Atatürk İlkeleri ve İnklap Tarihi


Büyük Zaferden Sonra Devletlerarası Hukuk Açısından Durum



Yüklə 2,15 Mb.
səhifə14/40
tarix29.10.2017
ölçüsü2,15 Mb.
#19570
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   40

Büyük Zaferden Sonra Devletlerarası Hukuk Açısından Durum

TBMM Hükümeti, Yunanlılarla yürüttüğü savaşı 1922 yılı Eylül ayı ortalarında kazandı. Ama bu sadece askeri bir başarı idi. Bize kalırsa, TBMM açısından Birinci Dünya Savaşı bitmemişti. Böylece, savaş yasaları bu noktada işlememişti. Barışın yapıldığı Osmanlı Devleti onu uygulayamamıştı. Buna karşılık yeni kurulan bir başka Türk Devleti, Birinci Dünya Savaşını yürütmüştü. Demek ki gerçekten özgün bir tarihsel durum var ortada. Düşününüz: Anlaşma Devletlerinin barış yaptığı Osmanlı Devleti kağıt üzerinde yaşıyor. Diğer yandan, bu devletin karşısında kurulan bir başka devlet savaşı yürütüyor ve kazanıyor.


Tamamen hukuksal bir tartışma yapıyoruz şimdi: Anlaşma Devletleri Birinci Dünya Savaşını kazanıp bütün yendikleri devletlere yeni statüler veren barış antlaşmaları imzalamışlardır. Bu antlaşmalar büyük yanlışlarla doludur ve yeni bir dünya savaşının tohumlarını içinde gizlemektedir. Bunu bir yana bırakıp salt hukuksal duruma dönelim: Osmanlı Devleti ile de bir barış antlaşması imzalanmıştır. "İmza" antlaşmanın kabulü demektir. Ama bu kabul işi uygulanamamış ve Anlaşma Devletlerinin hiç tanımadıkları yeni bir siyasal varlık, TBMM belirmiş, savaşı sürdürmüş ve sonunda bir Anlaşma Devleti ile (Fransa) savaşı bitirmiştir. Diğerleri ile çarpışmakta , bunları kazanmaktadır. Sonunda Yunanistan tam anlamıyla yenilmiş ve 1918 yılında "ezik" olan ve yurtlarını bir parçalanma içinde bulan Türkler şimdi "yenmiş" duruma gelmişlerdir. Bir Anlaşma Devleti olan Yunanistan ile TBMM Hükümeti yalnız başına barış yapabilir mi? Osmanlı Hükümetinin bu yeni ve pek eşi görülmemiş aşamada rolü ne olacaktır? Birinci Dünya Savaşı bitti de yeni bir başka savaş mı başlayıp sona erdi? Yoksa Birinci Dünya Savaşı şimdi mi sona erecek?
Gördüğünüz gibi, oldukça uzun bu "Giriş" bölümü, sizlere Türk Kurtuluş Savaşının ne kadar kendine özgü bir yapısı olduğunu da gösterecektir. İşin gerçeği, bu son durum karşısında Anlaşma Devletleri hükümetleri arasında çok doğal olarak bir anlaşmazlık vardır. Şimdi ulusal devletimiz bu karışıklıktan mümkün olduğu ölçüde yararlanmalıdır. İşte 1922 yılı Eylül ayı ortalarından itibaren diplomasi alanındaki bu sorunları çözme ve deyim yerinde ise siyaseti tam bir satranç oyunu haline getirme aşamasına girilmiştir.

MUDANYA ATEŞKES ANLAŞMASI



Ateşkes Anlaşması Hazırlıkları

Bir önceki ünitemizde gördüğünüz gibi, Büyük Taarruzun başlayıp gelişmesinden sonra 18 Eylül gününe kadar süren izleme hareketleriyle Anadolu'daki Yunan askeri varlığı yok edilmiş, TBMM Orduları onurlu, görkemli, tarihe geçen büyük bir zafer kazanmışlardı. Şimdi sıra İstanbul'un, Boğazların ve Doğu Trakya'nın kurtulmasına gelmişti.


Bildiğiniz gibi, Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonra Boğazlar, Anlaşma Devletleri güçlerince işgal edilmişlerdi. Ateşkes hükümlerine tamamen aykırı olarak da İstanbul'a, 16 Mart 1920'de resmen el konulmuştu. 1920 yılı yaz aylarında da Doğu Trakya hızlı bir biçimde Yunanlıların egemenliği altına girmişti. Büyük Taarruz'un tam bir başarı ile sonuçlanması üzerine Türk Ordusu şimdi bu yurt parçalarını da kurtarmak istiyordu. Batı cephesi Komutanı birliklerine Doğu Trakya'ya geçmek için en elverişli yer olan Çanakkale'ye doğru ilerlenmesi buyruğunu verdi. Amaç bu hareket ile hem Çanakkale Boğazını, hem de Doğu Trakya'yı kurtarmaktı.
Türk Ordusu Çanakkale'ye yaklaşırken, Yunanlıları Anadolu macerasına sürüklemede en büyük rolü oynayanlardan biri olan İngiliz Başbakanı Llyod George bu hareketin savaş nedeni sayılacağını bildirdi.

Boğazlarda önemli İngiliz birlikleri vardı. Şimdi, Türklerin bu ilerlemesi, her iki devleti askeri alanda doğrudan doğruya karşı karşıya getirecekti. İngiliz Başbakanı böylece Türklere gözdağı vermek istiyordu. Bu tehdit ile İstanbul ile Boğazları kaptırmaya niyeti olmadığını göstermeye ve Doğu Trakya'nın Yunanlıların elinde kalmasını sağlamaya çalışıyordu. Bu açık savaş kışkırtıcılığından sonra İngiliz Hükümeti; Dominyonlarına, Fransa'ya, İtalya'ya ve Romanya'ya başvurarak askeri destek ve yardım istedi. Dominyonlar bu isteği reddettiler. Fransa ile İtalya ise Türklere karşı ne savunucu ne de saldırıcı bir tutum içine gireceklerini bildirdiler; bunun ardından Çanakkale'deki askerlerini de geri çektiler. Şimdi orada sadece İngiliz birlikleri kalmıştı.


Anadolu'daki çarpışmalar dışında, Birinci Dünya Savaşı 1918 yılı sonunda bitmişti. Bildiğiniz gibi, bu savaşta yenen devleter de önemli sıkıntılar çekmişler, ağır yitikler vermişler, bunalımlara düşmüşlerdi. Yaralarını sarmaya çalışırlarken Anadolu'da hiç beklemedikleri büyük bir direniş başlamıştı. Türklerin öz yurtlarını ele geçirmenin olanaksız olduğunu anlayan Fransızlarla İtalyanlar, gerçeği görüp bu mücadelenin içinden çekilmişlerdi. Sakarya zaferinden sonra kamuoyunun etkisi ile İngiliz siyasal çevrelerinde de Yunanlılardan bir uzaklaşma görüldü. Türklerin karşısında iyice yalnızlığa düşen Yunanlılar Anadolu'dan kovulunca, İngiliz hükümeti telaşlanıp yeniden işe karıştı. Onlar için Boğazlar ve İstanbul çok değerli idi. Buraları kaptırmamak yolunda, o güne kadar Ulusal Kurtuluş Savaşımızda hep "perde arkasında" kalan İngilizler, şimdi işe doğrudan doğruya karışmak zorunda kalmışlardı. Ama bu yolla, bitmek üzere olan Anadolu savaşının tekrar alevlenmesi İngiltere'nin dostlarının işine gelmezdi. Ne Fransız ne İtalyan kamuoyları savaş istiyordu. Bu yeni savaş sonuçsuz kalmaya da mahkumdu. Diğer yandan İngiliz halkında Anadolu hareketine karşı duyulan olumlu ilgi de giderek artıyordu. Türkiye'den binlerce kilometre uzakta, neredeyse dünyanın öbür ucunda bulunan Dominyonları da Anadolu'daki İngiliz çıkarları ilgilendirmiyordu. Artık İngiliz Hükümeti tam anlamıyla çaresizlik içine düşmüştü. 20 Eylülden itibaren İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlarla, Anadolu'daki askeri hareketin bitirilmesi yolunda görüşmeler yapılmasına razı oldular.
Elbette çok güzel düşlerdi bunlar. Büyük bir asker olan Başkomutan'ın bu olasılık üzerinde durmamış olması düşünülemez. Ama her bakımdan dahi bir asker olan Gazi, binbir güçlük ve akıl almaz özverilerle kazanılmış zaferi tehlikeye atamazdı. Çanakkale'de İngiliz birlikleriyle savaşa tutuşulunca, güçlü İngiliz donanması işe karışacaktı. Doğu Trakya'ya geçildiğini varsayalım: Orada dinç ve savunmaya hazır önemli Yunan birlikleri bulunuyordu. Böylece yeni bir Türk-Yunan çarpışması başlayacaktı. Şimdi düşüncemizi sürdürelim ve diyelim ki bütün bu zorlukları aştık, Doğu ve Batı Trakya'yı aldık, ilerlememizi sürdürdük. Bu durumda bize destek olan devletler de tutumlarını değiştirmezler miydi? Öz yurtlarını koruma hakkını bile bin zorlukla kabul ettirmiş olan Türkler şimdi yine "saldırgan" ilan edilecekti. Balkanlarda da yeni düşmanlar türeyebilirdi. Kurtuluş Savaşı ulusun özverisi sonuna kadar zorlanarak kazanılmıştı. Acaba bu yeni savaşlar dizisini ulus kaldırabilir miydi? Askeri açıdan yeterince güçlü mü idik? Hayır. Ulus da artık savaş istemiyordu. İzmir kurtulunca ordumuzda terhisler başlamıştı. Askerimiz haklı olarak evine dönmek istiyordu. Kaldı ki orduyu barındırmak, beslemek ve donatmak olanaksızdı, bunu Genelkurmay Harp Tarihi belgeleri göstermektedir. Başkomutan ve yakın arkadaşları usta askerler bütün bu olasılıkları düşünmüşlerdir. Yeniden Yunanlı kanı akması, Türk kanının da tekrar dökülmesi gerekti. Artık bütün sorunlar siyasal ortam içinde çözülmeliydi. Ustaca izlenen bir siyasetle İngilizler yapayalnız bırakılmışlardı. Bu elverişli durumdan yararlanmak gerekti. Gerçekten İngilizler, özel ikle Fransa'nın baskısı ile Doğu Trakya'nın boşaltılmasını kabul ettiler. Bu gelişmeler sırasında Türk birlikleri Çanakkale'de İngilizlerin önüne kadar gelmişlerdi. Kritik bir durum yaratılmıştı. Ama Türk birlikleri silah kullanma niyetlerinin bulunmadığını da göstermişlerdi. Bu durumda askeri hareket 28 Eylül’de durduruldu. Anlaşma evresi açılıyordu. 3 Ekim günü Mudanya'da ateşkes görüşmeleri başladı.

Mudanya Ateşkes Anlaşması

Ateşkes görüşmelerinde TBMM adına Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) görevlendirilmişti. Ateşkes askeri nitelikte bir sözleşme olduğu için, Anlaşma Devletlerinden İngiliz, Fransız ve İtalyan generalleri de temsilci olarak hazır bulunmuşlardı. Batı Cephesinde kendileriyle asıl savaşın yapıldığı Yunanistan da bir temsilci göndermişti. Ama bu kişi, Mudanya'ya çıkmamış, yakında bir gemiden yazılı olarak arada bir düşüncelerini iletmiştir.


Ateşkes görüşmelerinde ağırlık noktası İstanbul, Boğazlar ve Doğu Trakya'nın Türklere teslimi sorunlarında yatıyordu. İlke olarak bu yurt topraklarının Türk olduğu kabul edilmişti. İlkönce Doğu Trakya üzerinde duruldu. Uzun tartışmalardan sonra şu noktalarda anlaşıldı:

• Türk ve Yunan orduları arasında çarpışmalar durduruldu ve ateşkes sağlandı.

• Doğu Trakya'yı Yunanlılar ateşkesin imzalanması tarihinden sonra onbeş gün içinde boşaltacaklardı.

• Yunanlıların Doğu Trakya'da çekildikleri yerler ilkönce Anlaşma Devletlerinin temsilcilerine, sonra da Türk memurlarına bırakılacaktı. Böylece Türkler ile Yunanlılar bu boşaltma işi sırasında karşı karşıya gelmeyeceklerdi. Bu teslim işi en geç otuz gün içinde bitirilecekti.

Teslimi tamamlanınca Anlaşma Devletlerinin temsilcileri Doğu Trakya'dan uzaklaşacaklardı. Sadece Meriç'in batısında güvenliği sağlamak için bir miktar Anlaşma Devletleri askeri bulundurulacaktı. Barışın sağlanmasına kadar TBMM Hükümeti 8000 jandarma erini Doğu Trakya'da tutabilecekti.

İstanbul ile Boğazlar üzerinde şöyle bir uzlaşmaya varıldı: Barış imzalanıncaya kadar buralarda, Yunanlılar dışında Anlaşma Devletleri birlikleri kalacaklardı. Mudanya Ateşkes Anlaşması 11 Ekim 1922'de imzalandı ve 15 Ekimde yürürlüğe girdi. Uygulanmaya hemen başlandı. Doğu Trakya'nın teslim alınması işiyle Başkomutan, yakın çalışma arkadaşlarından Refet Paşayı (Bele) görevlendirdi. Refet Paşa bu işleri düzenlemek için İstanbul'a gönderildi. Böylece TBMM'nin siyasal varlığı Osmanlı Başkentinde kendini gösteriyordu. Refet Paşa 19 Ekimde İstanbulluların çok candan, coşkulu gösterileri ile karşılanarak kente geldi; barış sağlanıncaya kadar da orada TBMM Hükümeti'nin temsilcisi olarak kaldı.



Mudanya Ateşkes Anlaşması'nın Değerlendirilmesi

Mudanya Ateşkes Anlaşmasından hemen hemen dört yıl önce çok değişik nitelikli bir başka ateşkes anlaşması imzalamak zorunda kalmıştık. Bu ilk anlaşmayı anımsayıp, içeriğini ikincisi ile karşılaştırabilir misiniz?


30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonra dört yıldan sadece üç hafta kadar eksik bir zaman geçti ve Türkler bir başka Ateşkes Anlaşması imzaladılar. Mudanya Ateşkesi, ilkinin her bakımdan tamamen tersi sayılabilir. Bu kez Türkler yenmiş olarak masaya oturmuşlardı. Mondros'ta öngörülen parçalanma, yeni anlaşmada hiçbir biçimde yer almadığı gibi, yurdun tamamen kurtulduğu Anlaşma Devletlerince kabul ediliyordu. Mondros'ta, Osmanlı Devleti'nin egemenlik haklarına tam bir kısıtlanma getirilmişti. Mudanya'da ise TBMM Hükümeti hiçbir egemenlik kısıtlanması içine girmemişti. Anlaşma Devletleri, Mudanya'da, TBMM Hükümeti Temsilcisi İsmet Paşa ile eşit koşullar altında konuşup bir sözleşme imzalayınca, yeni Türk Devleti, kendiliğinden tanınmış oluyordu. Zaten daha önce Fransızların tanıdığı TBMM Hükümetini şimdi İngilizler ve onların maşası Yunanlılar da tanımaktadırlar.
Bu anlaşma imzalandıktan birkaç gün sonra (19 Ekim) Yunanlıları Anadolu macerasına sürüklemekte en büyük destekçi olan ve her iki ulusu birbirine düşüren İngiliz başbakanı görevinden ayrıldı. Bir zamanların bu çok ünlü siyaset adamının yıldızı böylece sönüp gitti.
Fakat çok önemli bir noktayı gözden uzak tutmamak gerektir: Mudanya Ateşkes Anlaşması, bu olumlu değerlendirmeye rağmen, nihayet geçici bir sözleşmedir. Bu anlaşmanın öngördüğü düzen, barışın kurulmasına kadar geçerlidir. Barış sağlanamazsa, savaş durumu yeniden başlayacaktır. Ayrıca, Yurdumuzun can damarı Boğazlar ile en önemli kentimiz, yani İstanbul, henüz anlaşma devletlerinin denetimi altındadır. Yine, Doğu Trakya'daki varlığımız son derece zayıftır. Boğazlar ve İstanbul üzerinde yeniden egemen olabilmek, Doğu Trakya'daki durumumuzu güçlendirmek için mutlaka bir barış antlaşmasının imzalanması gerektir. Öyle ise Mudanya Ateşkes Anlaşması çok önemli bir başarıdır; ama barış sağlanamazsa hiçbir değeri kalmayacaktır. Bu nedenle şimdi sıra kesin barışın kurulmasına gelmiştir. Artık çalışmalar bu konu üzerinde yoğunlaşacaktır.

SALTANATIN KALDIRILMASI



Genel Olarak

Bildiğiniz gibi, egemenlik denilen devlet gücü bir aileden gelen kişilere ait olursa, bu takdirde "monarşik" sistemden söz ederiz. Egemenlik ulustan çıkarsa bu takdirde, devlet gücünün gerçek sahibine ait olduğunu belirtiriz. Önümüzdeki yıl, bu konularda daha geniş açıklamalarda bulunacağız. Ama şimdi kısaca şu nokta üzerinde tekrar durmak gereklidir.


Kurtuluş Savaşını TBMM yürüttü. Bu Meclis,egemenliğin ulustan kaynaklandığı gerçeği üzerinde kuruluydu. Milletvekilleri sadece, egemenliğin gerçek sahibi olan ulusun belli bir süre için seçtiği temsilcilerdi. Ne var ki, bu temsilciler, "güçler birliği" esası içinde, ulus adına bütün egemenlik haklarını kullanıyorlardı. Kurtuluş Savaşının büyük bir askeri ve siyasal hareket biçiminde örgütlenmesi de bu yolla mümkün olmuştur. Ama, TBMM, bir yandan da "Padişah ve Halifeyi" kurtarmak görevini yüklenmişti.
Şimdi zafer kazanılınca, önemli bir sorun ortaya çıktı: Anlaşma Devletleri, Birinci Dünya Savaşını Osmanlı İmparatorluğu ile yaptıkları bir barış antlaşması yoluyla sona erdirmek istemişlerdi. Ama bu antlaşma bir türlü yürürlüğe giremedi. Şimdi, zafer kazanmış, ulus egemenliğine dayanan bir yeni devlet ile onun yanında varlığı henüz inkar edilemeyen köhnemiş ve artık yok olmuş sayılabilecek bir başka devlet vardı. Her iki devlet ile birlikte mi barış antlaşması görüşmeleri yapılacaktı? Gerçekten çok önemli bir çıkmaz içindeydi Türk Ulusu.

Saltanatın Kaldırılmasına Neden Olan Gelişmeler

Mudanya Ateşkesi TBMM Hükümeti ve Anlaşma Devletleri arasında imzalanmıştı. Çünkü, "savaş" TBMM tarafından yürütülmüştü. Eğer TBMM Orduları içinde "Osmanlı Hükümeti" adına çalıştığını ileri süren bir asker bile bulunsaydı, Mudanya Ateşkes Anlaşmasına iki devletin de çağrılması gerekliydi. Ama Türk Ordusu artık, bütün üyeleri ile "TBMM"nin Ordusu idi. Bu gerçeği bilen Anlaşma Devletleri, salt askeri bir nitelik taşıyan bu Ateşkesi sadece TBMM Hükümeti temsilcisi ile imzalamıştır. Ama şimdi sıra barış antlaşmasına gelmişti.


Mudanya Ateşkes Anlaşması imzalanıp uygulamaya konulduktan sonra, İstanbul'daki varlığı her bakımdan tartışmalı Osmanlı Hükümeti'nde bazı garip davranışlar görülmeye başlandı. Sardazam Tevfik Paşa 17 Ekim günü Başkomutan'a bir yazı göndermişti. Özetle şöyle deniliyordu bu yazıda: "..kazanılan zafer ile artık İstanbul-Ankara ikiliği kalkmış, ulusal birlik sağlanılmıştır. Anlaşma Devletleri ile yapılacak barış görüşmelerine her iki hükümet de çağrılacaktır... Bu durumda ulusumuzun esenliği ile sorunlarımızı aramızda görüşüp davaları konferansta birlikte savunmamız gerekecektir. Bu konuda anlaşmak üzere birlikte çalışmalara başlayalım..."
Büyük zafer her bakımdan TBMM'nin, onun Hükümeti'nin ve Başkomutanı'nın üstün ve anlatılması çok zor çabaları ile kazanılmıştı. İstanbul'daki sözde hükümetin bu başarıda hiçbir katkısı yoktu. Ama şimdi büyük bir vurdum duymazlıkla bu büyük başarıda pay sahibi olunmak isteniyordu.
Bu davranış her şeyden önce mantığa tersti. TBMM Başkanı ve Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa bu davranışa gerekli cevabı verdi. Şöyle diyordu:". Anayasa ile biçimi ve niteliği belli olan Türkiye Devleti kuruluşundan beri yalnız TBMM Hükümeti tarafından yönetilmektedir. Yasal olmadığı, hukuk dışı bulunduğu TBMM tarafından pek çok kez belirtilen İstanbul'daki kurulun barış konferansına katılmaya hakkı yoktur".
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşaya verdiği yanıtta "İstanbul Hükümeti" yerine "İstanbul'daki Kurul"dan söz etmektedir. Bu dahi Sadrazam Tevfik Paşanın anlaması gerekli ağır ve haklı bir ifadedir. Tevfik Paşa bu sözlere daha karşılık vermeden, Anlaşma Devletleri 27 Ekim 1922'de "Doğudaki savaşa son vermek için" İsviçre'nin Lozan (Lausanne) kentinde bir barış konferansı düzenlediklerini bildirdiler ve bu çağrıyı hem TBMM Hükümetine hem de Osmanlı Hükümeti'ne gönderdiler. Bu çağrı üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yukarıda belirttiğimiz yanıtından ders almamış gibi görünen Tevfik Paşa bu kez TBMM Başkanlığına bir yazı gönderdi. Bu yazıda Tevfik Paşa altıyüz yıldan fazla yaşayan Osmanlı Devleti'nin barış konferansına katılmasının çok doğal bulunduğunu, Hükümeti'nin Sevr Antlaşmasını onaylamamakla zafere katkısı olduğunu ve konferansta işbirliği yapılması yolundaki isteğini tekrarlıyordu.
TBMM Hükümeti, Tevfik Paşanın bu yazısını ciddiye almadı. Ama Anlaşma Devletlerine gönderdiği bir nota ile Konferansta İstanbul'daki Hükümet de temsil edilirse kendisinin katılmayacağını bildirdi. Karşı taraf da sonunda barış konferansına sadece TBMM Hükümeti'nin katılmasını kabullendi.
TBMM Hükümeti diplomatik açıdan yine önemli bir zafer kazanmıştı. Ama İstanbul'da daha pek çok kişinin devletin başı olarak gördüğü padişah ve onun sözüm ona hükümeti varlığını koruduğu sürece bazı önemli işler yolunda gitmezdi. Zira, barış görüşmelerine İstanbul Hükümeti'nin dışarıdan müdahale etmesi ve kamuoyunu bulandırması çok güçlü bir olasılıktı. Bu yolla bazı TBMM üyeleri de olumsuz olarak etkilenebilirdi. En önemlisi, bu yolla Anlaşma Devletleri İstanbul Hükümeti'ni bir çeşit "ara bulucu" gibi kullanıp, aslında dilediklerini Türk kamuoyuna benimsetebilirlerdi. Barış Antlaşması imzalansa bile Saltanatın varlığı ile egemenliğin ulusa ait olması ilkesi bir arada yaşayamayacaktı. Şimdi fırsat çıkmıştı. Sorun kökünden çözülmeliydi.

Saltanatın Kaldırılması

Bütün bu gelişmeler Saltanatın kaldırılmasını gerekli kılıyordu. Sonuçta Başkomutan ve pek çok milletvekilinin ortak bir önergesi 30 Ekim günü TBMM’nde görüşülmeye başlandı. Önergede Saltanatın kaldırıldığı belirtiliyordu. Saltanatla birleşmiş sayılan "Halifelik" ise ondan ayrılacaktı. Ateşli görüşmeler sırasında şu düşünceler Meclis Genel Kurulu'na hakimdi: Saltanat Halifelikten ayrılsın ve kaldırılsın. Halifeyi ise biz seçelim; Saltanat ile Halifelik biribirinden ayrılamaz. Bu nedenle eğer Saltanat kaldırılırsa, Halifelik de kalkmış olur ki, böyle bir durum düşünülemez. Görülen şuydu: Başta Rauf Bey ve Refet Paşa gibi Gazi Mustafa Kemal Paşanın yakın arkadaşlarının bulunduğu bir grup, Halifeliğin Saltanattan ayrılamayacağını, padişahsız bir Türk ulusunun ise düşünülemeyeceğini ileri sürüyorlardı. İlk grubun içinde bulunanlar ise böyle bir ayrımın mümkün bulunduğunu belirtiyorlardı. Gerçekten, Mustafa Kemal Paşanın sık sık söylediği gibi, Büyük Selçuklu İmparatoru Tuğrul Beye 1055 yılında Abbasi Halifesi saltanat hakkını devretmiş, kendisi ise halife olarak kalmıştı. Pek çok İslam devletinde, 1258 tarihinde Abbasi Halifeliği sona erdikten sonra, hükümdarlar yanlarında göstermelik bir halife tutmuşlardı. Ama bu tarihsel gerçekler Meclis'in bir kanadını tatmin etmiyordu. Onlar Saltanatı olmayan bir Halifenin çok güçsüz bir durumda kalacağının bilinci içindeydiler. Bu yolla ulusa esenlik ve devrim yolu açılabilirdi. Bu da, ilerisini göremeyen pek çok siyasetçi için dehşet verici bir olaydı. Bu nedenle 30 Ekim’de başlayan görüşmeler "Saltanatla Halifeliğin birbirinden ayrılamayacağı" konusundaki görüşün giderek çoğunluk kazanması yönünde gelişiyordu. Bunun üzerine Başkomutan, bu tartışmaların odak noktası olan komisyonda bir konuşma yaparak Saltanat ile Halifeliğin biribirinden ayrılmalarının mümkün olduğunu belirtti. Osmanoğullarının Türk Ulusunun egemenlik hakkına altı yüz yıl sahip çıkmalarından sonra, artık ulusun bu hakkı eline alması ve kendisi üzerinde bir padişaha gerek kalmadığını oldukça sert biçimde dile getirdi. Ardından da yine bilimsel ve tarihsel açıklamalarda bulunarak, üyeleri gerçeğe inandırdı. Bunun üzerine Saltanat ve Halifeliği biribirinden ayıran önerge kabul edildi. Genel Kurul 1 Kasım1922 tarihli toplantısında "Saltanatı" kaldırdı. Halifelik ise yine Osmanlı Ailesine ait bir hak olarak kalıyordu. Ama Halifeliğin asıl anlamı olan devlet başkanlığı zaten TBMM'nin kişiliğinde bulunduğu için, Meclis bu aile içinden dilediğini Halife olarak seçebilirdi. Böylece kişisel Saltanat tarihe karıştı.


TBMM'nin 308 numaralı bu kararı Türk Devrim Tarihinin en önemli belgelerinden biridir. Altı yüz yıllık bir devletin sona ermesi ve yerine kesinlikle yeni esaslara dayanan bambaşka nitelikli bir devletin geçmesi çok anlamlı bir olaydır. Yeni Türk Devleti'ni tartışmasız bir duruma getiren bu kararı bugünkü dille, kısaltmadan veriyoruz. Böylece kitabımızda bir istisna yapılmakta, çok önemli bir metin aynen verilmektedir. Bu belge Türk Devrimi'nin kavranılması için yaşamsal bir önem taşımaktadır:

"Birkaç yüzyıldır Saray ve Babıali'nin bilgisizlik ve sefahati yüzünden Devlet büyük felaketler içinde müthiş bir surette çalkalandıktan sonra nihayet tarihe geçmiş bulunduğu bir anda, Osmanlı Devleti'nin kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Ulusu, Anadolu'da hem dış düşmanlara karşı ayağa kalkmış, hem de o düşmanlarla birleşip, Ulus karşısında harekete geçmiş olan Saray ve Babıali ile mücadeleye atılarak, TBMM ve onun hükümeti ve ordularını oluşturarak dış düşmanlar, Saray ve Babıali ile eylemsel olarak ve silahlı ve bilinen şiddetli zorluklar ve hazin yokluklar içinde savaşmaya girişmiş, bugünkü kurtuluş gününe ulaşmıştır.


Türk Ulusu, Saray ve Babıali'nin hıyanetini gördüğü zaman, Anayasa'yı çıkararak onun birinci maddesi ile egemenliği Padişahtan alıp doğrudan doğruya Ulusa ve ikinci maddesi ile ile yürütme ve yasama güçlerini onun kudretli eline vermiştir. Yedinci madde ile de savaş ilanı, barış sözleşmesi gibi bütün egemenlik haklarının ulusun benliğinde toplamıştır.
Bu duruma göre, o zamanlardan beri eski Osmanlı İmparatorloğu tarihe karışıp yerine yeni ve ulusal bir Türkiye Devleti, yine o zamandan beri Padişahlık kalkmış olup, yerine TBMM geçmiştir. Yani bugün İstanbul'da bulunan kurul, varlığını usullere uygun koruyacak hiçbir yasal ve yabancı olmayan güce ve ulusal yardıma sahip olmayıp, ortadan kalkmış bir gölge durumundadır. Ulus, kişisel egemenlik ve Saray halkı ve çevrenin sefahati üzerine kurulu bir Saltanat yerine, asıl halk kütlesinin ve köylünün haklarını koruma ve mutluluğunu sağlamayı yükümlenen bir halk hükümeti kurmuş ve koymuştur.
Durum böyle iken İstanbul'da düşmanlarla işbirliği yapmış olanların, şimdi Halifelik ve Saltanat haklarından ve hanedan haklarından söz etmelerini görmekle hayrete boğulmuş oluyoruz. Tevfik Paşanın telgrafı kadar garip ve tuhaf ve gerçeklere aykırı bir belge tarihte ender görülmüştür. Bu durumda TBMM aşağıdaki hususları yayınlayıp ilana karar vermiştir:

• Anayasa ile Türkiye halkı egemenlik ve hükmetme haklarını gerçek temsilcisi olan TBMM'nin manevi kişiliğinde bırakılması ve bölünmesi ve verilmesi mümkün olmamak üzere temsile ve doğrudan kullanmaya ve ulus iradesine dayanmayan hiçbir güç ve kurulu tanımamaya karar verdiği için, Misak-i Milli sınırları içinde TBMM Hükümeti'nden başka hükümet biçimi tanımaz. Buna göre Türkiye halkı kişisel egemenliğe dayalı olan İstanbul'daki hükümet biçimini 16 mart 1920'den itibaren ve sonsuzluğa kadar tarihe karışmış saymıştır.


• Halifelikyüksek Osmanlı Ailesine ait olup, Halifeliğe TBMM tarafından bu Ailenin (içinden) bilimce ve ahlakça en üstün durumda olanı seçilir. Türkiye Devleti, Halifelik Makamının dayanağıdır..." Bu önemli karar bize, TBMM'nin ulustan aldığı gücüne ne kadar bilinçli bir biçimde sahip çıktığını göstermektedir. Unutulmamalıdır ki, bu Meclis ilk çalışma aylarında amacının "Saltanatı kurtarmak" olduğunu ünlü "Nisab-i Müzakere Kanunu" (5.9.1920, No: 18) ile her yana ilan etmiştir. Aradan geçen zaman içinde, bazı karşı çıkmalara rağmen, TBMM tek üstün makam olduğunu anlamış ve Osmanlı Saltanatını kaldırmıştır. Böylece zaferin verdiği başarı duygusu ile İstanbul Hükümeti'nin akıl almaz son tutumu Önder'e hep tasarladığı devrim adımlarından birini daha atmak fırsatını vermiş ve TBMM, Osmanlı Devleti'nin varlığını kesinlikle sona erdirmiştir. Artık Osmanlı Ailesine yalnız Halifelik hakkı kalmıştı.Ama bu hakkı kimin nasıl kullanacağını saptama yetkisi de TBMM'ye aitti. İleride Halifelik sorunu da çözülecektir. TBMM'nin Saltanatı kaldırma kararı İstanbul'daki eski hükümet tarafından derhal tanındı ve kendi çapındaki devlet işlerinin görülmesine son verildi. Devir ve teslim işleri derhal başladı. Bu tutum Saltanatın kaldırılmasının beklendiğini de gösterir. 1 Kasım 1922 tarihinde Osmanlı Saltanatı kaldırılınca, Vahdettin'in üzerinde sadece Halifelik sanı kaldı. Dikkate değen nokta TBMM'nin Saltanatı kaldırırken, Halifelik hakkını Vahdettin'den almamış olmasıdır. Bu da büyük bir iyi niyet ifadesi sayılabilir. Ama, akıl almaz siyaseti ile tarihe geçen bu son Osmanlı padişahı, 17 Kasım günü İstanbul'da bulunan İngiliz askeri makamlarına sığındı. Aynı gün yine bir İngiliz savaş gemisi ile yurdunu terketti. Yani Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşındaki en büyük düşmanına kaçtı. Osmanlı tarihinde hiçbir padişahın düşmana sığınmak gibi bir tutum içine girdiği görülmemiştir. Vahdettin, büyük bir Türk Ailesinin onurunu da ağır biçimde yaralamıştır. TBMM ertesi gün Osmanlı veliahdı Abdülmecit Efendiyi halife seçti. Artık Lozan'a gitmek için hiçbir engel kalmamıştı. TBMM Hükümeti, var gücüyle barış konferansına hazırlanmaya koyuldu.

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI



Yüklə 2,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin