> Meşhur Altınağızlı’nın hazin hayatının son nağmesi böyleydi.
Ölümünden bir müddet sonra hakarete uğrayan onuru iade edilir. Kendisinden sonra gelen halefi Patrik Attika döneminde 417 yılında (Altınağızlı’nın defnedilme-sinden on yıl sonra) Kostantiniye kilisesinde Patrik Altınağızlı’nın ismi Kutsal Ayin-lerde anılmaya başlar. Daha öncede 413 yılında Antakyalı Aleksandr ile İskenderiye-li Kirillos aynı şeyi yapmışlardır. Böylece Altınağızlı bir Kilise şahsiyeti ve aziz olarak yüceltilmeye başlar. Ve 438 yılında imparator küçük Teodosyos’un emriyle kemikleri Komana’dan Kostantiniye’ye nakledilir. Ama 451 yılında toplanan dördüncü Halkedonya Konsili onu ünlü hatip olarak yüceltir ve ona Altınağızlı lakabını resmi olarak verir. Bütün hristiyanlık âleminde bu isimle tanınmaya başlar. Ve böylece tarih Altınağızlı hakkındaki adil hükmünü vermiş oldu. Açıktır ki ondan sonra gelen nesiller için Altınağızlı her tür şüpheden daha yüce olarak, insanları kötü anlamda heyecanlandıran birisi olarak ortaya çıkmadı. Zira düşmanları onun halkı kötü anlamda kışkırttığını düşünürlerdi. O zaman, çağdaşları olan imparator Arkad-yos ve bazı kilise temsilcileri açısından,Altınağızlı'nın başına gelen bu zulümlerin ve cezanın sebebi neydi? Bu sorunun cevabını Altınağızlı’nın kilise idarecisi ve ruhani bir katip olarak yaptığı faaliyetlerde buluruz. Her şeyden önce Altınağızlı’nın güçlü maharetinin ortaya çıktığı durumlar ile Kostantiniye kilisesi liderinin tarihinde acı veren ve olağanüstü şartlarda ortaya çıkan tesadüfler olarak örneğin kraliçe Afdoksi-yanın kin ve nefreti Teofilos’un örneği olmayan çirkin hilelerini sayabiliriz. Bununla birlikte Altınağızlı’nın yaşamında bazı tarihi gerçek durumlarda geçmiştir. Olayları çevreleyen oramda sanki bir mikrop vardı ve bu mikrop dördüncü asırda kilisenin örneğin Altınağızlı gibi en iyi çalışanlarını yok etmiştir. Herkesin bildiği ünlü patrik Büyük Atanasyos << Ortodoksluğun babası >> uzun süren patriklik hayatının yaklaşık yarısını İskenderiye’de sürgünde ve kovulmuş olarak geçirdi. (Kostantin döneminde beş kere, Konstansi döneminde iki kere, Valent ve Yulyan döneminde bir kere). Büyük Basiliyos ta imparator Valent’in büyük baskı ve tehditleri altında çalışmak zorundaydı. Ve koltuğunda kalmasını olağanüstü idarecilik yeteneklerine borçluydu. Büyük filozof ve teolog Gorigoryos El-Niysi, patrikliğinin birkaç yılın-dan sonra yaşamını meçhul bir sürgünde sona erdirdi. Teolog Gorigoryos Kostanti-niyenin süsü ünlü düşünür ve vaiz, kendini çevreleyen ortamın baskılarına dayana-madı ve Kostantiniye Patriği unvanını üzerinden atarak kendini uzak bir manastırın içine attı. İronim Stridon ise kilise idaresindeki ilk günlerinde, kilise hiyerarşisinde ilerleme ümitlerini terk ederek kendini öğrenime adadı ve Beytlehem civarında bir manastırda otuz beş yıl hapis hayatı yaşadı. Milan Episkoposu Ambrosiyos ki bu şahıs batının Altınağızlı’sı olarak isimlendirilir, kilise yaşamı çalışmalarında kendini çevreleyen kaya sertliğindeki durumlar ve şartlarla çarpışmamak için bütün yumuşak huyluluğunu göstermek ve bu şekilde davranmak zorunda kalır. Nasturilik dönemin-de İskenderiye’nin en meşhur çalışanı olan İskenderiyeli Kirillos, Kostantiniye Patriği Nastoryos ile onu savunan kraliyet makamına karşı giriştiği savaşta hakkın galip geldiğini görmeden önce hapiste birçok zorluklara katlanmak zorunda kaldı. Bugün adil bir şekilde Kilisenin iftiharı ve direği ile hristiyanlık hayatı ve kilise ger-çeklerinin sebatı olarak kabul edilen dördüncü asır kilise hizmetkârlarının başına işte bu durumlar gelmiştir. Bunların aksine, o çağın geleneklerine uygun ahmakça des-teklerle koltuklarında oturan episkoposlardan örneğin Kostantiniye’de Altınağızlı'nın selefi olan Nektaryos ki tarihte bu şahıs ağzını açmakla ve sesi çıkmamakla tanın-mıştır, patriklik hayatını, başkentin zenginlerini ve eşrafını görkemle ağırlamakla geçirir. Kraliyet makamının mümtaz hilekârı İskenderiyeli Teofilos, her zaman ülke-de en güçlü kesim kim ise onun yanında yer alırdı. Kostantiniyeli Arsaki (Altınağız-lının haleflerinden) kilise tarihçileri onu küflenmiş ağacın dalına benzetirler. Bütün bunlar ve dördüncü yüzyıl episkoposlarından bunlara benzer birçokları bugün meçhul ve unutulmuşlardır. Kolay geçen hizmetlerini yaşamlarının sonuna kadar koltuklarını bu şekilde koruyarak sürdürmüşlerdir.
Bu durumlar ışığında tarihi gerçek olaylar, Altınağızlı’nın yaşadığı çağda kilisenin genel hayatının kolay olmadığını ispat etmektedir. Gerek hristiyanlık ahlakı ve gerek dini felsefe alanlarında hristiyanlığın en iyi temsilcilerinin, hristiyanlık gerçeklerine ait ilkeler için yaptıkları hizmet mücadelesi önünde sanki gizli sebepler durup bir engel oluşturuyordu. Bu sebepler, eski kilise tarihinde her zaman var olan Düalizm mezhebinin içinde şüphe götürmez bir şekilde gizlenmişti. İlk yüzyıllar dünyada iki kutup veya iki görüş arasında son bulmayan utanç verici inatçı bir savaştan ibaretti. Hristiyan görüş ve Putperest görüş. Kilise açısından bu savaş fiili olarak durmadı. Hatta Roma imparatorluğunda hristiyanlığın serbest bir din olarak ilan edilmesinden sonra bile durmadı. (Kral Kostantin’in 313 yılındaki Milano Bildirisi kastediliyor). Bu savaş zamana göre şeklini değiştiriyor fakat öz cevheri olduğu gibi kalıyor. 313 yılından itibaren hristiyanlara karşı yasal olarak yapılan zulümler putperest kraliçe tarafından durdurulur. Putperest halkın delilik derecesine varan bağırış ve çağırışları susar. Ama ideal uğruna yapılan mücadele durmaz. Zira bütün Roma imparatorluğu ve Roma halkı İsa’nın haçlı bayrağı altında ortaya çıkar ama gerçekte putperest yaşamın bütün desteklerine ve geleneklerine ve putperest yaşam düzenine bağlı kal-maya ve bunu korumaya devam eder. Hristiyanlık, dini felsefesinde ve ahlaki teolo-jisinde ilkinden sonuncusuna kadar yüksek ideallerle dolu bir doyuruculuğa sahiptir. İnsan sevgisinin yükselmesi için çabalar. Ve bunu yaparken de yüce bir hedef olan İsa Mesih’in yolunda yürümeyi kendisine görüş olarak belirlemiştir. Putperestlik ise bunun aksine insanı, bu yüce ideallerden indirip Apikorizmin dar ve alçak maddeci-lik çukuruna koyar. Bu Apikorist prensipler açıkça putperest bir imparatorluk düze-nini sabit şekillerle oluşturur. Putperest bir Romalı veya Yunanlı’nın dini idraki dün-yevi yaşamıyla örtüşüyordu. Onun hayalinde Olympos tanrıları, normal insanların ahlaki seviyelerine yavaş yavaş yaklaşmaktaydı. Ve ilahlar tam anlamıyla insan olmuşlardı. Çok tanrılı din ile Roma imparatorluğu düzeni arasındaki eski bağ’ın bu ilişki içinde büyük bir ayırıcı önemi vardı. Roma-Yunan halkında, din ile devlet düzeni arasındaki bu karşılıklı ilişki tarihi başlangıcından beri güçlü ve imparatorlu-ğun diğer bölümlerinde görülmeyen bir derecede yerleşik bir ilişkiydi. Sayısız Olympos tanrıları Jüpiter, Markori, Afroditi ve Bonona gibileri aynı zamanda kralla-ra ve Roma-Yunan imparatorlarına yakın bir aileydi. Ve her bir Romalı kâhin Tanrı sınıfı başında << En büyük kâhin >> sıfatıyla imparator bulunurdu. Bu nedenle çok tanrılı din ile Roma imparatorluğu aynı şeydi. Olympos tanrılarının yaşamı ile Roma’daki imparatorluk mensupları dış görünüş itibarıyla bile iç içe girmişti. Romalı ve Yunanlı insanın muhayyilesinde Olympos, günahkâr âlemin şehvetleri ve suçları ile insanlara olan nefretleri ve ahlaksızlıkları ile yaşadıkları yerdi. Kraliyet sarayı yakınındaki sahalarda yapılan törenler Olympos’un azamet ve kutsallığından oluşan bir hale ile çevrelenmiş ve ona yaklaşılmaz ve dokunulmazdı. Ve biliyoruz ki Sokrat kutsal değerlere hakaret edip aşağıladığı için kâfir ilan edilmişti. Dinsel konu-lara ilişkin yaptığı konuşmalarından birinde halka, utanmazlık derecesine kadar düşen tanrılar hegemonyasının arkasına sığınan imparatorluğun içine düştüğü ahlak-sızlığı açık bir şekilde tanımlamıştı. Putperest inanç ile putperest kraliyet idaresi ara-sındaki benzeşme sebebi ile krallığın din ile ilişkisi, din kurumunu krallığın çıkarları amacına hizmet etme derecesine indirmekle ün salmıştı. Putperest çok tanrılı din ile başkanlık nizamı ve tapınma ve ibadet kuralları adeta normal bir hükümet enstitüsü-ne dönüşmüştü. Burada egemenlik, Olympos tanrılarının iradesine değil, kendi ira-deleriyle dini ahlak ve anlayışı terbiye eden ve yasaları yapan kahin imparatorların ve komutanların görüşlerine aitti. Hristiyanlık dininin şekil olarak kazandığı zaferin ilk yıllarında Roma imparatorluğunda ve halk arasındaki bu tür geleneksel destekle-rin bir defada yok olması mümkün değildi. Bunun yerine bir başka geleneğin desteği olan hristiyanlık ruhunun ilkelerinin yerleşmesi de kolay değildi. Ve imparatorluk ile halkının görünüşte ve şekil olarak hristiyan olma yerine, ruhen ve gerçek bir hristi-yan ülke olabilmesi için bu değişim sürecinde epey uzun bir zaman kat etmesi gere-kirdi. Roma imparatorluğundaki bu değişim hareketi, aynı zamanda kilise alanında korkunç bir mücadele sahası idi. Zira kilise burada da ilk üç yüz yılda olduğu gibi egemen güçler ve putperest halkla kuvvetle ve inatla savaşmak zorunda kaldı. Ve bu, kilisenin dışarıdaki yasal şahsiyeti için olmasa bile hristiyanlık esaslarının selameti için zorunluydu. Zira imparatorluk ve halkı henüz hristiyanlık yaşam ve imanının ilkelerini tam olarak benimsememiş ve dolayısıyla da, hristiyanlık imanının bu ilke-leri putperestliğin çeşitli akımları içinde batma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Aryosizm sapkınlığı da, bu saf ve katışıksız putperest inanç ve felsefeye doğru giden görüşlerin başındaydı. Buna göre de Tanrı Mesih’in şahsiyetini, diğer insanlar gibi normal bir yaratık mertebesine indirgiyorlardı. Evet, Aryosizm Allaha ait putpe-rest öğretilerin bir kolu olarak tohumları kölelik çağlarında saklanmıştı. Aryonistler (İkinci yüzyılda) ile Samisatalı Pavlus (Üçüncü yüzyılda) bu öğretiye karşı gerçeği biliyorlardı. Ve Mesih’in basit bir insan olduğu yalanını iddia ediyorlardı. Hâlbuki bu öğreti o zamanlar, gerçek hristiyanlık eğitiminden geçmiş bazı şahıslara ait bireysel bir görüştü. Ama şimdi Aryosizm genel bir harekât olarak ortaya çıktı ve gürültülü dalgalarıyla hristiyan topluluklarından büyük bir bölümünü sapkınlığa sevk etti. Ve ülkede genel bir konum edinmeyi başardı. Böylece Aryosizm kolları bir zamanlar,uzun bir müddetle imparatorluğun dini haline geldi. İmparator Kostantin’in kendisi, tarafsız bir gözle bakarsak bir zamanlar Aryosizm’in koruyucusu olduğunu görürüz. Ve her zaman yanında Aryosizm inancına meyilli tanınmış episkoposlardan dini müsteşarlar bulunurdu.Bunlardan Kayserili Osabyos ile Nikodimyalı Osabyos’u sayabiliriz. Ve imparator Kostantin bunlar vasıtasıyla kutsal vaftizi almıştı. Konstans ve Valent ile batıda Valentniyan ve Justin Aryosizm’in gerçek birer elçisi olarak ortaya çıkıyor ve Aryosizm’i imparatorluğun dini mertebesine yükseltip, Ortodoks kilisesine karşı zulmü ilan ediyorlardı. Dördüncü yüzyılda, hristiyanlık dini esaslarını geleneksel putperest dininin esaslarına yaklaştırma girişiminin ilk meyve-leri bunlardı. Ve bu girişim geleneksel din kuralları sahasında ve zamanın egemen gücü olan Roma egemenliğinin gölgesinde yapılıyordu.
Bunun benzeri ve aynı ruhla, hristiyanlığın dördüncü asırdaki geçişinde ahlaki yaşam faaliyetlerinde meydana geldi. Burada da, hristiyanlık ülkenin resmi dini olunca, bunun kilise cemaatinin genel ahlaki seviyesinin düşmesine büyük bir etkisi olduğu şüphe götürmez.Ülke ve halkın resmi bir şekilde haç bayrağının altında dur-ması, birçok insanın yalnızca şeklen hristiyanlığa geçmesine ama yaşam tarzı ve iç dünyası olarak hala putperest olarak kalmasına itici bir güç teşkil etmiştir. Ve sonun-da ortaya çıkan durum, hristiyan imparatorluğun bu yeni şekil altında hala özel ve genel yaşamlarında eski putperest düzenin devam etmesi olmuştur. Putperestlik ruhu içindeki genel halk yaşantısı Bizans’ta olduğu şekliyle kaldı. Putperest hedefleri ve tapınma törenleri, gururu ve kibiriyle,zafer kazananları karşılamaları ve egemen güç-lerin yasal bir sıfat verdikleri toplum ölçülerine hükmeden putperest alemin bütün eserleri olduğu gibi yaşıyordu. Ülkenin geleneksel putperest görüşten kurtulmasının, dinin imparatorluk ile ilişkisi nedeniyle mümkün olamayacağı doğaldır. Ve sonunda kilise Olympos gibi imparatorluğa tabi oldu. Bu nedenle kilisenin kutsal ahlaki etkisi felce uğradı. Zira yarı putperest yarı hristiyan olma arasında sallanıp giden bir inanç sistemine bağlı olan imparatorluk ile birlik olmuştu.
İmparatorluğun ilk yıllarında hristiyan toplumu, gücünü birinci derecede önemli olan sorunun çözümüne çevirdi. Kilisenin en önemli işlerinden biri hristiyanlık eğiti-minin dinsel alanda olduğu gibi ahlaki alanda da sağlamlaştırılmasıydı. Ve bu yolda büyük zorluklarla karşılaştı.Çünkü hristiyanlığa aykırı eğitim,Roma ülkesinin temel-lerinin derinliğinde ki geleneklerde tutunmuştu. Ve geleneksel düzeni sayesinde kut-sallık derecesini kazanmıştı. Bu hal üzere durumların seyri, kiliseden özel bir kahra-manlık, ruhsal bir hareketlilik ve hristiyanlık temellerinin korunması için kesinlik ile o asırdaki insanların zihinlerine İncil’in yüce ilkelerinin aşılanmasını gerektiriyordu. Bu geçiş döneminde hristiyan toplumu hazin bir şekilde dini ve ahlaki bölünmeler yaşarken bu tip kahramanlar bulunuyordu. Bu bölünmeler kilise liderleri arasına kadar girdi. Ve dördüncü asırda kilise liderleri arasında öyle şahıslar bulundu ki genel halkla birlikte gökten yere düşerek o çağın putperest öğretilerini benimsediler. Bunlardan Birya (Halep) Episkoposu Akakyos, İskenderiyeli Teofilos, Kirinos ve Safriyanos gibileri bütün ahlaki zayıflıklarını (Şahsiyetsizliklerini) Altınağızlı’nın hazin döneminde ortaya koydular. Hristiyanlık ruhunun kahramanları bu çevreden değil ama bir başka kilise çevresinden doğdu, o çevre dördüncü yüzyılın başlarında-ki Rahiplik kurumu idi.
Böyle bir zamanda rahiplik kurumunun ortaya çıkması tehlikeliydi. Özellikle de hristiyan ülkenin şu son anlarında. Hristiyanlığın ahlaki ilkeleri ret edilmeye başlan-mıştı. Dördüncü yüzyıla kadar rahiplik bağımsız bir kurum olarak tanzim olunma-mıştı.Çünkü hristiyanlığın ilk üç asrında, ruhsal ahlaki büyüklüklerini insanlar dışın-da inşa etmek zorunda kalan müminler arasında böyle özel bir kurum oluşturmayı gerektirecek sebepler yoktu. İlk üç asırda hristiyan topluluklar ahlaki ve dini açıdan bu kadar sağlam idi.Hatta bu topluluklar içinde ahlak ve dindarlık ateşinin alevlendi-ği bir bedeni temsil ediyorlardı. Ama dördüncü yüzyılın başlarında, hristiyan toplu-lukların fertleri arasında dini ve ahlaki çatışmalar başlayınca,bu fertlerden uzaklaşma zorunluluğu doğdu. Ahlaki yüceliği oluşturmak için insanlardan uzakta manastırlar-daki yaşama çekilme zorunluluğuydu. Bu manzara üzerine hayatın kendisi rahipliğin ve hedeflerinin ve iffetin adanmasının nedeni olacaktı. Sanki kilisenin içinde özel bir kilise oluşmuştu. Ve bizzat kilisenin hizmetine uygun bir şekilde gelişti. Ve İmpara-torluğun sosyal kurumlara bakış açısıyla bakılırsa sanki bu kurum sosyal olmayan bir eğitim kurumu idi. Ama özü itibarıyla diğer saf sosyal kurumlar dışında değildi. Temel hedefleri itibarıyla kaybolmuş olan dini ahlakın kemaline geri dönüşü temsil ediyordu. İlk hristiyan topluluklarının büyük bir kesimi böyle ahlak sahibiydi. İffetin adanması konusunda rahiplik kurumu Aile yaşamını reddetmiyordu. Ama dini ve ahlaki şahsiyeti büyük bir serbestlikle geliştirme imkânını elde etmek için aile yaşa-mından kurtuluyordu. Bu bir çeşit ruhsal Aritokrasi idi. Bu yalnızca dini ahlak çökü-şüyle mücadele eden kişinin bazı özel eğilimlerine uygulanabilirdi. İncil öğretisine göre yaşamın bir birimi halindeki âlem ibadet için inzivaya çekilmiş olan rahibin idrakinden gitmez. Hristiyan evliliği ve temiz hristiyan ailesi ile sosyal mülkiyet ilişkileri rahiplik kurumu yasalarında yıpranmayan ve insan yaşantısı için gerekli olan durumlardır. Böyle olmasaydı, eski hristiyan rahiplerinin yaşantıları da yalnızca manastırda değil fakat bunun dışında yaşam alanlarında hararetli faaliyetlerde bulun-maları mümkün olmazdı. Dördüncü asırdaki bütün mümtaz hristiyan işçiler, ilk eği-tim ve terbiyeleri itibarıyla rahiplerdi. Örneğin Büyük Asanasyos, Büyük Basiliyos, Teolog Gorigoryos ile Neysili Gorigoryos ve İronim ile azizimiz Altınağızlı gibi. Dördüncü yüzyıl Kilisesi’nin bütün bu sağlam direkleri dini ahlaklarını manastır-larda sağlamlaştırdılar ve ömürlerinin verimli yıllarını tanrı egemenliğinin inşası için insanlara adadılar. Ve kilise bu şahıslara borçludur, zira tecrübeler potasından temiz ve bozulmadan çıkmışlardır. Çünkü dördüncü asırda hayat kilisenin içine birçok çirkinlikler ve fesatlar karıştırmıştı. Bu azizler ahlak ve tanrısal felsefe alanında Ro-ma halkının hristiyanlaşması konusunda bu geçiş döneminin bütün ağırlıklarını omuzlamışlardı. Asanasyos ve Basiliyos ile her iki Gorigoryos’lar özel bir suretle hristiyanlık felsefesinin savunucuları idiler. Dördüncü asırda Aryosizm şeklinde hristiyanların zihinlerine giren korkunç putperest öğretinin akışını olumlu faaliyet-leriyle kestiler. Altınağızlı ise fiili ahlaki yaşamı alanında özel bir hristiyanlık direği olarak ortaya çıkar. Ve bu sahada yararlı hizmetleri olur. Ve insan topluluklarına ve kiliseye diğer hizmetlerinden hiç biri böyle bir yarar sağlayamazdı. Gerçeğin karan-lık sayfalarına çizdiği bu hizmetler uzak sürgünlerde onun şahadet tacını kazanması-nın sebebi olmuştur.
Henüz genç yaşlarında iken din ahlakı huylarını ortaya sergiledi. Ve tarihte tanı-nan ve sayıları az olan şahıslar arasında yerini almıştır. Zira çevresindeki ahaliyi, dini bozulmuşluk ve ahlaki dağınıklık salgını egemenliği altına almıştı. Ama hristi-yan annesi Ansosa’nın terbiye ettiği hassas vicdanı, onun yaşamı boyunca örnek bir din ahlakı yolunda yürümesini sağladı. Ve Antakya’da avukat sıfatıyla sahneye çıkı-şı onun için bir yol ayrımıydı. Çünkü ahlaki bozukluğa uğramış Antakya halkıyla yüz yüze gelmişti. Ve ustalıkla çağının hastalığını tanıdı. Suçluluk çamuruna bulaş-mış olan halktan, kendisini tehdit eden tehlikenin büyüklüğünü görebiliyordu. Ve bu parçalanmış insanlık ile mücadele etmeye hazır olmadığını hissetti. Ve avukat olarak bu alandan ayrılır ve esas faaliyet alanı olan özel ruhsal alanın derinliklerine girer. Ve burada halkının ahlaki terbiye mücadelesine giriştiği uzun yıllar başlar. Ve bu neden ve gaye için İncil kendisinin en sevdiği kitaptı. Annesinin yardımıyla İncil’de hristiyan insanın yaşam hedefi hakkında derin araştırmalar yapıyor ve gayesine ulaşıp bunları buluyordu. Bundan sonra İncil ve genelde Kutsal Kitap onun güvenli lideri ve bütün faaliyetlerinin kaynağı ve müthiş vaazlarının yaşayan diri ilkesiydi. Altınağızlı’nın vaazlarını, ardından gitmek için araştıranlar, bunların Kutsal Kitabın hayata dair gerçeklerin yorumu olduğunu açıklıkla görürler. Bütün yazdıkları birer açıklama yani canlı konuşmalardı. Zamanının istekleri ve ihtiyaçlarına uygun İncilin genişletilmiş şekliydi. Yazılarının önemi ve güzelliğinin kaynağı buydu. Altınağızlı-nın yazıları, Mesih’in vasiyetlerine uygun olan hristiyan faaliyetlerinin geniş bir listesi gibiydi. Ve bu yazılar onun dini ahlaki görüşlerinin net bir aynasıydı.
Altınağızlı için İncil, dini ahlak eğilimlerinin vahyedildiği bir ilke şeklindeydi. Ama dini ahlakta sebat etmenin en açık şeklinin başka bir okul olduğu, şüphe götür-mez bir gerçekti. Ve bu okul Altınağızlı’nın (Annesinin öğütlerine aykırı olarak) kendi mutlak iradesiyle yalnızlığa çekildiği manastırının hapis hayatıydı. Zira dünyadaki bu görsel hayatın, dini ahlakın kemaline ilişkin arzularını doyuma erişti-remeyeceği gerçeğini görmüştü. Tarsis manastırında Kutsal Kitabın anlaşılmasında şöhret sahibi olan manastır Episkoposu Diyodor’un maiyetinde altı yıl yaşadı. Bu süre içinde, İncil hedeflerinin anlaşılmasına götüren ve zorluklarla dolu olan yolu geçmeyi başarır. Burada bu mücahit azizin doğası tamamen çelikleşir. O derece ki artık vatanına ve evine dini hizmetlerine başlamak üzere geriye dönmekten korkma-maktadır. Ve bu manastır hayatında ilk meşhur kitabı olan ve hristiyanlık ahlakının araştırılmasına mahsus <> ve <> aldı kitabı ortaya çıktı.
Altınağızlı rahiplik görüşleri her şeyden önce ve şüphe götürmez bir şekilde onun özel rahiplik uğraşları ve emekleri neticesiydi. Ve öğretilerindeki şu özel bakış açısı bizleri dehşete düşürüyor: Mümin bir rahibin görünen mücadelesine (İffet, oruç ve meşakkatli yorgunluklar) yalnızca görünen bir terbiye önemi veriyor. Ve bu yorgun-luklar, insanda dini eğilim ve sağlam iradenin terbiyesi için bir vasıtadır. İffet ise özel bir şekilde, şehvetlerle mücadele yolunun münasip bir alanıdır. Ama bu, hayatın diğer bir yolu olan evlilik ve aile hayatı için bir engel değildir. Bu nedenle bekâreti seçen rahip, hristiyanlık yaşamı için bir üstünlük, bir kuvvet yok ise rahiplik müca-delesinde fazla ileri gitmemelidir. Altınağızlıya terbiye veren Melatyos şöyle dedi: Eğer akıl, bedeni ruhsal kelepçeyle zapt edebiliyorsa, demir kelepçelerin büyük bir önemi yoktur. Şüphesiz Altınağızlı şunları söylediği zaman aynı şeyi düşünüyordu: Eğer insan gerçek bir ruhsal yalnızlığa girebiliyorsa, uzaklara kaçmanın bir önemi yoktur. Altınağızlı bunu manastırdan çıkışıyla açık bir şekilde ispat etti. Çünkü manastırdaki rahiplik yaşamına, rahibin kendini çevreleyen âlemle savaşında daha geniş hizmet imkânı veren yolda daha az bir önem vermektedir.
Altınağızlı’nın manastırda yakalandığı hastalık onun manastırdan çıkışında yalnızca özel bir sebepti. Asıl sebep, rahibin insanlara tanıtılması için onu çevrele-yen yaşam çemberini daha da genişletmeye olan eğilimidir. Onun bütün kitaplarında geniş bir yer alan ve her şeyde faal olan Hristiyanlık sevgisini canlandırmak ve geliştirmek isteği Altınağızlı’yı manastırdan çıkmaya zorladı<<Şu zayıflara>> hiz-met etmek ve genel olarak Mesih ülkesinin inşasına yardımcı olmak eğilimindeydi. Sonuç olarak onun nazarında rahiplik zaruri bir düzen değildi. Ama kâmil bir Hristi-yanın birlikte yaşaması mümkün olmayan şehirlerdeki bozulmuşluk zorunlu olarak bunu gerekli kılmıştı. Halka hizmet etme hazırlığı hattı zâtında Altınağızlı’nın naza-rında (Kâhinlik için yazdığı kitapta bu konu uzun şekilde ele alınmıştır) alçakgönül-lülük ve kanaatkârlık gibi mücadelelerin bizzat yaşanması şeklinde olmalı.Mesih hizmetine yardımcı olmak en ufak bir vicdani hile bile olmadan sağlam ve azimli ve daimi bir hazırlığı gerektirir. Koruma ve gütme hizmeti Altınağızlı için, rahiplik ibadetinden, genel Hristiyanlık ibadetine bir geçiş halkası şeklinde görünür. Altın-ağızlı kendinde bulunan edebi güç zenginliği ve yıkılmaz bir iradeyi ortaya koy-maya hazır olduğunu hissedince manastır hapishanesinin zincirlerini kırar, burada ebedi özgürlüğünün büyüklüğünü göstermek için, içinde rahiplik yüzünü muhafaza ederek gider. Bununla beraber Altınağızlı, dünya ile savaşımındaki zayıflığını ve kilise liderinin üstlenmesi gereken yüksek sorumluluğa ilişkin hislerinden kendini ayıramaz. Çağdaşı olan din adamları arasındaki ve özellikle kilisenin en üst düzey-deki liderleri içinde gördüğü korkunç ahlakî çöküntüler (Yazılarında sık sık dile getirdiği durumlar) karşısında güçlü ruhsal durumu zayıflıyordu. Belki de bu, idare konusunda verdiği mücadelenin ağır mesuliyeti ve bunun korkusunun sebep olduğu bir durumdu. Altınağızlı’yı Kostantiniye tahtında görmek isteyen ve Kraliyet görevlilerinden biri olan Aftrobyos’un, hile yoluyla Altınağızlı’yı Antakya’dan alıp başkente getirdiğini görüyoruz. Belki de bu hile yolu ve Aftrobyos’un böyle bir eğilimi olmasaydı,Altınağızlı’yı hiçbir zaman Episkopos mertebesinde göremeye-cektik. Altınağızlı’nın bütün hizmetleri diyakon ve Peder rütbesiyle Antakya’da idi: Episkoposluk rütbesiyle ise Kostantiniyede idi. Bütün bunların, onu çevreleyen kötülüklerle yani dini ahlak çöküntüleriyle sürekli bir mücadelesi olduğunu söyleye-biliriz. Kendine acımayan bu insan, noksanlıklar hususunda başkalarını tenkit ederken de acımasız idi. Bu yeteneğini kilise kürsüsünden olabildiğince sonuna kadar kullanmıştır. Bu nedenle de çok sayıda yazmış olduğu eserlerinin, kilise konuşmaları ve vaazlar şeklinde olduğunu görürüz (Eserlerinin sayısı, zamanımıza kadar gelmeyenler hariç bin altı yüz civarındadır). Genel olarak haftada bir gün yani Pazar günü vaaz verirdi. Bazen duruma göre her gün vaaz verirdi. Bazen de günde iki kez bunu yapardı (Antakya’da putların indirilmesi konusunda). Hatipliği yorulmak bilmiyordu. Vaaz vermek de ona daha az yorucu gelmiyordu. Bazı vaazlarını irticalen yani yazıya dökemeden yapıyordu. Çünkü vaazlarındaki bazı açıklamalar, bu konuşmanın önceden hazırlanmadığını açık bir şekilde gösteriyordu. Bu nedenler vaazlarının çeşitlilikten ve zorlamalardan uzak, başından sonuna kadar anormal bir basitlik ve samimiyette ve ender görülen bir sadakat üslubuyla yazıldı-ğını görürüz. Bütün bunlardan vaizin, ne söylediği ve dinleyicilerin yüreklerine nele-ri döktüğünü hissettiğini anlıyoruz. Ve onun sözleri adeta bedeninden bir bölüm ve vücudundan bir parça idi. Dinleyiciler, bu sevgili vaizlerinin konuşmaları sırasında bu nedenle zaman zaman hamasetle alkış tutarlardı. Altınağızlı vaazlarında onu din-leyenleri kiliseye yardım yapmaları konusunda hararetle ikna eder, kiliseyi bir tiyat-roya çevirmemeleri için uyarıda bulunurdu. Bu esnada halktan yardımda bulunma sesleri ardı ardına yükselirdi. Vaazları derin duygular ve güzel düşüncelerle birlikte edebi yazın türünün tatlılığını da içerirdi. Ağzından adeta ince ve latif bir ses veren nehirler akardı. Altınağızlı’nın cazip olmayan görünüşü, boyunun kısalığı ve zayıf vücudunu göz ardı edersek, çok sevilen ve uzaklardan duyulabilen ve şiddetli bir şekilde dikkat çeken bir sesi vardı. Ama Altınağızlı’nın vaazlarındaki mucizevî şey, müthiş cesareti ve ikiyüzlülükten uzak oluşudur. Bütün vaazları bu sıfatlarına tanıklık eder. Bütün ülkede kin ve kötülükleriyle tanınmış olan korkunç Aftrobyos’u şiddetle kınamaktan geri kalmıyor. İrade sahibi olmayan zayıf Arkadyos’un eşi kibirli ve çabuk gazaba gelen kraliçe Afdoksiya’yı eleştirmek ve tenkit etmekten çekinmiyordu. Ayrıca korkunç rezaletlere bulaşmış aristokrat tabakanın birçok mensubunu tenkit etmekten ve suçlamaktan korkmuyordu. En şiddetli tenkitlerini özel bir surette Konstantiniye’nin delicesine ahlak bozuklulukları ve homoseksüel çirkinlikleriyle tanınmış büyükleri ve ileri gelenlerinden Martsi, Kostratsi ve Eftratsi’ye yöneltirdi. Bu tenkitlerini korkusuzca ve hiçbir ayrım gözetmeden ve çekinmeden en basit bir işçiye, aç fakire, çirkin ve müstehcen olan herkese, kadınsı hareketlerde bulunan rahiplere, hilekâr din adamlarına ve vakitlerini “Agabatok Cemiyeti”nde harcayan kilise görevlilerine de yöneltirdi. Bütün bu tenkitlerinde ikiyüzlülük yoktu. Çünkü halkın vicdanına sunduğu bütün bu ayıpların, Altınağızlının şahsi hayatında yeri yoktu. Zenginliği ve israfı, gösteriş nedeniyle tenkit ederdi. Özel hayatında basitliğin ve kanaatkâr olmanın örneğiydi. Bu nedenle, selefi Nektaryos’un patrikhanede inşa ettirdiği bölümlerin birçoğunda tadilat yaptırdı. Bütün altın süslemeler ile değerli halı ve hediyelikleri satıp elde ettiği parayı hastanelere ve fakirleri doyurmaya harcadı. Bir zamanlar babasından kalma büyük malların sahibi iken şimdi hiçbirşeyi olmaya bir şahıstı. Evinde bulunan şey-ler yalnızca gerekli edevat ve elbiseleriydi. Aristokratların yararlandığı muhteşem sofraları tenkit etti. Kendisi son derece basit yemekler yerdi. Kraliyet ziyafetlerine katılmayı inatla reddetti. Bu nedenle devamlı İmparatoriçe Afdoksiya’nın gazabına maruz kalırdı. Yaşamının böyle basit olması din adamlarının da Altınağızlı’ya gazap duymalarının sebebi oluyordu. Bilindiği üzere, Birya (Halep) Episkoposu Akakyos, Patrik Nektaryos’a geldiği zaman muhteşem sofralar ve ziyafetler görmeye alışmıştı. Altınağızlı’yı ziyaret ettiği zaman ise büyük bir gazaba kapıldı. Zira bir çeşit yemek ve bir şişe ekşi şarapla yetinmek zorunda kalmıştı. Patrikhanenin bütün gelirleri ve Altınağızlı’nın eline geçebilen bütün yardımlar fakir, yetim ve dullara dağıtılıyor, hastanelere ve kimsesizler yurtlarına gönderiliyordu. Ve patrikhanenin birçok bölümü ve odaları kimsesizlerin barınmasına tahsis edilmişti. Altınağızlı ise küçük bir odada kalıyordu. O halde, Kostantiniye zenginlerinin, Altınağızlı’nın zenginlikle ilgili vaazlarını nasıl açık bir can sıkıntısıyla dinlemeleri gerektiği bilinmekteydi. Bunların aksine, Altınağızlı’nın söyledikleri ile yaptıkları arasında hiçbir fark bulunmadığını çok iyi bir şekilde bilen fakir halk Altınağızlı’nın vaazlerini büyük bir mutluluk, sevinç ve istekle dinliyordu.
Altınağızlı dönemini araştıranlar, onun vaazlarında eşraf tabakasının ve devlet memurlarının zenginliği ve israfına karşı olduğunu görürler. Çünkü onlar görevlerini kötüye kullanıyorlar ve Altınağızlı’nın vaazlarında gizli bir sosyalist siyaset ruhunu görüyorlardı. Fakat bu tür düşünce, Altınağızlı’yı hiç tanımamak ve bütün faaliyetle-rindeki yaşamsal sinir sistemini anlamamak demektir. Altınağızlı’nın vaazlarındaki ağırlık merkezi siyaset değildi, aksine her insanla birebir kişisel özgürlüğüyle örtü-şen Hristiyanlık ahlakıydı. Oysa siyaset aslında, zorlamaya ve kuvvete dayanır, Altınağızlı ise, zorlamadan ve nefretten hiç bahsetmezdi. Zenginlere karşı tutumunda her zaman onların vicdanlarına hükmederdi, sınırsız özgürlükten, yoksullara acıma-ya meyletmeleri için onları uyarırdı. Keza onun vaazlarında, hiçbir zaman zenginlere karşı bir kargaşaya ve onlara eziyet verici bir harekete dönüşmesine ait bir davete rastlayamayız. Kısaca Altınağızlı’nın ruhunda isyan ve ihtilal ruhu yoktu. Durumu sıkıntı verici bir hale geldiğinde ve Kostantiniye’deki merkezi sarsılmaya başlayınca halkın galeyana gelmesini kendi amacına yönelik olarak kullanmaktan kaçınmakla kalmadı. Bilakis dikkatleri tam aksi bir yöne çekmeye çalıştı ve halkın bu isyanını yatıştırmak için her yola başvurdu ve halkı Tanrı’nın takdiri önünde baş eğmeye çağırdı ve şöyle dedi: “Rab verdi ve Rab aldı”. Bu olay Altınağızlı’nın nasıl bir ruha sahip olduğunu güzel bir şekilde göstermektedir. Altınağızlı’nın veda ederken söyle-diği bu sözlerle zulme uğramış bir insanın bütün ruhsal durumu ortaya çıkmaktadır.
Altınağızlı halka, kardeşlik emniyetinin, eşitliğin ve hürriyetin ne olduğunu anlat-mak için mücadele ediyordu.Ama bunu yalnızca Hristiyanlık ruhuyla yapıyordu. Bu, ilk Hristiyan topluluklarında görünen ve aralarında her şeyin müşterek olduğu ilk havarilerin topluluğuydu. Ama bütün bunlar, hür bir irade ve tam bir istek ve rağbet ile oluyordu. Altınağızlı işte bu rağbet ve isteğe çağrı yapıyordu. Herkesin ve her kişinin dertlerini ön plana çıkartarak, havariler dönemindeki fedakârlık derecesinde yakınını sevmek duygusuyla desteklenmiş Hristiyanlık hedeflerine sahip olunması için uğraş veriyordu. Altınağızlı bizzat kendisi, sevgi elçisi Aziz Yuhanna’nın kişi-liğini özel bir şekilde taşıyordu. Bir Hristiyanlık fazileti olan sevgi, yakınının acısını hissetme ve acıma duygularıyla birleşmiş bir sevgi Altınağızlı’nın diri sinirlerini oluşturan ve bütün vaazlarının özü olan duygudur. Bu sevgi, Altınağızlı’nın en şid-detli vaazlarındaki tutumunda çağdaşları olan bütün günahkârlara karşı yönelttiği tenkitlerinde görünürdü. Altınağızlı’nın en büyük düşmanı olan Aftrobyos, kraliçe Afdoksiya’nın gazabına uğrayıp kovulduğunda yine bu ruhanî çobana sığınıp krali-çenin cezasından korunmak isteyince, Altınağızlı onu gerçek bir Hristiyanlık sevgi-siyle kabul etti ve ona kötülük yapmadı ve onu heykelde sevgi ile Afdoksiya’nın gazabından korudu. Çünkü o zamanın barbarlarının geleneklerinde bile heykelin saygınlığına saldırı yoktu. Bu olay, hatalı bir insanı affetme ve dünyevî egemenliğin batıl olduğu hususlarda halkı eğitmek için Altınağızlı’ya güzel bir fırsat vermişti. Tarihçi Niyander, Altınağızlı’nın ahlakını samimi bir sıfatla şöyle över: “Altınağızlı günah konusunda ne kadar şefkatsiz idiyse, hatalı insan açısından da o kadar acıma doluydu.”
Altınağızlı’nın bu güne kadar görülmemiş ateşli tenkit ve eleştirilerini dinleyen-lerin hasta bir hayal ürününe sahip oldukları hususunda herhangi bir mücadele amacı içinde değiliz. Onlar hayallerinde siyasetin desteklerine hücum eden devrimci bir Episkopos tasavvur ediyorlardı. Bu durum bütün halkların siyasî yaşamlarında görü-lebilen normal bir şeydi. Altınağızlı’nın düştüğü doğrudur. Ama ölümünden yedi yıl sonra aynı halkın zihinlerinden kalktığı da bir gerçektir. Beraat ve kutsallık halesiyle çevrelenmişti ve 438 yılında şehit Altınağızlı’nın cesedi Komana’dan Kostantiniye-ye nakledilirken Kral Teodosyos’un bizzat kendisi gözyaşlarıyla anne ve babası kral ve kraliçenin günahlarını yıkadı.
Sonuçta Altınağızlı’nın tarihçesi hazin ama ölümsüzdür…