Atatürk İlkeleri ve İnklap Tarihi


Çok Partili Siyasal Yaşam ve 1924 Anayasası



Yüklə 2,15 Mb.
səhifə19/40
tarix29.10.2017
ölçüsü2,15 Mb.
#19570
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   40

Çok Partili Siyasal Yaşam ve 1924 Anayasası

1924 Anayasası, çok partili, çoğulcu bir demokratik yapının kurulmasına engel değildi. İkinci kitapta da göreceğimiz gibi, Türk Devrimi ile erişilmek istenilen en önemli amaçlardan biri gerçek anlamı ile çoğulcu demokrasiye geçmektir. Türk Devrimi'nin siyasal göstergesi olan 1924 Anayasası'nda bütün bu gelişmelere açık olanaklar vardı. Düşünce, söz, basın özgürlükleri tanınmıştı. Siyasal katılma sağlanmıştı. Siyasal Parti kurma hakkı vardı. Ancak bu hak dernek kurma özgürlüğü içinde kullanılıyordu.


Bu Anayasaya göre, bir önceki ünitede gördüğümüz Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Her bakımdan Gazi'nin devrimci düşüncelerine ters düşmüş olsa bile, büyük bir olasılıkla bu Parti yaşayıp demokratik düzen içindeki yerini alabilirdi, eğer Şeyh Sait Ayaklanması çıkmasaydı. Bu bunalım döneminden sonra 1930 yılında, bu kez Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşanın özendirmesiyle yeni bir parti daha kuruldu: Serbest Cumhuriyet Fırkası. Ama bu Parti içine de tepkici güçler dolunca ve Cumhuriyet ile demokrasinin en doğal koşulu olan laiklik ilkesi büyük tehlikeye uğrayınca kurucusu eliyle kapatıldı. Bundan sonra artık bir süre böyle bir denemeye girişilmedi. Demokrasinin gereği olan alt yapı henüz tamamlanamamıştı. Bu konuda gereken çalışmalar yapılırken, dünya yeni bir felaketin içine giriyordu. Atatürk'ün zamansız ölümü ve hemen ardından İkinci
Dünya Savaşının çıkması çoğulcu demokrasiye geçişi bir süre için dondurdu. Ama savaş bitince, iki ufak kesintiye rağmen bugüne kadar yaşayan çok partili sisteme de geçildi. 1945 yılında başlayan yeni çok partili yaşamın hukuksal ve siyasal temeli yine 1924 Anayasası idi. Bu Anayasa gerçi pek çok açık kapıya sahipti. Demokrasiye inançlı olmayanlar bu açık kapıların sağladığı imkanlardan yararlanabilirlerdi. Buna karşılık iyi niyetli bir uygulama ile demokratik yaşam bu Anayasa ile de sürdürülebilirdi; ama üzerinde bazı değişiklikler yapılması koşuluyla. Çünkü, bu açık kapılar iyi niyetli kişiler için de bir sapma noktası oluşturabilirdi. Nitekim 1945- 1950 yılları arasında Anayasanın bu eksiklikleri görüldü. Fakat iktidardaki çoğunluk partisi bu aksaklıkları gidermedi. 14 Mayıs 1950'de sözü geçen sakıncalardan yakınan Demokrat Parti iktidara geldi. Kansız bir siyasal ihtilal gerçekleşmiş, 1923 yılından beri siyasal iktidara sahip Cumhuriyet Halk Partisi olgun bir biçimde karşıcalık görevine geçmişti. Yeni iktidar partisinin Anayasayı değiştirecek çoğunluğu vardı. Ama istenilen yine olmadı. Anayasa değiştirilmedi. Açık kapıların verdiği imkanlar kullanılarak iktidarda kalmanın yolları arandı. Sonunda ülke büyük karışıklıklar içine yuvarlandı.
İkinci Dünya Savaşından sonra İnsan Hakları evrensel bir gelişme içine girmişti. Bir yandan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, diğer yandan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Her iki bildiriyi de kabul eden Türkiye Cumhuriyeti, Anayasasında bu hakların güvence altına alınması için gerekli önlemleri içeren değişiklikleri yapmamıştı. Bu değişiklikler, şu noktalarda toplanabilirdi: Siyasal iktidarın kişi özgürlüklerini kısma girişimlerini önleyecek hükümler koymak; İlk önce "özgürlüklerin sınırının yasa saptar" hükmünde, sınırlamanın aşağı ölçüsünü belirlemek ve bu ölçünün özgürlüğü ortadan kaldırmayacak derecede olmasını sağlamak; sosyal ve ekonomik hakları Anayasaya almak; insan haklarına ve Anayasa'ya aykırı yasalar çıkartılırsa bunları iptal edecek bağımsız bir organ kurmak; yargı gücünü her bakımdan güvence altına alıp tam bağımsız duruma getirmek... Anayasada bu değişikliklerin yapılması o kadar zor değildi. İyi niyetli bir çalışma ile bütün bu gereken hükümler konulabilirdi. Ama ne yazıktır ki bu yapılamadı. Siyasal iktidar seçim yitirmemek için özgürlükleri kısıtlamaya ve en vahimi yargı güvencesini ortadan kaldırmaya çalıştı. Bütün bu olanlar, sonunda bir askeri darbeye yol açtı. Kurulan "Milli Birlik Komitesi" 1924 Anayasası'nın TBMM'ye ilişkin hükümlerini kaldırdı ve ulus adına egemenliği geçici olarak kullandığını ilan etti. Milli Birlik Komitesi bir daha askeri bir müdahale olmaması için yeni ve iyi bir anayasa hazırlatmak istiyordu.

1961 Anayasası'nın Hazırlanması

Siyasette bazı gerçekleri kabul etmek gerektir. Sivil iktidarın başarısızlığı karşısında doğan boşluk, Silahlı Kuvvetlerimiz tarafından doldurulmuştur. Şimdi, "ulus adına" hareket ettiğini söyleyen Milli Birlik Komitesi, "kurucu güç" durumundadır.


Bu yeni kurucu güç, aslında bir an önce ulus egemenliğini tekrar kurmak istiyordu. Bu amaçla, yeni anayasayı hazırlamak üzere Türk tarihinde ilk kez bir "Kurucu Meclis" oluşturuldu. Bu Meclis iki kanatlı idi: Temsilciler Meclisi ve Milli Birlik Komitesi. Temsilciler Meclisinin yapısı demokratik sayılabilirdi. Kapatılan iktidar partisi dışında bütün siyasal partilerin, meslek kuruluşlarının, üniversitelerin seçtikleri üyeler bu Meclis'i oluşturuyordu. Temsilciler Meclisinde hazırlanan anayasa taslağı, Milli Birlik Komitesi'nde son biçimini aldı ve 9 Temmuz 1961'de halkoyuna sunularak kabul edildi.
Anayasa tarihimizde ilk kez bir kurucu meclis yoluyla anayasa hazırlanmış ve daha da önemlisi bu taslak halkoyuna sunularak meşrulaştırılmıştır. Böylece bir askeri darbe sonucu kabul edilen anayasa olma ithamı artık söz konusu değildir. Birinci Dönem TBMM'nin yaptığı 1921 Anayasası ile İkinci Dönem Meclisi’nin yaptığı 1924 Anayasası da o her iki dönem meclisi kuruculuk sıfatını taşıdıklarından belki o metinleri de yapılış biçimleri açısından 1961 Anayasası'na benzetebiliriz. Ama bu iki anayasada halk oyuna sunulma özelliği bulunmadığı gibi, TBMM aynı zamanda normal bir parlamento gibi de çalışıyordu.

1961 Anayasası'nın Yapısı

Bu Anayasa ile 1921 yılından beri süren bazı temel kurallar kalkmış, yeni bir anayasal düzen kurulmuştur. Kısaca özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir: Cumhuriyet ve kayıtsız şartsız ulus egemenliği aynen sürmektedir. Ancak ulus egemenliğini artık sadece TBMM kullanmamaktadır. Başka bir deyişle, ılımlı güçler ayrımı içinde oldukça sınırlı bir parlamenter sistem kurulmuştur. Yani parlamentonun kesin üstünlüğü sona ermiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin "insan haklarına dayalı" demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu da özellikle vurgulanmıştır.


Yasama gücü TBMM'ye aittir. Yeni TBMM iki kanattan oluşmaktadır: Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu. İkisinin toplu halde çalıştığı bazı özel durumlarda TBMM Genel Kurulu oluşmaktadır. Millet Meclisinin yetkileri daha fazladır. Cumhuriyet Senatosu ise yüksek öğrenim görmüş ve 40 yaşını bitirmiş kişilerden seçilmektedir. Ayrıca Cumhurbaşkanı 15 üye atamakta, darbeyi yapan Milli Birlik Komitesi üyeleri de doğal senatör olarak ömür boyu Cumhuriyet Senatosunda bulunacaklardır ki bunun ne kadar demokratik bir yol olduğu tartışılmıştır. Ancak yasama işlerinde son söz Millet Meclisinde olduğu gibi, hükümete güven oyu vermek, yahut güvensizlik ile düşürmek de sadece Millet Meclisinin yetkileri içindedir.

Yürütme gücü TBMM'nin içinden çıkar. Başbakan dışında, bakanlıklara TBMM üyesi olmayan kişilerin getirilmesi de mümkündür. Millet Meclisi'nin gensoru yoluyla güvensizlik oyu vermesi durumunda hükümet düşer. Ama buna karşılık, Cumhuriyetimizin anayasa tarihinde ilk kez cumhurbaşkanına Millet Meclisini dağıtma yetkisi verilmiştir (108. madde). Ancak cumhurbaşkanının bu yetkisini kullanabilmesi için hükümetlerin çok olağanüstü durumlarda kurulamaması gibi zor gerçekleşecek koşul ar vardı. Bu nedenle 1961 Anayasası'na göre cumhurbaşkanları, hükümet bunalımları durumunda bile, 108. Maddedeki koşullar oluşmadığı için Millet Meclisini hiç dağıtamamışlardı. Böylece diyebiliriz ki, 1961 Anayasası ile parlamenter sisteme doğru bir gidiş vardır.

Yargı gücü her bakımdan bağımsız bir duruma getirilmiştir. Yargıçların atanmaları, denetimleri, yine yargıçlardan oluşan bir kurula bırakılmaktadır. Bu kurul tamamen bağımsızdır. Böylesine güvence altına alınan yargı içinde bir de Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Bu yol a TBMM'nin Anayasaya aykırı yasalar çıkarması durumunda çeşitli yollarla yapılacak başvurular sonunda bu tür yasalar iptal edilebilmektedir.
Özgürlüklerin yasa ile sınırlandırılmasında bir ölçü getirilmiştir. İlk önce sınırlama nedenleri sayılmış, sonra sınırlamanın özgürlüğün özüne değinemeyeceği hükme bağlanmıştır. Ayrıca geniş bir ekonomik ve sosyal hak ve özgürlükler demeti de Anayasaya konulmuştur. Yine siyasal partiler demokratik yaşamanın vazgeçilmez ögeleri olarak kabul edilmiş, onlar eski anayasadaki dernek statüsünden alınıp, siyasetin gereklerine uygun düzenlemeler ve güvenceler ile ayrı denetim mekanizmalarına bağlı kılınmışlardır.
İlk kez tam anlamıyla sendikalaşma olanağı verilmiş; işçiye grev ve toplu sözleşme hakları tanınmıştır. Üniversiteler başta olmak üzere bazı kuruluşlar özerkleştirilmiştir. En önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti'nin temelini Atatürk Devriminin oluşturduğu vurgulanmış, belli başlı devrim yasalarının anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Tarihimizin en liberal ve gelişkin bu Anayasası, bu ünitede anlatılması çok uzun sürecek çeşitli toplumsal, siyasal ve ekonomik nedenlerle bir süre sonra iyi işleyemez duruma geldi.12 Mart 1971'de üstü örtülü bir askeri müdahale sonucu bu bozukluklara yol açtığı ileri sürülen bazı maddeler değiştirildi; ama huzursuzluklar artarak sürdü. 1970'li yılların sonuna gelindiği vakit, ülke her bakımdan müthiş bir karışıklık ve ağır bir bunalım içine düşmüştü. Bu durumda yeni bir askeri müdahalenin gelmesi kaçınılmaz olmuştu.12 Eylül 1980 müdahalesi ile 1961 Anayasası'nın uygulanması büyük ölçüde donduruldu. Ardından yeni bir anayasa yapılması hazırlıkları başladı. Böylece bugün de yürürlükte olan 1982 Anayasasına gelindi.
Gördüğünüz gibi 1924 Anayasası yanında, bu yeni metin pek çok değişiklikler içeriyor. Her iki anayasayı bu yönlerden karşılaştırınız.

1982 ANAYASASI



Anayasa'nın Hazırlanışı

12 Eylül 1980'de Türk Silahlı Kuvvetleri devletin yönetimine 27 Mayıs 1960'ta olduğu gibi el koyup, siyasal etkinliği durdurmuştu. Bu kez de yine askerlerden oluşan; ama daha az üyenin bulunduğu "Milli Güvenlik Konseyi" ulus adına yönetim hakkını kullanıyordu. 1961 Anayasası'nın pek çok hükümleri ya kaldırılmış veya askıya alınmıştı. Yine bir anayasa hazırlanmasına karar verildi. Tekrar bir kurucu meclis oluşturuldu.


Bu kurucu meclis de iki kanatlıydı: Danışma Meclisi ve Milli Güvenlik Konseyi. 1960 Anayasası'nı hazırlayan kurucu meclisin ilk kanadı "Temsilciler Meclisi" adını taşıyordu ve gerçekten Türkiye'deki bütün siyasal ve toplumsal kuruluşların kendi seçtikleri üyelerden oluştuğu için demokratik sayılabilecek bir yapısı vardı. Buna karşılık yeni kurucu meclisin ilk kanadı olan "Danışma Meclisi" tamamen Milli Güvenlik Kurulu'nun atadığı kişilerden oluşuyordu. Bir başka deyişle, Danışma Meclisi üyeleri, doğrudan doğruyu Silahlı Kuvvetlerin saptadığı kişilerdi.
Danışma Meclisince hazırlanan anayasa taslağı, yapılan görüşmelerden sonra Milli Güvenlik Konseyinden de geçti. Tıpkı 1961 Anayasası'nda olduğu gibi, bu metin de halkoyuna sunuldu. 7 Kasım 1982 tarihli halkoyuna yüzde doksanın üzerinde bir katılım oldu ve katılanların da yüzde doksanından fazlasının kabul oyu vermesiyle Anayasa kesinleşti ve yürürlüğe girdi. Temelindeki halkoyu oranı, 1961 Anayasası'ndan çok daha yüksek olan bu yeni metin, şu satırlar yazıldığı sırada yürürlüktedir.
Bugünkü anayasamız, 1876'dan beri kabul edilen beşinci anayasamız olmaktadır. Demek ki 106 yıl içinde tam beş anayasa görmüştür Türk toplumu.

1982 Anayasası'nın Temel Yapısı

Bugünkü anayasamız hazırlanırken, esas olarak 1961 metni alınmıştır. Ama bu metin çok önemli değişiklikler geçirerek, neredeyse tanınmayacak bir niteliğe bürünmüştür.

Genel esasları bakımından 1982 Anayasası, Cumhuriyet anayasalarının hepsindeki temel ilkeyi benimsemiştir: Ulusun kayıtsız şartsız egemenliğine dayanan, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinin kurulması ana amaçtır. Bu devletin temellerinde ATATÜRK ilkeleri yatmaktadır.
Anayasanın bu devrimci niteliği yanında pek çok hükümlerinin modern bir demokrasiyle bağdaşıp bağdaşamayacağı tartılmıştır ve tartışılmaktadır. Bu konuya bahsin sonunda değinmek üzere ilk önce Anayasa'nın temel yapısını çok kısa bir biçimde inceleyelim:

Yasama gücü TBMM'ce kullanılır. Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi tek meclis geleneğine dönülmüş, Cumhuriyet Senatosu kaldırılmıştır. TBMM yasama yetkisini kullanırken, Anayasa'ya aykırı davranışlar içine giremez.


Yürütme gücü Meclis'in içinden çıkar. Bu bakımdan 1961 Anayasası'nın kurduğu sistem korunmuştur. TBMM, hükümeti her zaman denetleyebilir ve düşürebilir. Buna karşılık yürütmenin başı olan cumhurbaşkanı, hükümet bunalımları karşısında yeniden seçimlere gidilmek üzere Meclis'i dağıtabilir. Bu yetkinin kullanılması 1961 Anayasası'na göre, daha gerçekçi esaslara bağlanmıştır: 45 gün içinde hükümet oluşturulamaz veya bu süre zarfında kurulan hükümetler güvenoyu alamazlarsa, cumhurbaşkanının Meclis'i dağıtıp yeniden seçimlere gitme yetkisi vardır.

Açıkça anlaşıldığına göre artık oldukça tam bir parlamenter sistemle karşı karşıyayız. 1982 Anayasası'nda bu açıdan 1961 düzenlemesine göre daha gerçekçi davranılmıştır.


Yargı gücüne gelince, demokratik bir parlamenter sistemin gereklerine uygun ve 1961 Anayasası'na koşut olarak, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi sağlanmıştır. Ancak, yargıçların özlük işlerini düzenleyen kurulun başkanlığına adalet bakanının getirilmesi, siyasal otoriteyi bir ölçüde de olsa, yargı işlerine karıştırıyor ki bu hüküm çok eleştirilmektedir. Anayasa Mahkemesi varlığını sürdürmektedir. Rejimin güvencesi olma işlevini gören Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçim biçimi biraz değiştirilmiş, görev alanı ise eskisine göre biraz daraltılmıştır. Yine cumhurbaşkanının tek imza ile yaptığı işlemlerle bazı başka yönetim işlerinin yargı denetimi dışında tutulması çok önemli bir sakıncadır.

Temel haklar ve özgürlükler konusu bu Anayasanın en tartışmalı bölümüdür. Çok geniş bir biçimde düzenlenen temel haklar ve özgürlükler bölümünde, oldukça kısıtlayıcı bir anlayış egemendir. İlk önce özgürlüklerin sınırlandırılmasının mümkün olduğu ve bunun ancak "yasa" ile yapılabileceği, yasanın "demokratik yaşamın gereklerine aykırı olamayacağı" belirtiliyor. Ama ardından hem bütün özgürlükler için geçerli sınırlama nedenleri ve sonra her özgürlük için ayrı ayrı öngörülen sınırlama nedenleri öylesine geniş tutulmaktadır ki "yasa"nın getireceği güvence son derece yetersiz kalmaktadır. Ayrıca özgürlüklerin kullanılmasının belli koşullar altında durdurulabilmesi de yürütme gücüne büyük imkanlar sağlamaktadır. Devletin temeli laikliğe dayanmaktadır. Bu esas Anayasanın temel hükümlerinde belirtiliyor. Ama din özgürlüğünü düzenleyen 24. maddede yer alan, din derslerinin ilk ve ortaokullarda zorunlu tutulması hükmünü bugüne kadar laiklik ilkesi ile bağdaştırabilecek bir hukuksal gerekçe bulunabilmiş değildir.

TÜRK ANAYASALARININ GETİRDİĞİ DÜZENLEMELERİN GENEL DEĞERLENDİRİLMESİ

1876 yılında, padişahın "kurucu" iradesine dayanılarak ilan edilen "Kanun-i Esasi'den" bugüne kadar gördüğümüz beş anayasa, sonuncusundaki bazı çok önemli ama düzeltilebilir aksaklıklar bir yana bırakılırsa, Türk çağdaşlaşmasının oldukça güzel ve yükselen bir çizgi üzerinde gittiğini gösteriyor:

1876 Anayasası'nda egemenlik padişaha aitti. Bu bakımdan anayasayı koyan, değiştiren, kaldıran ve elbette uygulayan güç, sadece padişahtı. Ama şurasını da söylemek yerinde olur ki bu Anayasa, özellikle 1909 yılında geçirdiği değişikliklerle, Osmanlı Devleti'nin genel yapısını aşan bir "parlamenter sistem" getirmişti. Meşruti monarşi içinde de anayasal rejimler olabilir. Osmanlı Anayasası 1909'dan itibaren demokratik bir yapıya büründü ise de çeşitli toplumsal ve siyasal etkenler bu yapının işlemesine imkan tanımadı.


1921 Anayasası ise ilk kez ulus temsilcilerince yapılan, bu açıdan tam bir demokratik anayasa sayılabilecek metindi. 1921 Anayasası'nı yapan Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendi eseri olan bu Anayasa ile egemenliğin kayıtsız şartsız Türk ulusuna ait olduğunu tanımakla, Türk tarihindeki en büyük siyasal devrimi gerçekleştiriyordu. İşin önemli yanı, 1921 Anayasası'nın bu ilkesi sözde kalmamış ve gerçekten uygulanmıştı. Bu ilke, günümüze kadar gelerek, artık kimsenin ciddi olarak tartışamayacağı kesin bir siyasal gerçek biçiminde her Türk'ün bilincine yerleşmiştir.
Bu Anayasa, "güçler birliği" esasını ve bundan doğan "meclis hükümeti sistemini" benimsemişti. Meclis üzerinde, ulustan başka hiçbir güç yoktu. Bu eksiklikler nedeniyle doğan boşluklar saltanat kaldırılıncaya kadar yürürlükte kaldığı ileri sürülen 1876 Anayasası'nın 1921 ilkelerine aykırı olmayan hükümleriyle doldurulmaya çalışıldı. 1921 Anayasası laik bir düzen kurmamıştı. Devlet dini üzerinde bir hükmü yoktu; ama 1876 Anayasası'nın bu konudaki yapısı, aynen benimsenmişti. Nitekim, Cumhuriyetin ilanını sağlayan değişiklik sırasında bu eksiklik de giderilerek devlet dini hakkında gereken madde eklenmiştir.
Halifeliğin de kaldırılması ile temelleri iyice değişen devletimizin yeni bir anayasaya ihtiyacı vardı. Bu amaçla, kuruculuk niteliğine dayanan İkinci Dönem TBMM 1924 Anayasasını yaptı. 1921 metninin esasları aynen benimsendi. Güçler Birliği esası korundu. Meclis üstünlüğü ilkesi tartışılmazdı. Sadece meclis hükümeti sisteminden vazgeçildi, başbakanın kurduğu kabine esasına geçildi. Ama Meclisin hükümet üzerindeki denetim gücü neredeyse sınırsızdı. Güçler birliği esasına uygun olarak yargı gücü de Meclis'e bağımlı sayılabilecek bir duruma getirilmişti. Temel haklar ve özgürlükler tanınmış olmakla birlikte, yapımı için hiçbir esasın konulmadığı yasalar yoluyla dilenildiği gibi sınırlanabilirdi.
1924 Anayasası, zaman zaman geçirdiği değişikliklerle, ilk önce laiklik ilkesini, sonra kadınların siyasal katılma haklarını tanıyarak, Türk Devrimi'nin gelişmesinin bir aynası olmuştur. 1937 yılındaki değişiklik ile de Cumhuriyet'in bugüne kadar dokunulamaz ilkeleri temel siyasal dayanaklar olarak Anayasadaki yerini aldı. 1924 Anayasası gerçi "güçlü meclis" ilkesini getirmişti. Kuramsal olarak amaç, hükümetin her bakımdan ulus iradesinin temsilcisi olan TBMM'nin kesin denetiminde bulunmasıydı. Ama siyasal gerçekler karşısında bu esasın tam tersine döndüğünü de belirtmek gerektir: 1924 Anayasası, çok güçlü Önder'in başkanlığındaki bir siyasal partinin çoğunlukta bulunduğu parlamento tarafından yapıldı. O parti çoğunluğunu Önder'den sonra yerine geçen ikinci güçlü adam (İsmet İnönü) yönetti. Başka bir deyişle, Anayasa'nın kurduğu rejim, iktidarda olan güçlü partinin önderine ve O'nun kadrosuna yönetim üstünlüğü tanıyordu. Bu bakımdan tek partinin özel iklerine uygun olarak güçlü hükümetler, Meclis'e yön verebilmişlerdi. Bu durum 1945 yılında çok partili yaşama geçince de sürdü. Hükümetin üstünlük kurduğu Meclis'in tasarruflarını denetleyecek hiçbir organ bulunmadığı için, 1950-1960 yılları arasında, karşıcalık partilerine rağmen, Meclis'te ezici çoğunluğa sahip yeni iktidar partisinin önder kadrosu dilediği her türlü yasayı çıkartabilmiş, hükümetini Meclis denetimi dışında tutmuştur. Zira unutulmasın ki, hükümet başkanı, aynı zamanda iktidar partisinin başkanıydı. İşte bu dengesizliklerin yarattığı siyasal huzursuzluklar, 27 Mayıs 1960 hareketini getirdi. Şimdi moda olan görüşlere göre, her çevre bu hareketi kınıyor. Ama eğer dönemin iktidar partisi örneğin yargıyı baskı altında tutmasaydı, anayasada gerekli demokratik değişiklikleri yapsaydı, karşıcalık partileri ile bütün ileri demokrasilerde olan bir uzlaşma zemini kurabilseydi, acaba 27 Mayıs hareketine cesaret edilebilir miydi?
Siyasal ve toplumsal gerçekler ile anayasaların her zaman uyum içinde bulunamayacağını, 1961 Anayasası bir kez daha kanıtlamıştır. Bu Anayasa, 1920'den beri Türk Devleti'nin temel siyasal yapısını oluşturan güçler birliği ilkesine son vermiştir. TBMM'nin yanında ulus adına egemenlik hakkını kul anacak başka bir organ, tam bağımsız yargı, oluşturulmuştur. Kullanılması hemen hemen hiç mümkün olamasa bile cumhurbaşkanına Millet Meclisi'ni dağıtma yetkisi tanınarak parlamenter sisteme bir geçiş açılmıştır. En önemli yenilikler ise, yasaların anayasaya aykırı olması durumunda onları iptal edebilecek Anayasa Mahkemesinin kurulması ve temel hak ve özgürlüklere gereken yerin verilmesi, onlara yeterli güvencelerin sağlanmasıdır.
Görülüyor ki, 1961 Anayasası, "demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti" kurmuş ve bunu Atatürk ilkeleri ile onların en başında gelen ulus egemenliğine dayandırmıştır. Öyle ise, temel aynı kalmış, devletin niteliği daha düzelmiş, en önemlisi yurttaşa devlet karşısında daha fazla haklar tanınmıştır.

Ama toplumda demokrasi kültürünün eksikliği, hoşgörüsüzlük, ekonomik sıkıntılar, siyasal partilerin tek parti döneminden kalan alışkanlıkları nedeniyle sürekli iktidarda bulunmak istekleri gibi nedenler, 1961 Anayasası ile kurulan sistemin tam olarak çalışmasını önledi. Yine de 1961-1980 yılları arasında özel ikle bağımsız yargının işleyişi ile pek çok bunalım atlatılmıştır. Ama yargının tek başına bütün bunalımları atlatma gücü yoktur. O sadece adaleti sağlar, sonra söz yine siyasetçilere kalır. O zaman da yukarıda söylenilen aksaklıklar nükseder. Gerçekten böyle olmuş ve toplum 1980 müdahalesinin yerinde bulunacağı bir ortama sürüklenmiştir. Böylece 1982 Anayasası dönemine geçildi.


Halen, bazı önemli değişiklikler geçirerek uygulanan bu Anayasa'nın aksak yanlarını anlatmıştık. Ama dikkat edilmesi gerekli bir nokta, bu Anayasada da ulusal egemenliğe dayalı, Atatürk ilkelerini temel alan devlet modelinin inkar edilmez biçimde yaşadığıdır. Hükümet sistemi olarak parlamenter rejim daha da güçlü bir biçimde benimsendi. Öyle ise Türk Devrimi'nin anayasal bakımdan geçirdiği değişiklik, ulus egemenliği ve cumhuriyet rejimi üzerinde tek partiden çoğulcu rejime geçiş ve güçler birliğinin yerini giderek parlamenter sisteme bırakmasıdır. Bu durumda Türk siyaset yaşamında oldukça zengin bir anayasal birikimin bulunduğunu belirtmeliyiz.

Türkiye Cumhuriyeti'nin İç Siyaseti (1923-1995) -14

GİRİŞ

"Siyaset" en basit anlamıyla "bir amaca ulaşmak için izlenen yol, yöntem demektir."Bir devletin siyaseti" ise bize, o devletteki yetkili ve sorumlu organlarca, uzun veya kısa sürede gerçekleşmesi istenen amaçları ve onlara ulaşmak için izlenen yolları anlatır. Her devletin, varlığını sürdürmesi, toplumun gelişmesi ve refahı, güvenliği için kendine göre gerçekleştirilmesinde zorunluluk gördüğü amaçlar, hedefler vardır. Bunların seçimi de siyasetin bir bölümüdür. Zira, amaç belli olunca, onu gerçekleştirecek yollar da belirginleşir. Böylece, amacın belirtilmesi ve ona doğru yürünmesi, bir devletin siyasetini oluşturur. Devlet yaşayışında bazen, günlük hemen giderilmesi gereken ihtiyaçlar, siyasetin önemli bir bölümünü oluşturabilir. Ama bir devletin süreklilik, refah ve güvenlik için, ülkü olarak düşündüğü ve gerçekleşmeleri oranında doyurucu saydığı temel amaçları da vardır. O devletin yapısına egemen olan bu amaçlara yönelik ilkelerin yaşatılması ve geliştirilmesi başta gelen esastır. Böylece, her devletin ayrıca sürekli, kalıcı, temel siyaseti de bulunmaktadır.


Devlet organları, ülkenin içinde ayrı, dışında ayrı ilkelere dayanan siyasetler izleyebilirler. Dış siyaset belli bir ölçüde içerideki siyasal gelişmelere bağlı ise de, devletlerarası düzenin değişik olması, başka geleneklere göre gelişmesi, her devletin iç ve dış siyasetini belli ölçülerde farklı kılabilir. Bu nedenledir ki, iç ve dış siyaset olayları ayrı ayrı incelenip tartışılır. Ancak bundan sonra, elde edilecek sonuçlara göre devletin siyaseti toptan değerlendirilir.
Biraz yukarıda, nitelikleri gereği iç ve dış siyaset birbirinden ayrılabilir demiştik. Ancak iç ve dış siyasetin mümkün olduğu kadar aynı paraleli çizmesi en iyi biçimdir. Böyle bir paralel ik devletin başındaki yöneticileri ferahlatır; işlerini de kolaylaştırır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürk tarafından çizilen ve bugüne kadar süren temel siyasal amacı tektir: Barış. Hem yurdun içinde, hem de yurdun dışında barış ve düzen istemek, bu doğrultuda çalışmak.
Temel hedef böylece belirlenince, barışa erişmek için içeride ve dışarıda izlenecek yollar, yani barışa erişme siyasetinin niteliğini araştırmak gereklidir. Atatürk'e göre iç barış, cumhuriyet, eşitlik, çağdaşlaşma gibi esaslı ülkülerin gerçekleştirilmesiyle sağlanır. Önümüzdeki yıl Atatürk ilkeleri adı altında gözden geçireceğimiz bu hedeflere doğru yüründükçe, iç barışın en sağlam biçimde kurulduğu görülür.
Dış barış ise ulusun çıkarları toptan tehlikeye düşmedikçe silahlı çatışmaya girmemek, dünya üzerindeki türlü çekişmelerin görüşmelerle, karşılıklı anlayış çabalarıyla giderilmesini temel olarak benimsemektir.
İşte Atatürk döneminde iç ve dış siyasetin temelleri böylece atılmıştır. İçerideki zorluklarla, bütün ulusun desteği ve fedakarlığı ile başa çıkılmış; cumhuriyetin yerleşmesi için kararlı adımlar atılmış; dışarıdaki çekişmeler ise hep barış yolu ile ve çok başarılı olarak çözülmüştür. O'nun ölümünden sonra da aynı yol izlendi. Böylece bu son iki ünitede, Türkiye Cumhuriyeti'nin iç ve dış siyasetini kısaca gözden geçireceğiz. Bu incelemeyi de iç siyaset için 1930'dan öncesi ve sonrası olarak iki dönemde yapacağız. Bunun nedenleri vardır: 1930 yılı iç siyaset bakımından önemlidir. O yıl Atatürk, çok partili demokratik hayata geçmek için bir deneme yapmıştır. Bu deneme, sonuçları bakımından önemlidir. Kısa süren çok partili hayat, aynı yıl tek partili düzenin biraz daha değişik biçimde tekrar gelmesini gerektirdi. Yine, bildiğiniz gibi, 1930'dan sonra iktisat siyasetinde de önemli değişiklikler oldu. Bu bakımdan sözü geçen yıl, bir yeni dönemin başını göstermektedir. Daha sonra da 1930-1938 yılları arasını gözden geçireceğiz. Atatürk'ün ölümünden bugünlere kadar geçen gelişmeleri de özet olarak sizlere sunmak istiyoruz.

ATATÜRK'ÜN ÖLÜMÜNE KADAR TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN İÇ SİYASETİ



Yüklə 2,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin