında da açıklamalarda bulunan Davutoğlu, "Bütün dünyaya 2015'i tanıtacağız. Bazılarının iddia ve iftira ettikleri gibi soykırım yıl dönümü olarak değil bir milletin şanlı direnişinin Çanakkale direnişinin yıl dönümü olarak tanıtacağız. Nasıl bir cihan devletinin küçülme süreci 12 yılda gerçekleşmiş ise güçlü bir cumhuriyetin cihan devleti olma ideali de önümüzdeki 12 yıl içinde gerçekleşecektir" dedi. 

Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu gördüğünüz gibi 12 yıl içinde Türkiye’nin büyük bir cihan devleti olacağını söylüyor ve bu yönde canla başla gayret ediyor. Gerçekten de Türkiye’nin on yıl içinde Hz. Mehdi liderliğinde çok büyük bir Türk İslam Birliği’ni kuracağına şahit olacağız. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’da, başbakan Tayyip Erdoğan’da bu tüm dünyaya adalet getirecek olan birliğin kurulması için canla başla gayret ediyorlar. Geçtiğimiz yıllarda yaklaşık 60 ülke ile vizeler kaldırıldı, şimdi sırada pasaportların kaldırılması var. Türkiye liderliğinde bu büyük birlik kurulduğunda tüm dünya huzura kavuşacak. Müslüman’ı da, Hıristiyan’ı da, Musevi’si de çok rahat edecek. Evanjeliklerin yüzyıllardır planladıkları Armagedon savaşı da olmayacak. Neden biliyor musunuz? Çünkü Hz. Mehdi bir damla kan akıtılmasına izin vermeyecek. Ahmet Davutoğlu’da, Tayyip Erdoğan’daTürkiye’nin büyük bir lider olma gayesiyle yetiştiler, şimdi de bu yolda çok büyük adımlarla ilerliyorlar. 

Kaynak: 


http://islamturkbirligi.blogspot.com/ 

---------------------------------------------------------



GERTRUDE BELL

http://www.belgeler.com/blg/2eqm/turkiye-irak-siniri-ve-gertrude-bell-bekir-aydogan
Yüklə 117,28 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin