2. Yaklaşım Farklılıkları/Karşıt Hususları Merkeze Alma
Kelâmı ihtilâflarda farklı bakış açıları, farklı hususların merkeze alınmasını, o da ekollerin farklılaşmasını doğurmuştur. Bir açıdan bakıldığında, tüm ihtilâfları yönlendiren unsurun farklı bakış açıları olduğunu söylemek mümkündür.
Kur'ân ayetlerini yorumlarken Kâdî Abdülcebbâr'ın merkeze aldığı anlayış, tevhid ve adaletle ilgili daha önceden dil-olgu ilişkisinde belirlenenlerin esas kabul edilmesine dayalıdır. Ayetler akim önceden bildiği bu ilişki sistemine uyarsa, ona göre, zahiri üzere anlaşılır; akim önceden tespit ettiği gerçeklere, ilkelere, hükümlere uymazsa ya da bu bilinenler ayetin zahirine muhalif ise zahir anlam mecaza hamledilir. Ona göre Allah'ın kelâmını başka türlü anlama imkânı yoktur. 291
Bâkıllânî'nin ise daha nass merkezli düşündüğü ve meseleleri konulu tefsir kabilinden nassların işaret ettiği anlam çerçevesinde ele aldığı görülmektedir. Onun yaklaşımında nassın işaret ettiği anlamın, Kâdî Abdülcebbâr'da olduğu gibi önceden belirlenmiş aklî hükümler doğrultusunda anlaşılması yoktur. Bundan dolayı Bâkıllâni'de şahidin gâibi belirlemesi Kâdî Abdülcebbâr kadar katı değildir. Meselâ Kâdî Abdülcebbâr, kelâmın olgusal alandaki tüm niteliklerini hadis oluşu felsefesi içinde değerlendirirken ve bu konuda şâhidde bilinen kelâmın tek olduğu ve başka kelâm olsa da bu şekilde olduğu değerlendirmesinde bulunurken Bâkıllânî, kelâmın Allah'ın zâtıyla kâim sıfatı olarak ele alındığında hadis olamayacağını, kelâmın sadece hudûs özellikleri taşıyan bir şey olmadığını, bunun ötesinde de kelâmın varlığını savunmaktadır. Bâkıllânî, öncelikle lafızların gösterdiği anlamı öne almış sonra bunun aklî kaynaklarını sorgulamıştır. Kâdî Abdülcebbâr ise öncelikle aklî sınırları belirlemiş sonra bunları nasslara uygulamıştır. Bâkıllânî bu haliyle kelâm ilmine daha yakın iken Kâdî Abdülcebbâr felsefeye daha yakındır. Meselâ Allah'ın görülmesi meselesinde Kâdî Abdülcebbâr, görme ile ilgili olgusal alana ait hususları uyguladığında Allah'ın görülemeyeceği yargısına varmakta, görmeye delâlet edebilecek nitelikteki nassları da dili de kullanmaya çalışarak farklı yorumlamaktadır. Bâkıllânî ise lafzın delaletiyle Allah'ın görülebileceği anlayışını nasslardan anladıktan ve istidlal ettikten sonra görmenin felsefî temellerini sorgulamakta ve görülmenin temel illetinin görülecek şeyin varlığı olduğunu, aklî olarak da Allah'ın görülmesinin önünde engel olmadığını, bu dünyada görmemenin kıyamette görülmeyeceği anlamına gelmediğini söylemektedir. 292
Kelâmullah konusunda da farklı hususları merkeze alan Mu'tezilî ve Sünnî yaklaşım sonuç olarak da farklı yargıların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Taraflar iki farklı kıyasa tutunmaktadırlar. Sünnî yaklaşım şöyledir: Kelâmullah, Allah'ın sıfatıdır “Allah'ın tüm sıfatları kadîmdir. Öyleyse Allah'ın kelâmı da kadîmdir. Mu'tezili yaklaşımda ise farklı unsuru merkeze alma tam tersi sonucu ortaya çıkarmaktadır. Kıyas şöyledir:
Allah'ın kelâmı parçalardan oluşmaktadır, mürekkeptir, birbirini takip eden parçaları vardır. “Böyle olan her şey hadistir böyleyse Allah'ın kelâmı da hadistir. Sonuca gidecek ilk adımda taraflar farklı unsurları merkeze almışlar ve Râzî'nin de dediği gibi karşılıklı olarak sundukları bu kıyaslarda birbirlerinin ilk önermelerini (suğrâ) kabul etmemişlerdir. 293
Kendi düşünce bütünlükleri içinde ve kıyas mecralarında her iki tarafı da haklı görmek mümkündür. Kıyasta iki öncülden sonuca varılmaktadır ve öncüller arasındaki tutarlılık önemlidir. Varılan sonuç yönüyle düşünüldüğünde, eğer bu sonuç kabul edilecekse öncüllerin de apriori olarak doğru kabul edilmesi gerekmektedir. Öncüllerin kendi başına doğrulukları başka yerlerde ele alınmıştır ve bu zihnî bilgiyle iki yaklaşımın kıyasları dikkate alınmalıdır. Her iki taraf da kıyasın sonucuna yine kendi doğruları ve teorileriyle varmışlardır. Öncüllerin iki taraf için de burhanı olarak ispat edildiğini söylemek zordur. O zaman iki tarafın buradaki kıyaslarına göre değerlendirilmeleri imkânı yoktur, yapılması gereken öncüllerin kendisinin doğru olup olmadığını felsefî olarak tartışmaktır. Zaten iki taraf açısından meselenin kaynağı onların, birbirlerinin öncüllerini kabul etmemesinde yatmaktadır. Demek ki farklı hususların merkeze alınması farklı sonuçları beraberinde getirmektedir. Mezheplerin neden şu değil de bu hususu merkeze almaları ise onların dünya görüşleri ve hakikate bakışlarıyla ve gerek evreni gerek metin evrenini yorumlama mantıklarıyla ilgilidir. Bu konunun belki de mihverini oluşturacak ana meselenin akıl-nakil ve gaibin şahide kıyası meselesi olduğunu söylemek gerekir.
Ehl-i Sünnet ve Mu'tezile, kelâmullah konusundaki kıyaslarında temel görüşlerini doğrulayacak yaklaşımlarını ilgili nassların yorumunda da göstermişlerdir. Buradaki soru nassların mı onların bu temel görüşlerini oluşturduğu, yoksa bu görüşlerinden hareketle mi nassları yorumladığıdır. Daha önce Mu'tezilî yaklaşımın, önce ilkelerin belirlenmesi sonra nassların yorumlanması anlayışına sahip olduğunu belirtmiştik. Ehl-i Sünnet'in merkeze aldığı temel görüşün ise nass kaynaklı olduğunu ve lafzın delâlet ettiği hususların tecrübeye dayalı dünyada tam karşılığı olmasa da varlık olarak mümkün olmasını yeterli görerek gösterilen delâleti yeterli sayma anlayışı olduğunu söyleyebiliriz.
Mu'tezile'nin savunduğu ikinci kıyasta da durum aynıdır. Onlar Ehl-i Sünnet'in de lafzı kelâm için tamamen kabul ettikleri niteliklerin tek ve şâhidde bilinen kelâm için geçerli olduğunu, bundan başka kelâmın olmadığını söylerlerken getirdikleri öncülleri de bu anlayış üzerine kurmuşlardır. Halbuki Ehl-i Sünnet'e göre bundan başka kelâm da vardır ve o, Allah'ın zâtı ile kâimdir. Mu'tezile'nin kullandığı öncüller de karşı tarafın kabul etmediği şeylerdir ve Ehl-i Sünnet tarafından kabul edilmeyen önermelerden kurulu bir kıyasın sonucunun onları ikna etmesi beklenemez. Öyleyse Mu'tezile de karşı tarafı ikna ve ilzam etme kıyasını değil, kendi taraftarlarının gönüllerini yatıştırma kıyası kullanmıştır.
Bu iki kıyas arasında bir uzlaşma zemini arayarak birbirlerinin çelişiği olmadığını ileri sürmek mümkündür. Buna göre birinci kıyasta yer alan ikinci öncül, sadece kelâmın Allah'ın bir sıfatı olduğundan bahsetmekte, onun niteliğiyle ilgili ayrıntıya girmemektedir. İkinci kıyas için de aynı şey söylenebilir. İkinci kıyasın ikinci öncülünde kelâmın hadis olduğu belirtilmesine rağmen bununla kastedilenin kelâm-i nefsî mi yoksa kelâm-ı lafzı" mi olduğu söylenmemektedir. Dolayısıyla birinci kıyasta yer alan ikinci öncülün kelâm-ı nefsî'ye, ikinci kıyastaki ikinci öncülün de kelâm-ı lafzî'ye delâlet ettiğini var sayarsak her iki kıyas da doğru olmuş olur ve birbirlerini nakzetmemiş olur. Ancak kıyaslar sonuçları itibariyle önemlidirler. Mu'tezile, hangi anlama gelirse gelsin Kelâmullâhın ezelî olduğuna inanmadığına ve Ehl-i Sünnet, kelâmın sadece lafzî kelâm olduğunu kabul etmediğine göre böyle bir uzlaştırma çabası bir anlam ifade etmez. Önemli olan her iki kıyasın neticeleri arasında var olan farklılıktır. 294
Mezheplerin aklî yaklaşımlarında farklı hususları öne çıkarmaları, onların farklılaşmasını doğurduğu gibi, nassları yorumlamalarında da farklı bağlamları dikkate almaları ya da bağlamı gözetmemeleri farklı yorum ve sonuçlara yol açmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |