Atatürk İlkeleri ve İnklap Tarihi


Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Kurulması



Yüklə 2,15 Mb.
səhifə17/40
tarix29.10.2017
ölçüsü2,15 Mb.
#19570
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   40

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Kurulması

İlk büyük tepki siyasal nitelikteydi. Ulusal mücadelede değerli hizmetleri geçen bazı kişiler, 1924 yılı kasım ayı başında "Cumhuriyet Halk Fırkası" adını almış olan partilerinden ayrıldılar. Yanlarına katılan bazı başka kişilerle, 17 Kasım 1924'te Devletimizin ikinci siyasal partisini kurdular: "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası" (İlerici Cumhuriyet Partisi). Partinin kurucuları Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile sonradan onun yerine geçen Halk Fırkasının önde gelen adlarıydı: Ali Fuat (Cebesoy), Kazım Karabekir, Refet (Bele) paşalar; Rauf (Orbay) ve Adnan (Adıvar) beyler gibi.


Gazi Mustafa Kemal Paşanın Kurtuluş Savaşında oluşturduğu kadro parçalanmaktadır. Devrimin gelişmesi için kurulan Parti güçsüzleştirilmektedir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kuranlar, yukarıda saydığımız grupların üçüncüsü içine girmektedir ve Gazi'nin en yakın arkadaşlarının bazılarıdır.
Önümüzdeki ünitede 1924 Anayasasını göreceğiz. Hem bu Anayasa, hem de daha önceki düzen Türkiye'de çok partili demokratik yaşama izin veriyordu. Yeni bir partinin kurulması ve siyasal mücadeleye başlaması demokratik bir ortamın müjdesi olabilirdi. Gazi Mustafa Kemal Paşa, demokrat ruhlu bir cumhurbaşkanı olarak bu gelişmenin karşısında değildi.
1924 yılı sonlarında ünlü İngiliz Times Gazetesi muhabirine şöyle diyordu: "...ulusal egemenlik esasına dayanan ve özellikle Cumhuriyet rejimine malik bulunan memleketlerde partilerin varlığı doğaldır. Türkiye Cumhuriyeti'nde de biribirlerini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur..." İktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkasının, Gazi'nin yakın arkadaşlarınca kurulan yeni bir parti tarafından denetlemesi doğaldı. Ülküsel olarak düşünülürse, özelikle Cumhurbaşkanı'nın bazı yakınlarının yeni bir parti içine girmeleri ve orada toplanmaları demokrasinin gereklerine ve akışına çok uygundu ve rejime iyi ve ferahlatıcı sonuçlar getirebilirdi.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Etkinlikleri

Yukarıda söylediğimiz düşünceler ne yazıktır ki doğru çıkmadı. Acaba neden? Şöylece açıklamak mümkündür bu nedenleri: Her şeyden önce bu yeni Partiye Cumhuriyete, halifeliğin kaldırılmasına karşı olan herkes doluşmuştu. Tepkici kütleler için bu Parti büyük bir umut kaynağı olmuştu. İkinci neden de şuydu: Partinin kurucuları, toplumun bir an önce kavuşması gereken yeniliklerin birdenbire değil, kendiliğinden, zamanla oluşması gerektiği görüşündeydiler. Bu düşüncelerini Parti Programı'nda şu ifadelerle belirtiyorlardı: "Parti liberalizm ve demokrasi esasını kabul etmiştir. Ama bu ilkelerin gerçekleşme gücü kamuoyu, genel ahlak ve ulusal vicdanın içinde olduğundan uygulamada gelişime (tekamüle) bağlı kalacaktır... Parti özgürlükçülük ve halkın egemenliği esaslarını kabul etmiştir. Parti, ilkeleri uygulamada gelişim kuralına bağlı bulunmayı meslek sayar..."


Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları, atılımcı devrim adımlarını benimsemiyorlardı. Onlara göre toplumun yapısında saklı kendiliğinden gelişme gücüne (evrim gücüne) uyulmak gerekliydi. Ulusal egemenlik ve demokrasiyi kabullenmekle birlikte, bu iki ilkenin sürekli yenilenerek kökleşmesini de evrimsel gelişmeye bırakmışlardı. İktidara gelirlerse devrim dönemi kapanacaktı.

Olağan koşullar altında her siyasal partinin her türlü görüşü savunması hakkıdır elbette. Hele Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının görüşlerinde hiç de ters bir nokta yoktur ilk bakışta. Ama şimdi şöyle düşünmek gerekiyor: Bir siyasal kadro ülkenin yüzlerce yıllık yapısını değiştirerek geri kalmışlıktan kurtulma hazırlıkları içinde. Bu kadronun başında ise sıradan bir insan yok. Yurdu kurtaran bir dahi işlerin başında. Evrimsel yolla demokrasinin gelişmesi için gerekli altyapı kurulmadan, yeni partinin düşünceleri nasıl gelişecek? İşte, devrimci kadronun amacı bu alt yapıyı hazırlamak. Şimdi bu kadronun başındaki Önderin aldığı ve alacağı ilerici kararları yeni bir başka siyasal kadro önlemeye çalışmaktadır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları bununla da kalmamışlar, programlarına şu ünlü maddeyi de koymuşlardı: "Parti dinsel düşüncelere ve inançlara saygılıdır" (6. madde).


Bu maddenin yorumu, bizi diğer partinin dinsel inançlara saygılı olmadığı yargısına götürür. Böyle bir yargı ise haksızlıktır. Çünkü Önder'in Partisinde böyle bir eğilim yoktur.

Bu maddeyi, Parti Programının diğer hükümleriyle birlikte yorumlarsak şöyle bir sonuca da ulaşmak mümkündür: "Evrimsel gelişme, eskiden olduğu gibi dinsel kalıplar içinde sürüp gitmelidir". Halbuki, bilindiği gibi, Türk toplumu evrimsel gelişmeye yönelemediği için devrime gidildi -ilk ünitemizdeki açıklamalarımızı anımsayınız-. Demek ki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları bu büyük tarihsel ve toplumsal gerçeği kavrayamamışlardı.


Bir siyasal partinin "dinsel inançlara saygılı" olması hiçbir biçimde kınanamaz. Ama o günün koşulları içinde böyle bir hükme ihtiyaç yoktu. Anayasa'ya göre devletin dini İslamdı. Öyle ise zaten bir dinsel yapı içinde bulunuyordu. Ama iktidar partisi programında "dinsel inançlara saygılı olma" hükmü bulunmadığı için, böyle bir ibare, yeni kurulan Partinin çok işine yarayacaktı. İşte aslında olağan bir demokratik ortamda çok masum görülmesi gereken bu siyasal düşünceler 1924- 1925 yılları Türkiyesi için son derece büyük gerilimler yaratacak ve Önder'in düşündüğü çağdaşlaşmayı önleyebilecek nitelikte idi.
TBMM içinde yeni partiye mensup milletvekili sayısı çok azdı. Hepsi 27 kişiydi. Bu bakımdan parlamento içinde bu parti bir tehdit oluşturmuyordu. Hatta salt Meclis içinde böyle kalıp parlamento geleneklerine göre gelişen bir akım yaratsa idi, bu Parti yine bir tehlike oluşturmaz, yararlı işler görebilirdi. Ama bu tepki partisinin çerçevesi bu kadar dar kalamazdı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi devrim adımlarına karşı olanlar bu yeni Partiye akmaya başladılar. Muhalefet etkinliği artık bütünüyle parlamento dışına taşmıştı. Çok kırıcı, gerginlik artırıcı bir karşıcalık hareketi İstanbul Basınının ünlü gazetelerince özellikle kışkırtılıyor, insafsız bir eleştiri her yanı kaplıyordu. Yepyeni, taze bir rejim büyük tehlikelerin içine yuvarlanmak üzere idi.

Şeyh Sait Ayaklanması

Bütün bu olumsuz gelişmeler ve kışkırtmalar sonucunda Cumhuriyet tarihinin en büyük bunalımı patlak verdi. Bu bunalımı doğuran, Güneydoğu ve Doğu Anadolu'nun bir bölümünde çıkan ünlü "Şeyh Sait Ayaklanması"ydı.



Ayaklanmanın Nedenleri

Bilindiği gibi Lozan görüşmeleri sırasında Türkiye - Irak sınırı çizilmemişti. Bunun sebeplerini şöylece özetlemek mümkündür: XIX. yüzyılın sonralarında "petrol"ün önemi büyük bir hızla anlaşılmaya başlanmıştı. Petrol yataklarının bulunduğu bölgeler emperyalist güçlerce saptanıyordu; zira bu ülkelerin çoğunda petrol yoktu. Özellikle Orta Doğu'nun bu önemli madde açısından ne kadar zengin olduğu anlaşılmıştı. Bu büyük coğrafi alanın pek çok yerinde petrol çıkıyordu. Bu arada Musul- Kerkük çevresinde de zengin ve çıkartılması ucuz petrol bulunduğu anlaşılmış, bu bölge başta İngiltere olmak üzere pek çok güçlü ülkenin iştahını çekmeye başlamıştı.


Osmanlı Devleti'nin elinde bulunan bu ülke parçası Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük bir özveri ile savunuldu. Ama sonunda Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığı sırada İngilizlerce işgal edildi. Nüfusunun büyük çoğunluğu Türk olduğu ve Ateşkes sırasında işgal edildiği için, buraları elbette Misak-ı Milli sınırları içindeydi. Ama Lozan'da bütün çabalara karşılık bu haklı tezimizi kabul ettiremedik. İngilizler buraların Irak'a ait olduğunu ileri sürüyorlar ve bütün dostları bu iddiayı destekliyorlardı. Birinci Dünya Savaşı biter bitmez Irak'ta İngilizlere bağlı kukla bir yönetim kurulmuştu. Bir süre sonra bu ülke bütünüyle İngiliz mandası altına alınacaktı. Bu nedenle İngilizler zengin petrol havzasını bize bırakmaya hiç yanaşmıyorlardı. İşin uzamaması açısından Lozan'da bu sorun olduğu gibi bırakılmış ve Antlaşmanın imzalanmasından sonra Türkiye ile İngiltere'nin bu konuda bir anlaşmaya varmaları öngörülmüştü. Bu karar gereğince 1924 yılı içinde iki devlet arasında görüşmelere başlanıldı. Ama bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine sorunun Uluslar Kurumuna götürülmesi kararlaştırıldı. Aynı yılın ekim ayı sonunda toplanan Uluslar Kurumu, Irak sınırını çizdi ve tahmin edeceğiniz gibi, İngilizlerin etkisi altında Musul-Kerkük Bölgesini karşı tarafta bıraktı. Bu çok haksız karara Türkiye'nin razı olması beklenemezdi. Yapılacak iş askeri bir hareketle sözü geçen yerlerin Türkiye içine alınmasıydı.
İşte bu konuda Türk Hükümeti verdiği kararı uygulamak isterken, Gazi'ye karşı muhalefet iyice büyümüştü. Aynı zamanda milletvekili olan bazı ordu ve kolordu komutanları yeni bir parti, yani Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurmak için, görevlerinden ayrılmışlardı. Bu büyük bir bunalım yarattı.
Irak üzerine bir askeri harekat yapılacak. Son derece duyarlı ve tehlikeli bir durum. Tam bu sırada Türk ordularının komutanları, askerlik görevlerini bırakıp, aynı zamanda üyesi oldukları Meclis'e geliyorlar. Komuta yerleri başsız. Bu durumu Gazi Mustafa Kemal Paşa, ne askerlik ne de devlet adamlığı niteliği ile bağdaştırabilmiştir. Nutkunda bu olaya çok önemli bir yer verir. Bunalımın atlatılması için, Cumhurbaşkanı aynı zamanda milletvekili olan diğer komutanlara, bu görevlerinden ayrılıp askerlik görevine dönmelerini istemiştir. Komutanlıktan ayrılanlara da, ilkönce görevlerini devretmeleri söylenmiştir. Bu iş yapıldıktan sonra Kurtuluş Savaşının ünlü bazı komutanları artık emekli oldular ve kendilerini siyasete verdiler. Ordu ile siyaset de bu fırsat dolayısı ile içiçe girmekten kurtuldu. Ama bu işler düzeltilinceye kadar, Türk Ordusu büyük zaman yitirmiş ve hazırlanan harekatın uygulaması gecikmişti. Şimdi İngilizlerin eline güzel bir olanak geçti. Güneydoğu Anadolu'da yeni kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına girenler, büyük bir olasılıkla İngiliz ajanlarının kışkırtması ile çok olumsuz bazı hazırlıklar içine girmeye başladılar. Bu Partinin ilk şubesinin Urfa'da kurulması bir tesadüf ile açıklanabilir mi? Partinin başındaki yurtsever kişiler kısa bir süre içinde denetimlerini ve otoritelerini yitirmişe benzemektedirler.
Doğuda, bu Partinin gevşek ilkelerine dayanılarak yapılan propaganda basit; ama etkili idi: Cumhuriyet Hükümeti, halifeliği kaldırmıştır. Din elden gitmektedir. Asıl amaç ise, Anadolu'nun Kerkük-Musul Bölgesinin kuzeyinde bulunan bölümlerini Türkiye'den kopartmaktı. Bu amaca ulaşmak için yapılan gizli çalışmalar sonunda ürününü verdi. 13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Sait adlı, iyice kışkırtılmış bir kişi büyük bir ayaklanma başlattı. Çevresinde saygın bir kişi olan bu adama kısa sürede pek çok grup katıldı. Zira "din elden gidiyor" gerekçesi çok etkileyici idi ve saf yurttaşlar hiç düşünmek gereği duymadan bu söylenilenlere inanıyorlardı. Şeyh Sait'in bütün ayaklama boyunca sarıldığı tek inandırma yöntemi, dinin kurtarılması teması olmuştur.

Ayaklanmanın Yayılması

Ayaklanma birkaç hafta içinde geniş alanlara yayıldı. Bir yandan Erzurum, bir yandan da Diyarbakır yönüne ilerliyorlardı. Üzerlerine gelen askeri birlikleri de geri çekilmek zorunda bırakıyorlardı. Erzurum -Elazığ -Varto -Diyarbakır'ı içine alan geniş bölgede ayaklananlar el erine geçirdikleri yerlerde devlet dairelerini yağma ediyorlar; "şeriat isteriz" bağrışmaları ile çeşitli vahşetler yapıyorlardı. Başarılardan şımararak bilinçsiz bir duruma gelmek üzereydiler.



Ayaklanmanın Bastırılması

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurulmasından birkaç gün sonra Cumhuriyetin ilk başbakanı İsmet Paşa görevinden ayrılmıştı (21 Kasım 1924). Yerine Ali Fethi (Okyar) Bey başbakan atandı. Fethi Bey değerli ve deneyimli bir devlet adamı idi. Gazi'nin en yakın arkadaşlarındandı. Çok ılımlı ve yumuşak bir karakteri vardı. Bu nedenle, o günün iletişim olanakları nedeniyle zaten çok zaman geçtikten sonra haber alınan ayaklanma ve gelişmesi üzerinde yeterli bir fikir sahibi olamadı; ayaklanmayı gerektiği ölçüde değerlendiremedi. Onu ufak, yerel bir olay sandı. Halbuki ayaklanma iyice genişliyor ve ufak çaptaki askeri birlikleri yenme aşamasına erişmiş bulunuyordu. Fethi Beyin düşündüğü olağan önlemlerle bu ayaklanma bastırılamayacaktı. Şubat sonunda ayaklanmanın neredeyse denetimden çıkması, Fethi Beyin durumunu zorlaştırdı. Bu devlet adamı 2 Martta görevinden ayrıldı; yerine ikinci kez İsmet Paşa getirildi. İsmet Paşa, genç Türkiye Cumhuriyeti için gerçek bir tehlike durumunu almış bu ayaklanmanın en kısa süre içinde ve kesin bir biçimde bastırılması gerektiğini anlamıştı. Ona göre iki ana noktada toplanan bir program yürütülmeliydi: Ayaklanmayı askeri açıdan ciddiye almak ve bastırılması için tam bir harekat planı yapmak; bu etkinlikleri sağlamlaştırmak için de kısmi seferberlik ilan etmek. Ayaklanmayı bastırdıktan sonra, bir daha bu tür tehlikeli olayların cereyan etmemesi için de gerekli siyasal önlemleri almak. Türk Genelkurmayı askeri hazırlıkları hızla yaparken, TBMM bir yasa kabul etti.


Ünlü "Takrir-i Sükûn Kanunu" (4 Mart 1925). Türk siyaset ve hukuk yaşamında çeşitli açılardan tartışılan bu yasanın o günler için bir zorunluluk sonucu çıkartıldığı kuşkusuzdur. Önümüzdeki ünitede göreceğimiz 1924 Anayasası'nın "özgürlüklerin sınırını kanun çizer" hükmüne dayanılarak bu yasa konulmuştu. Bugünkü Türkçemiz’de "dirliği-düzeni, huzuru sağlama yasası" biçiminde ifade edebileceğimiz bu düzenleme ile hükümete geniş yetkiler veriliyordu. Gericilik hareketleri, ayaklanma, ülkenin toplumsal düzenini, dirliğini, güvenliğini bozma yolundaki bütün örgütler, kuruluşlar, basın organları kapatılabilecek veya etkinlikleri yasaklanabilecekti. İsmet Paşa o günün koşulları altında böyle bir siyasal yetkiye muhtaçtı.
Ayaklananlar bu arada Diyarbakır önlerine kadar gelmişlerdi. Ancak saldırıları püskürtüldü. Bu başarısızlık, kolay ilerlemeden doğan morallerini bozdu. Geri çekilmeye başladılar. Bu sırada iyi hazırlanan askeri birlikler kuzey yönünü kapayarak ayaklananları çember içine aldılar. Çember hızla daraltıldı. 15 Nisanda ayaklanma tamamen bastırılmıştı. Şeyh Sait ile diğer elebaşıları yakalanıp bölgeye gönderilen İstiklal Mahkemesi önüne çıkartıldılar. Mayıs sonunda sorun tamamen kapanmıştı; ama önemli sonuçlar da getirmişti.

Ayaklanmanın Sonuçları

Rejimin geleceği için çok büyük tehlikeler yaratan bu ayaklanma dış ve iç siyaset açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bunları kısaca şöyle özetleyebiliriz: Dış siyaset açısından bu ayaklanma özellikle İngilizlerin işine yaramıştır. Kendi kışkırtmaları ile çıkan bu ayaklanma ile Kurtuluş Savaşını yeni bitiren ordumuz hırpalanmıştır. Böylece Musul-Kerkük üzerine bir askeri hareket yapılması olasılığı kalmamıştı. İngilizlerle yapılan görüşmeler sonunda Türk Hükümeti bazı maddi çıkarlar karşılığında Uluslar Kurumu kararını kabul etti. 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye, İngiltere ve onun mandası altında bulunan Irak arasında bir antlaşma imzalanarak bu sorun ortadan kalktı.


İç siyaset açısından gelen sonuçları ise şöyle özetleyebiliriz: 1924 yılında başlayan çok partili siyasal yaşam genç Türkiye Cumhuriyeti'nin o günkü koşullarına uyamamıştır. Şeyh Sait Ayaklanması bu gerçeği en açık biçimde göstermiştir. Şimdi bu olaydan dersler çıkarmak gerekiyordu. Devrim adımlarının hızlandırılarak sürdürülmesi için bir huzur zamanına ihtiyaç olduğu anlaşılmıştı. Bu nedenle bir süre için çok partili yaşamı durdurmak gerekiyordu. Bu düşünce ile, Takrir-i Sükûn Yasasına dayanılarak, Şeyh Sait olayına karıştığı gerekçesiyle 5 Haziranda Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı.
Yurttaki huzur bozucu kuruluşlar ile basın organları yeni düzenlemelere uyruk tutuldular. Böylece yurdumuzda "Takrir-i Sükûn Dönemi" diyebileceğimiz yeni bir evre açıldı. Bu evre verimli bir biçimde değerlendirildi ve birbirini izleyen devrim adımları büyük bir hızla gerçekleşti. Belli başlı pek çok devrim tamamlandı. Artık sözü geçen yasa da gereksiz bir duruma gelmişti. 4 Mart 1929'da bu yasa kaldırıldı. Ardından 1930 yılında ikinci kez çok partili bir yaşama geçme denemesi yapıldı. Bu konu üzerinde ileride duracağız.

Öndere Suikast Girişimi

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın bazı çevreler ve kişiler tarafından büyük bir umut kaynağı oluşturduğunu biliyoruz. Ama bu Parti rejim için büyük bir tehlike haline gelince, Takrir-i Sükûn Yasası uyarınca kapatıldı. Cumhuriyet Hükümeti devrim yolunda yürümeye kararlı idi. Son umudun yok olması üzerine en alçakça ve en akla gelmeyen yolun denenmesine karar verildi: Gazi Mustafa Kemal Paşayı ortadan kaldırmak. Kendilerinden başka kimsenin varlığına dayanamayan karanlık ruhlu kişiler çalışmaya başladılar. Aralarında milletvekilleri ve eski İttihatçıların da bulunduğu bu caniler önce Ankara'da bir cinayet planlamışlar, ama bunu uygulayamamışlardır. Yine fırsat kollamaya başladılar. Gazi 7 Mayıs 1926 tarihinde geniş kapsamlı bir yurt gezisine çıkarak 15 Haziranda İzmir'e gelecekti. Suikastçılar Gazi'nin geçeceği yolu öğrendiler. Elverişli bir yer seçtiler. Orada gizlenip kanlı emellerini gerçekleştirecekler, sonra çıkan kargaşadan yararlanıp hazır duran bir deniz motoruna binerek bir Yunan adasına sığınacaklardı. Gazi Mustafa Kemal Paşanın gezi programında bir gün gecikmesi, canileri kaçıracak motorcuyu bir vicdan muhasebesine yöneltmiş, sonunda bu kişi 15 Haziran günü bildiklerini İzmir Valisine bildirmiştir (Bu kişi ceza görmekten kurtulduğu gibi, o zaman için bir servet sayılacak, çok yüksek bir ödül aldı: Tam 6500 lira. Bu rakam günümüzdeki enflasyonun yakıcılığı hakkında size acı bir fikir verebilir). Bunun üzerine caniler bütün suç araçları ile kıskıvrak ele geçirildiler. 16 Haziran’da Gazi Mustafa Kemal Paşa coşkun sevgi gösterileri içinde İzmir'e geldi. Demek ki bu gecikme olmasaydı, caniler tasarladıklarını gerçekleştirebileceklerdi. Büyük kurtarıcıya karşı düzenlenen bu akıl almaz cinayet girişiminin elebaşıları ile bu işe karışanlar İzmir ve Ankara'da kurulan İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp gerekli cezalara çarptırıldılar. Bu arada şunu da belirtmek gerektir. Bu yargılamalar sırasında Gazi'ye karşı İttihatçı grup da tamamen tasfiye edilmiştir.


Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa suikast hazırlığının ortaya çıkarılması üzerine şöyle demiştir: "...Alçak girişimin benim kişiliğimden çok, kutsal Cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelerimize yönelik bulunduğuna şüphe yoktur... Benim önemsiz vücudum bir gün elbet toprak olacak, fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuzluğa kadar sapasağlam kalacaktır".
Gazi Mustafa Kemal Paşanın bir daha böylesine ciddi bir girişimle karşılaşmaması bu işi düzenleyenlerin Türk Ulusundan ne kadar kopmuş olduklarını açıkça göstermektedir. İzmir olayından sonra devrim adımlarına kimse itiraz etmemiş, bütün karşı gruplar dağılmışlardır. Böylece Önder, tasarladıklarını sevgi dolu bir hava içinde, büyük bir hızla gerçekleştirmeyi sürdürmüştür.

Anayasal Sistemin Kurulması ve Gelişimi -13

GİRİŞ

Anayasa Kavramı

Bir devletin en önemli özel iği hukuk kural arı koyması ve bunları uygulamasıdır. Bu kuralları "devletten" başka hiçbir güç koyamaz ve uygulayamaz. Hukuk kural arının ise ne olduğunu biliyorsunuz.



İnsanlar arasındaki özel veya toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallara "hukuk" denir. Bu kurallara uyulmaması durumunda, gerekenin yapılmasını buyuran esaslar da "hukuk kuralı"dır. Bu kurallar içinde uyulması zorunlu veya zorunlu olmayanlar vardır. Örneğin herkesin 18 yaşını doldurunca hukuk kurallarının ona sağladığı hakları doğrudan doğruya kullanması, uyulması zorunlu bir kuraldır. Yine, adam öldürmeyi yasaklayan kural da öyle. Başka bir örnek vermek gerekirse, evlenmek zorunlu değildir. Dileyen evlenir, dileyen evlenmez. Bu nedenle devletin evlenme gibi çok önemli bir toplumsal kurumu düzenleyen ve Medeni Kanun dediğimiz yasa içinde yer alan yüzlerce kuralı herkese uygulanmaz. Ama bir kişi evlenmek isterse, işte o zaman devletin bu konuyu düzenlemek için koyduğu kurallara uymak zorundadır.
Hukuk kuralının temelini "yasa" veya bugünkü resmi adıyla "kanun" oluşturur. Kanun, ulusal iradeyi temsil eden parlamentonun koyduğu kural ardır. Bildiğiniz gibi, parlamentonun esas görevi yasama yetkisinden doğar; yani parlamento ilk planda yasa yapan bir organdır. Bazen, yasama organı, yürütme gücünü taşıyan hükümete de yasa gücünde düzenlemeler yapmak yetkisi verebilir. Hükümetlerin çıkardığı hukuk kuralları "kararname" adıyla anılır. İşte yasama organı bazı durumlarda hükümete "yasa gücünde" kararname çıkarma yetkisini tanıyabilir. Ama bu yetkiye dayanılarak çıkartılan kararnamenin sonunda parlamento tarafından onaylanması gerektir. Öyle ise modern devletlerde yasaları yapma yetkisi halka aittir, denebilir. Ama halk bu yetkisini doğrudan doğruya değil, seçtiği temsilcileri aracılığı ile kullanır. Yasalar ulus iradesini yansıttığından, yukarıda da belirttiğimiz gibi temel hukuk düzenlemeleridir.
Yasaları, "yürütme organı" uygular. Bu uygulama sırasında yasalara dayanarak kendisi de hukuk kuralları koyar. Bunlara "kararname" dendiğini belirtmiştik. Yine yasaların açıkta bıraktığı veya ayrıntılı olarak hükme bağlamadığı bazı konuları hükümet, kararname yoluyla çıkarttığı "tüzüklerle" uygular. Daha da ayrıntılara ilişkin düzenlemeler, yine yasalardan aldıkları yetkilerle devlet makamlarınca çıkartılan "yönetmeliklerle" sağlanır. Yasa, kararname, tüzük ve yönetmelik hükümlerini uygulamakla görevli makamlar her özel durum için ayrı ayrı "talimat veya yönerge" denilen bir kezlik kararlar çıkartırlar. İşte toplum bütün bu hukuk kuralları ile bir ağ gibi örülmüştür. Ama unutulmaması gerekli çok önemli bir nokta vardır. Her hukuk kuralı, daha üstündeki bir hukuk kuralından kaynaklanır. Kaynaktaki hukuk kuralında bulunmayan bir yetkiyi, daha alt kural içeremez. Böylece hukuk kuralları arasında bir hiyerarşi (alt-üst) ilişkisi vardır. Yönergeler yönetmeliklere, yönetmelikler tüzüklere, tüzükler kararnamelere, tüzük ve kararnameler de yasalara aykırı hiçbir hüküm taşıyamazlar. Öyle ise yasalardan çıkan ışık diğer hukuk kurallarını aydınlatır. Eğer bir hukuk kuralı, kaynaklandığı üst kurala aykırı ise onu uygulamamak gerektir. Uygulanırsa, o uygulama sonucu elde edilen sonuçlar yargı kararı ile geçersiz kılınır.
Bu uzun sayılabilecek "Giriş"in önemini şimdi anlayacaksınız. Ulus iradesinin yansıması olan "yasalar"ı yapan parlamento bu konuda özgür müdür? Öyle ya, madem ki egemenliğe sahip ulus o parlamentoyu kendisini temsil etmesi için görevlendirmiştir, bu durumda parlamento dilediği yasaları çıkartabilir diyebilir miyiz? Ayrıca, parlamento nasıl oluşup çalışacaktır; devlet güçleri nasıl bir uyuma bağlı olacaklardır? Bu konuları hangi makam düzenleyecektir?
Bu soruları yanıtlamak için "anayasa" kavramına geçmemiz gerektir. Devleti kuran, en üst bir hukuk kuralı vardır. Devlet bütün işlevlerini bu üst kurala göre ayarlamak zorundadır. İşte bu kurala "anayasa" denilir. Yasama, yürütme ve yargı güçleri nasıl oluşacaktır? Bunların yetkileri ve birbirleriyle ilişkileri nasıl düzenlenecektir? Yasalar yapılırken hangi temel ilkelere uygun davranılacaktır? Yurttaşların devlet karşısındaki hakları ve güvenceleri nelerdir? İşte, görüldüğü gibi, bu konuların düzenlemesi gerektir ki yasa ile başlayan hukuk kural arı hiyerarşisi işleyebilsin. Evet, anayasalarda bütün bu söylenilen konular düzenlenir. Nasıl bir tüzük yasaya aykırı olamazsa, yasa da anayasaya aykırı biçimde yapılamaz veya uygulanamaz.
Burada anayasa hukukunun karışık sorunlarını bir yana bırakıp, kısa bir açıklamada bulunalım: anayasayı devlet gücüne sahip olan veya olanlar yapar. Bir devlet yeni kuruluyorsa, bu takdirde, beliren "kurucu güç" ya kendisi anayasayı yapar ve uygulamaya koyar veya bu hakkını ulusa devreder. Başka bir deyişle, ulusun her kesiminden temsilcilerin toplandığı bir "kurucu meclis" oluşturulur. Bu meclis, anayasayı hazırlar ve kabul eder veya hazırladığı anayasayı halkın oyuna sunar. Böylece kabul edilen anayasa, artık o devletin dayandığı en üst hukuk kuralı olmuştur. Bundan sonra o devlet ve toplum anayasadaki ilke ve esaslara göre yönetilir. Eğer bir devlet mevcut anayasasını değiştirmek isterse, bunun nasıl yapılacağı yine anayasada yazılıdır. Ama o devlette yürürlükte olan anayasada değiştirilmesi istenilen yönde bir hüküm yoksa, bu takdirde, devlet gücü el değiştirmiş demektir. Bu durumda yeni bir anayasa yapmak için yine bir kurucu meclis oluşturulur.
Elbette, anayasayı yapan güçler kendilerine çeşitli düşünsel temelleri örnek veya model olarak alabilirler: Bir anayasa örneğin "din" esasına dayanabilir; yahut temelinde liberal düşünceye dayalı özgür insan modeli yatabilir; yahut devlet gücünü eline geçiren bir kişinin (diktatörün) isteği ve düşünceleri doğrultusunda hazırlanabilir. Bütün bunları anlatmak konumuzun dışına taşar. Ama şurasını belirtmekle giriş bölümünün bu bahsini kapatalım: Bizim anayasa olarak anladığımız üst hukuk kuralı ulusun kurucu ve yapıcı gücüne dayanan, bu nedenle egemenliği de ulusa ait sayan bir temel kuraldır. Ama bu temel kuralın dayandığı ve ulusun da uyması gereken ana ilke, "insan"ın yüceliği, onurudur; insanın özgür ve güvenlik içinde yaşamasını sağlamaktır. Böyle anayasalar istenen refah ve gelişmeyi sağlarlar. Bu tür anayasalara genel olarak "demokratik anayasalar" adı verilir.

Yüklə 2,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin