Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli özelliklerinden biri "çok uluslu" olmasıdır. Zaten "imparatorluk" sözcüğü ile çeşitli ulusları tek ailenin egemenliği altında toplayan devletler anlaşılır. Osmanlı Devleti en parlak yüzyıllarında pek çok ulusu bağrında taşımış, onlar arasında düzen ve adalet içinde bir yönetim sağlamıştır. İmparatorluğun çok geniş zamanlarında devletin asıl kurucu ögesi olan Türklerin toplam nüfusa oranla daha az olduğu bile saptanmıştır. Ancak bütün büyük imparatorluklar için bu çok olağan bir durumdur.
Osmanlı Devleti toprak yitirmeye başlayınca, bu uluslar da yavaş yavaş imparatorluktan ayrılmışlar, ya kendi devletlerini kurmuşlar ya da başka güçlerin egemenliği altına girmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da ancak bugünkü Doğu Trakya ile sınırlı toprağı kaldığını biliyorsunuz. Yani artık Balkanlı uluslar Devletin içinde değil erdi. Ama, yüzlerce yıllık bir imparatorluk yaşamı sonucu Osmanlı ülkesinin elde kalan son parçalarında da Türkten başka kökenli topluluklar yaşıyordu. Fakat bunlar şimdi tam anlamıyla azınlık durumuna düşmüşlerdi. Devlette asıl halk Türklerden oluşuyordu. Fakat azınlıklar da ihmal edilemeyecek derecede fazla idiler. 1918 yılında Osmanlı Ülkesindeki başlıca azınlıkları şöylece sayabiliriz:
Doğu Trakya'da, bugünkü Ege ve Marmara bölgelerimizin bazı yerlerinde, Doğu Karadeniz'de sayılarını kesin olarak bilmediğimiz miktarda Rum yaşıyordu. Anadolu'nun bazı başka yerlerinde de tek tük Rum vardı. Doğu Anadolu'da, Çukurova'da ve özel ikle büyük kentlerde de yine bir hayli Ermeni yerleşmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu Ermenilerin Doğu Anadolu'da oturan bölümü o zamanlar yine Osmanlı il erinden olan Suriye ve Lübnan'a gönderilmişti... Osmanlı Türklerinin eşsiz hoşgörüleri Avrupa'nın hemen her yerinde horlanan Yahudilerin büyük ölçüde Türk ülkesine göçmelerine yol açmıştı. Bu nedenle devlete genellikle hep bağlı sayılan Yahudileri özel ikle büyük kentlerde görmek mümkündü. Bu saydıklarımız Müslüman olmayan azınlıklardı. Birinci Dünya Savaşı bittiği vakit eylemsel olarak elimizden çıkmış dahi olsalar, henüz hukukça elimizde sayılması gerekli Suriye, Lübnan, Filistin, Irak ve Suudi Arabistan'ın bir kesiminde pek çok Arap yaşıyordu. Bunlar da Müslüman azınlıklardı.
Bu azınlıkların belki Yahudiler dışında hemen hepsi, Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşını yitirip parçalanma sürecine girmesini coşku ile karşıladılar ve çok olumsuz hareketlere giriştiler. Bu azınlıkların tepkilerini sırasıyla gözden geçirelim:
Rumlar: Rumların daha 1918 yılı sonlarında, yani Ege Bölgesi henüz Yunanlılar tarafından işgal edilmeden önce çok büyük taşkınlıklar ve örgütlenmeler içinde bulunduğu bilinmektedir. İstanbul'daki Rumlar, Anlaşma Devletleri donanması içindeki Yunan subaylarına karşı sevgi gösterilerinde bulunuyor ve kentte huzuru bozuyorlardı. Doğu Trakya, İstanbul, Marmara ve Ege Rumlarının hedefi bir an önce Yunanistan ile birleşmekti. Bu hedefi tarihsel bir düşün gerçekleşmesi olarak algılıyorlardı. Bu amaca ulaşmak için çeşitli örgütler kuruyorlardı. Bunların en önemlisi ve ünlüsü "Mavri Mira" Derneğidir. Rumların Yunanistan'a katılmaları amacıyla çalışan Dernek bir zamanlar gizli yürüttüğü etkinlikleri artık açığa çıkarmıştı. Fener'deki Rum Ortodoks Patrikliğinin büyük desteğini alan ve Yunanistan ile bazı Anlaşma devletlerinden yardım gören bu Dernek mensupları Türk yerleşme bölgelerine dehşet saçıyorlardı. Amaç, özel ikle Marmara ve Ege yörelerinde yaşayan Türkler üzerinde terör yoluyla bıkkınlık, korku ve bezginlik yaratarak onların iç bölgelere göç etmelerini sağlamaktı. Doğu Karadeniz yöresinde yaşayan Rumlar ise eski Pontus Devletini yeniden kurmak için çabalıyorlardı. Trabzon merkezi çevresinde örgütlenen bu Rumların amacı bağımsızlıktı. O yöreler 1204 yılına kadar Bizans İmparatorluğu'na bağlı idiler. O tarihte bağımsız Pontus Rum Devleti kuruldu.Bilindiği gibi bu devletin varlığına 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet son vermiştir. Yüzlerce yıl o yörede çok rahat yaşayan bu Rumlar, Batıdaki soydaşlarının da etkisiyle azmışlar ve daha Birinci Dünya Savaşı sırasında, o yöredeki otorite boşluğu nedeniyle silahlanmaya başlamışlardı. Gizlice kurdukları "Pontus Derneği" Anlaşma Devletlerinin de kışkırtmaları ile Karadeniz'de barış içinde yaşayan Türklere karşı korkunç terör eylemlerine girişmiştir. Tahmin edeceğiniz gibi, bu eylemler, Mondros Ateşkes Anlaşmasının yürürlüğe girmesinden sonra iyice artmıştı. Derneğin çetelerine karşı, çoğunlukta olan Türkler de silahlı mücadeleye girmekten başka çare bulamamışlardı. Zira Hükümet bu konuda hiçbir önlem alamıyordu. Giderek Pontuslu Rumlar Mavri Mira Derneği mensuplarıyla sıkı bir işbirliğine başladılar.
Ermeniler: Doğu Anadolu il erinin bir bölümü Mondros Ateşkesi yürürlüğe girer girmez Ermenistan birliklerince işgal edilmeye başlamıştı. Bu Ermeni birlikleri rastladıkları soydaşlarını da ayaklanmaya kışkırtıyorlardı. Ermenilerin bu ayaklanma hareketi Çukurova'ya sıçradı. Rum derneklerinin ve Fransızların desteği ile Adana ve yöresinde güçlü Ermeni çeteleri belirdi ve bunlar Türklere karşı müthiş terör hareketlerine giriştiler. Bu arada Doğu Anadolu'da Ermeni ve Pontus isteklerinin özellikle toprak bölüşümü dolayısıyla çatıştığı söylenmelidir. Ama onlar şimdilik ortak düşmanları saydıkları Türklere karşı birlikte hareket ediyorlardı. Hedefe ulaşınca herhalde bu kez kendi aralarında bir hesaplaşma olacaktı.
Yahudiler: Osmanı yönetiminden hoşnut olan Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler gibi silahlı terör hareketlerine girişmemişlerdir. Ancak Rum veya Ermenilerin terör baskısı olan bölgelerde sessizce onları destekler gibi gözükmüşler, ama Türklerle hiçbir zaman bir çatışma içine girmemişlerdir. Yahudileri özellikle Filistin'de kendi devletlerinin kurulması amacı ilgilendiriyordu. Ama bu etkinlikler artık Osmanlı toprakları dışında idi.
Araplar: Osmanlı Ülkesinde Türklerden de ayrıcalıklı bir biçimde yaşamalarına rağmen, Araplar Hz. Muhammet soyundan geldiği kabul edilen Mekke Şerifi Hüseyin ve oğullarının İngiliz etkisi altında kalarak Osmanlılara karşı açtıkları ilan edilmemiş bir çeşit savaşa katıldılar. Mondros Ateşkesi imzalandığı zaman Arap illeri zaten elden çıkmış ve İngilizlerle Fransızlar tarafından daha önceki antlaşmalara uygun biçimde işgal edilmişlerdi. Arap temsilcileri, Paris Barış görüşmelerine alınmışlardı. Görüşmeler sırasında Arap temsilcileri Tüklerle ilişkilerini kesme kararında olduklarını, onlarla hiçbir biçimde birarada yaşayamayacaklarını bildirmişlerdi.