Ahmed Yesevî’ye nisbet edilen Yesevilik Tarikatı, Anadolu’da Nakşibendilik ve Bektaşilik tarikatları vasıtasıyla tanınmış ve yayılmıştır. Hacı Bektaş’ın, Yesevî’nin görüşlerini benimseyen birisi olduğu ve onun duası üzerine Anadolu’ya geldiği ifade edilmektedir.66 Bunun dışında başka halifelerin de Anadolu’ya geldiği bilinmektedir. Niyazâbâd’da Avşar Baba, Merzifon’da Pîr Dede, Karadeniz kenarında Akyazılı, Adatepe’de Kıdemli Baba Sultan, Bursa’da Geyikli Baba ve Abdal Musa; Unkapanı’nda Horos Dede67 gibi halifeler de bu bölgede hizmet etmişler ve Anadolu’nun Müslümanlaşmasına katkıda bulunmuşlardır.
Yesevilik, Türkler arasında kurulan ilk tarikat olma özelliği bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Ahmed Yesevî’nin görüşleri, yazmış olduğu Divan-ı Hikmet adlı eser vasıtasıyla yayılmıştır. Bu eser, Türk edebiyatının ve tasavvufunun en önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilmektedir.68
Ahmed Yesevî’nin görüşleri Hacı Bektaş Veli yoluyla Yunus Emre’ye ve böylece bütün Anadolu’ya yayılmış olmaktadır. Hatta bazı araştırmalarda Yeseviliğin, Anadolu’ya Hacı Bektaş vasıtasıyla getirildiği ve bu bölgedeki en önemli Yesevî dervişlerinden ikisi Hacı Bektaş Veli ile Sarı Saltuk olduğu belirtilmiştir.69
Sonuç
Anadolu’nun kapıları Müslüman Türklere açıldıktan sonra İslam dünyasının çeşitli bölgelerinden (Ortadoğu, İran, İspanya, Kuzey Afrika, özellikle de Orta Asya) buraya çok sayıda âlim ve derviş akını olmuştur. Bunlar kazanmış oldukları birikimleriyle Anadolu’ya gelmişler, burada bulunan halka İslâmiyet’i anlatmışlardır. Bunlardan kimisi geldiği bölgenin özelliklerini, kimisi daha önce bölgede hakim olan dinlerin etkisi, kimisi de mensup olduğu mezhep veya tarikatın etkisinde kalarak kazanmış olduğu görüşlerini yaymışlardır. Böylece Anadolu’da değişik tonlardan meydana gelen bir İslâmiyet mozaiği oluşmuştur. Bu mozaik içinde daha önce kurulan bazı tarikatlar varlığını devam ettirmiş, bazısı diğer tarikatlar içinde erimiş, bir taraftan da yeni oluşumlar meydana gelmiştir. Bunlar Anadolu’da devlet yönetiminin ve halkın düşüncelerini belli derecelerde etkilemişlerdir. Bu etki daha sonra burada kurulan “Anadolu Beylikleri” ve “Osmanlı Devleti” ile günümüze kadar devam etmiştir.
Özellikle Anadolu Selçukluları zamanında kurulan Mevlevilik ve Bektaşilik gibi tarikatlar, bu sahada daha sonra kurulacak olan Beylikler ve Osmanlı Devleti’nin fikir dünyasına önemli derecede etki etmişlerdir. Osmanlı Devleti’ndeki Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşilik Tarikatı’yla irtibatlandırılması bu önemi artırmaktadır. Ayrıca Mevlevilik de özellikle saray çevresinde ilgi gören bir tarikat olmuş ve bu ilgi günümüze kadar devam etmiştir. İbn Arabî tarafında temelleri oluşturulan “vahdet-i vücud” felsefesi de daha sonraki dönemlerde söz konusu bölgede etkili olmuş ve Orhan Gazi tarafından kurulan medresenin ilk müderrisi Davud-ı Kayserî bu felsefenin bir temsilcisi olarak yetişmiştir. Aynı şekilde Osmanlı’nın kuruluş aşamasında birer gazi olarak savaşan Abdal Musa, Abdal Murad ve Geyikli Baba gibi dervişler de Anadolu Selçukluları zamanında oluşan tasavvufî düşüncenin birer dervişidir. Ahilik de bu dönemde kurulmuş ve Osmanlı’ya bir esnaf örgütü olarak miras kalmıştır.
1 Çev. M. Nuri Gencosman, Ankara, 1941; Tıpkıbasım, A. Sadık Erzi, Ankara 1957; Hazırlayan: Mürsel Öztürk 2 cilt, Ankara 2000.
2 Çev. Ahmet Ateş, 2 cilt, Ankara 1999.
3 Selçukî Devletleri Tarihi çev. M. Nuri Gencosman, Ank. 1943; Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2000.
4 Müellifi belli olmayan bu eser, Feridun Nafiz Uzluk tarafından Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi, adıyla yayınlanmıştır. Ankara 1952.
5 Neşr. M. Fuad Köprülü, Belleten, (1943), c. VII, Sayı: 25-27, s. 457-521.
6 Konu ile ilgili olarak M Fuad Köprülü’nün şu makalesi önemlidir: “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakaları”, Belleten, (1943), c. VII, Sayı: 25-27, s. 379-521.
7 Abdullah b. Mübarek, Kitabu’z-Zühd ve’r-Rekaik, Çev. Adil Teymur, İst. 1992.
8 Ali b. Osman Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul 1982, s. 283 vd.
9 Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bilgisi), haz. Süleyman Uludağ, İst. 1982.
10 Sülemi, Tabakatu’s-Sûfiyye, tahkik: Nureddin Şeribe, Kahire 1406/1986.
11 Herevî, Menazilu’s-Sâirin, Kahire, 1386/1966.
12 Muhasibî, er-Riâye, çev. Şahin Filiz-Hülya Küçük, İst. 1998.
13 Serrâc, el-Luma İslâm Tasavvufu, çev. H. Kâmil Yılmaz, İst. 1996.
14 Ebu Talib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, Tercüme: Muharrem Tan, 4 cilt, İst. 1999.
15 Kelabâzî, Taarruf Doğuş Devrinde Tasavvuf, çev. Süleyman Uludağ, İst. 1979.
16 Ocak, Ahmet Yaşar, Babaîler İsyanı, 2. baskı, İstanbul 1996, s. 62.
17 Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 202-204, a. mlf. “Anadolu’da İslamiyet”, Dâru’l-Fünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Sayı: IV, (1338), s. 294.
18 Aşıkpaşazâde, Âşıkpaşazâde Tarihi, neşr. Âli Bey, İstanbul 1332, s. 205.
19 Ocak, Ahmet Yaşar, “Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, XII, (1978, s. 254.
20 Bayram, Mikail, Şeyh Evhadü’d-din Hâmid el-Kirmânî ve Evhadiyye Tarikatı, Konya 1993, s. 30.
21 Bayram, age, s. 37.
22 Evhadeddin Kirmanî’nin müritleri için bk.: Bayram, a.g.e, s. 85-114. Evhadeddin Kirmânî’nin Rubaîler adlı eseri yayınlanmıştır. Mehmed Kanar, İstanbul 1999.
23 Bayram, Mikail, Bâcıyân-ı Rûm, Konya 1987, s. 17-33.
24 Bayram, Şeyh Evhadü’d-din Hâmid el-Kirmânî ve Evhadiyye Tarikatı, s. 31.
25 Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993, s. 392; Okuyan, Mehmet, Necmuddîn Dâye ve Tasavvufî Tefsiri; İstanbul 2001, s. 68.
26 İbn Bibi, El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk Name), çeviren: Mürsel Öztürk, Ankara 1996, I, 253.
27 Severcan, Şefaattin, Necmeddin Daye’nin Siyasetnamesi, Kayseri, 1995, s. 11. Bu çalışma Necmeddin Daye’nin müstakil bir eseri olmayıp, onun Mirsadü’l-İbad adlı kitabının bir bölümünün çevirisidir.
28 Bu eserin nüshaları için bk. Okuyan, age, s. 84.
29 Necmeddin-i Kübra’nın Fevihu’l-Cemal ile Risale ile’’l-Hâim adlı eseri Mustafa Kara tarafından tercüme edilerek Usûlu’l-Aşere Şerhi ile birlikte basılmıştır. Tasavvufî Hayat, İst. 1980.
30 Kılıç, M. Erol, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA, XX, 494.
31 Kılıç, M. Erol, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri, Marmara Ün. Sos. Bil. Ens. basılmamış doktora tezi, İst. 1995, s. 56.
32 Muhyiddin İbn Arabî, Futuhat-ı Mekkiyye, Beyrut, tarihsiz, c. IV, s. 547-548; Kerîmüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2000, s. 264.
33 Yılmaz, H. Kâmil, Tasavvufî Hadîs Şerhleri ve Konevî’nin Kırk Hadîs Şerhi, İst. 1990, s. 112.
34 Abdurrahman Câmi, Nefehâtü’l-Üns, terc.: Lamiî Çelebi, İst. 1993, s. 634; Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 203.
35 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 320.
36 Ebu Hafs Şihabüddin Ömer es-Suhreverdî, Avarifu’l-Meârif Tasavvufun Esasları, (Giriş) haz. H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul 1990, s. XVIII.
37 İbn Bibi, a.g.e, I, 252.
38 Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İst. 1989, I, 400; Lamiî Çelebi, Nefahat Tercümesi, s. 672; Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 202; Ocak, A. Yaşar, “Zaviyeler”, VD, XII, s. 255.
39 Ocak, A. Yaşar, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik: Kalenderiler, Ankara, 1992, s. 82.
40 Fahrüddin Irakî, Lemâat Parıltılar, çeviren: Saffet Yetkin, İstanbul 1992, s. II; Bilgin, Orhan, “Fahreddin-i Irakî”, DİA, XII, 86.
41 Turan, Osman, “Selçuk Türkiyesi Din Tarihine Dair Bir Kaynak: Fustât ul-adâle fî kavâid is-saltana”, Fuad Köprülü Armağanı, İstanbul 1953, s. 541.
42 Ocak, Kalenderiler, s. 63.
43 Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Anadolu’da İslamiyet”, Dâru’l-Fünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Sayı: 4, 1338, s. 299.
44 Mevlânâ’nın hayatı ve eserleri konusunda en önemli çalışmalar Abdülbaki Gölpınarlı’ya aittir. Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlânâ Celâleddin, İst. 1985.
45 Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, İst. 1983, s. 245.
46 Gölpınarlı, age, s. 333.
47 Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, s. 332; Ayrıca bk. Eflâki, Menakıbu’l-Ârifin.
48 Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Anadolu’da İslâmiyet”, s. 302.
49 Ocak, age, s. 95.
50 Ocak, age, s. 133 vd.
51 Ocak, age, s. 163.
52 Ocak, Babaîler İsyanı, s. 167.
53 Gölpınarlı, Abdülbâki, Vilâyetname Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, İst. 1990.
54 Neşr. Esad Coşan, Ankara 1986.
55 Mélikoff, İréne, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, İst. 1999, s. 116.
56 Ocak, Ahmet, Yaşar, “Hacı Bektâş-ı Velî”, DİA, XIV, 458; Birge, John Kingsley, The Bektashi Order Of Dervises, London 1965, s. 33.
57 Mélikoff, age, s. 74.
58 Geniş bilgi için bk. Çağatay, Neşet, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1989.
59 Bayram, Şeyh Evhadü’d-din Hâmid el-Kirmânî ve Evhadiyye Tarikatı, s. 30.
60 XIV. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’yu gezen İbn Batuta, gittiği her yerde Ahi zaviyelerinde misafir olarak kalmış ve bu zaviyeler hakkında bilgi vermiştir. Seyehatname-i İbn Batuta, tec. Mehmed Şerif, 2 cilt, İst. 1333.
61 Bayram, Mikâil, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatı’nın Kuruluşu, Konya 1991; Kazıcı, Ziya, “Ahilik”, DİA, I, 542.
62 Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu, çev. Erol Üyepazarcı, İst. 2000, s. 315.
63 Erdoğdu, M. Akif, “Anadolu’da Ahiler ve Ahi Zaviyeleri”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, İzmir (2000), Sayı: IV, s. 38.
64 Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 265.
65 Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Anadolu’da İslamiyet”, s. 296.
66 Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 112; Hacı Bektaş-ı Veli, Vilâyet-nâme, s. 10.
67 Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 46.
68 Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, haz. Hayati Bice, Ankara 1993; Ahmed-i Yesevî, Divan-ı Hikmet Seçmeler, haz. Kemal Eraslan, Ankara 1993.
69 Kurnaz, Cemâl-Tatcı, Mustafa, Yesevîlik Bilgisi, Ankara 2000, s. 286. Bu kitap; Ahmed Yesevî, Yesevilik tarikatın Anadolu’da yayılışını ve tasavvuf düşüncesine etkisini anlatan yazıları içermektedir.
Hacı Bektaş Veli’nin Makâlâtına Göre İnsan ve Toplum Hayatı
PROF. DR. MEHMET ŞEKER
Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi / Türkiye
ekizinci yüzyılda Nişâbur’da dünyaya gelip, daha sonra Anadolu’ya göç eden Hacı Bektaş, Sulucakarahöyük’de (bugünkü Hacıbektaş) Hakk’a yürümüştür. Anadolu’ya gelen Horasan erenlerinden sayılan Hacı Bektaş Velî şeyhinin dergâhında üç yıl hizmet ettikten sonra, şeyhinden emânetleri ve icâzâtını alır. Şeyhinin; “Müjde olsun ki Kutbu’l-aktâblık senindir; kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye dek bizimdi, bundan sonra senindir. Biz bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz, âhirete gideriz. Var, seni Rûm (Anadolu)’a saldık, Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik, Rûm abdallarına (Anadolu Abdalları) seni baş yaptık”1 demesi üzerine Hacı Bektaş, Anadolu’ya gelmek için yola çıkar.
Hacı Bektaş’ın Amasya, Kırşehir, Kayseri ve Sivas’dan Karacahöyük’e gelip yerleştiği tarihçiler tarafından da kaydedilmiş bulunmaktadır.2 Mezarının Karacahöyük’te (Hacıbektaş) olduğu bilinmektedir.
Öğrenimini ve mânevî eğitimini Horasan dolaylarında, bir bakıma Yesevî okulu çevresinde tamamladığı kabul edilen Hacı Bektaş, Moğolların saldırıları ve istilâları üzerine muhtemelen kırk yaşlarında iken Anadolu’ya gelmiştir. Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Lokman Perende’nin yanında manevî eğitimini ikmâl etmiştir. Bu yolla Yesevîliğe intisap etmiş olan Hacı Bektaş, kendisi gibi Anadolu’ya gelmiş olan Horasan Erenlerinden biri olmuştur. Bu bakımdan Yesevîliği Anadolu’ya getiren erenler arasında Hacı Bektaş’ın velâyet mertebesine yükselmiş ve “Hacı Bektaş Velî” olarak anılan önemli bir mevkiye sâhip olduğu kabul edilmektedir.3
Hacı Bektaş’ın Sulucakarahöyük’e yerleştikten sonra, çevresinde bir çok insanın toplandığı ve onların eğitimi ile meşgul olduğu özellikle menkıbelerde yer alan rivâyetlerden anlaşılmaktadır. Nitekim Hacı Bektaş’ın hayâtı menkıbe ve kerâmetleri, Bektaşîlerin “Velâyetnâme” adını verdikleri kitapta anlatılır. Velâyetnâme, bektaşî geleneğinin nasıl kurulup geliştiğini, inanç ve ahlâk esaslarının ne olduğunu, Hacı Bektaş’a dâir rivâyetleri, kerâmet hikâyelerini anlatan destânî bir eserdir. Tarihî kaynak olarak ancak sıkı bir süzgeçten geçirilerek yararlanılabilecek olan bu menkıbeler, tarihî olayları gerçek yönleriyle karışık bir biçimde bir destan havasında anlattıkları için ciddî bir tenkide ihtiyaç göstermektedirler.
Kaynakların verdiği bilgilere göre, Hacı Bektaş, Osmanlı Devleti’nin askeri gücü olan yeniçeri ocağının pîri sayılmıştır. Bektaşîlik de Osmanlı sınırlarının ulaştığı her tarafa yayılmıştır. Mensupları, Hacı Bektaş’ı kerâmet sâhibi bir velî olarak kabul ederler. Şiî-Bektaşî zümreleri dışındakiler de; genellikle, adını saygı ile ve adının sonuna “velî” sıfatı getirerek anarlar. Asıl faâliyet alanı Anadolu’da yerleşmiş olan Türkmenlerin arası olan Hacı Bektaş Velî ile Bektaşîler, daha sonra yeniçeriler arasında ve devletin Avrupa topraklarında bile değişik zümreler arasında taraftarlar bulmuşlardır.
Hacı Bektaş şifâhî kültürümüzün temsilcisi olduğu kadar, aynı zamanda yazılı kültürümüze de kaynaklık eden eserler bırakmıştır. Nitekim, Fuad Köprülü, “Anadolu’da İslâmiyet” adlı makâlesinde Hacı Bektaş Velî’nin bir Fâtiha Tefsiri, bir Makâlât’ı, bir de Farisî bir eseri olduğunu nakletmektedir.4
Ancak, daha sonra bu konuda çalışan araştırıcılar Hacı Bektaş’a âit başka eserlerin de bulunduğunu tesbit etmişlerdir. “Kitâbu’l-Fevâ’id, Şathiyye, Hacı Bektaş’ın Nasihatleri, Besmele Şerhi” ve diğerleri bunlardandır.5
Hacı Bektaş’ın inanç ilkelerini, fikirlerini açıklayan ve onun şahsiyetini tanımamıza kaynaklık eden Makâlât’ın aslı arapça olduğu, ancak daha sonra Türkçeye çev
rildiği bilinmektedir. Velâyetnâme’de “Said Emre’nin Makâlât’ı Türkçe’ye çevirdiği” bildirilmektedir. Oldukça zengin bir nüsha özelliğine sâhip olan bu eserin manzum ve mensur birçok nüshaları bulunmaktadır. Bu nüshalardan yola çıkarak Makâlât’ın edisyon kritikli neşrini yapan Prof. Dr. Esad Coşan’ın yayınını esas alan Hüseyin Özbay bu eseri sâdeleştirmiştir.6
Biz de bu son sâdeleştirilmiş yayından yararlanarak Makâlât’a göre insan anlayışını tesbit etmeye çalışacağız. Ayrıca, Makâlât’taki bilgilerden yola çıkarak XIII. yüzyılda Anadolu’da kullanılan araç, gereç ve kıyâfetler ile toplum hayatı hakkındaki kavramları ve müesseseleri tanımaya çalışacağız.
I. Makâlât’a Göre İnsan
Hacı Bektaş Velî’nin hacimce en geniş ve muhtevası bakımından da çok önem arzeden Makâlât’ı Türk-İslâm düşünce tarihi bakımından da üzerinde durulması gereken önemli bir eserdir. Eser baştan sona dikkatle gözden geçirildiğinde insanın manevî terbiyesinin nasıl mümkün olacağının yolunu gösterdiği görülür.
Nitekim Hacı Bektaş Velî, Makâlât’ta “Şeriat”, “Tarikat”, “Marifet” ve “Hakikat”’ın makamları üzerinde durur. İslâmiyetin inanç esaslarını Türkler’in anlayabileceği bir biçimde yorumlar. Onun düşünceleri Kur’ân âyetleri ve Hz. Muhammed’in hadisleri ile yoğrulmaktadır. Bunu yaparken insana, önce kendini tanıması için kendi nefsinden, üzerinde yaşadığı ve tanıdığı dünyadan örnekler verir.
1. İnsanın Yaratılışı
Makâlât’ın onuncu bölümünde; “Bu bölüm Âdem’in sıfatını beyan eder” başlığı altında, “Biz Âdem’in zürriyetinden yayıldık” denildikten sonra, Âdem’in yaratılış hikâyesine yer verilmektedir. Âdem’in dünya coğrafyasının muhtelif toprağından şekillendiği ifâde edildikten sonra nurla donandığı belirtilmektedir. Kur’ân’daki yaratılışı anlatan âyetleri yorumlayarak Hz. Âdem’in canlanışı hikâye edilmektedir. “Gör ki, Çalap insanları nice hilatlarda süsledi, nice ululuk ve mertebelere eriştirdi, nice nur ile bezedi.”7
Âdem’in yaratılışından sonra Havva ile eş olması sonucunda bütün insanların bunlardan çoğaldığı belirtilmektedir. Bu arada; Kur’ân âyetlerine dayanılarak insanın yaratılış safhası ile bir insanın doğumdan önceki oluşumu da anlatılmaktadır. İnsanın oluşumu tamamlandıktan sonra, “Çalap Tanrı, canla akılı da vererek, o kulu” tamamlar. “Fakat burada üç mânâ var. Bu üç mânâ kimde varsa onun aklı tamdır; kimde yoksa onun aklı yoktur ve de canı uyur. Bu üç mânâ kula ait bir husûsiyettir. Bunlar, birincisi, kendini bilmek; ikincisi, huzurda olmak, üçüncüsü de kabri mekân kılmaktır. Bu dediklerim devletli kişilere hastır. Bu mânâda devlet; edeb, akıl ve güzel ahlâktır. Bu üç nesneye sâhip kimseler çok talihli ve ulu kişilerdir”.8
Bir başka bölümde; can üç türlü ele alınmaktadır. “Birinci cana cismâni ruhtur denir ki; teni diri kılar, diken battığını ve kıl çekildiğini duyar. İkinci cana meâş rûhu, yaşama ruhu denir. Yer, içer; acıkır ve susar. Üçüncü cana rûh-i reân (yürüyen, akan ruh) denir ki ten uyuyunca uyanır”.9
Makâlât’a göre insan toprak, su, ateş ve yelden (hava, rüzgâr) müteşekkil dört unsurdan mürekkep olarak yaratılmıştır. Bu dört unsur, dört bölük insanla karşılaştırılır:
“Birinci bölük; âbidlerdir. Bunlar şeriat kavmidür ve asılları yeldendir. Yel hem şifâ verici hem de kuvvettir; bu sebeple bunlar da gece gündüz Hakk’ın ibâdetinden ayrılmazlar. Yel esmeyince ekinler samanından ayrılmaz, bütün âlem kokudan helâk olurdu”.10
“İkinci bölük; zâhidlerdir. Bunların aslı ateştendir ve bunlar tarikat taifesidir. Bu sebeple gece gündüz yanmaları, kendilerini yakmaları lâzımdır”.11
“Üçüncü bölük, âriflerdir. Bunların aslı sudandır ve bunlar marifet taifesidir. Su hem kendisi temizdir, hem de temizleyicidir. Bu sebeple ârif de hem temiz olmalı, hem de temizleyici”.12
“Dördüncü taife; muhîblerdir. Bunlar hakikat tâifesidir ve bunların aslı topraktandır. Toprak teslimiyet ve rızâyı temsil eder. Bu yüzden muhib de teslimiyet ve rızâ içinde olmalıdır”.13
Aslında bu dört unsur bütün insanlarda bulunur. Ancak, insan bunlardan biri ile öne çıkar. Gördüğü terbiye sonucu yel gibi şifâ verici ve güçlü, ateş gibi yakıcı, su gibi temiz ve de toprak gibi teslimiyetçi; alçak gönüllü olur. Sonunda; “toprak toprağa, su suya, yel yele, ateş ateşe döner”.14
Dört dörtlük insandan; “dedikodu, dâvâ ve şüphe âbidlerindir. İbâdet, korku, ümit ve “ilme’l-yakîn” zâhitlerindir. Fakat, tefekkür, sohbet, velâyet beklemek ve “ayne’l-yakîn” âriflerin; münâcaat, müşâhede ve hakke’l-yakîn” muhîblerindir”.15
“İnsan vücudunda en yukarıda baş vardır. Can hazineleri de baştadır. Şimdi o; akıl, ilham, idrak, sevişmek, aşk-ı didâr ve marifet de hazinelerdir ve başta asılıdır…
“Baş arşa benzer…Akıl aya, marifet güneşe, ilim de yıldıza benzer.
“Dünyada güneş doğar ve uyanır. Fakat marifet hangi gönülde doğarsa o gönül uyanır; başkası uyanmaz.
“Yedi kat gök var; ten de yedi kattır. İlki deri, sonra et, kan, damar, sinir, kemik ve iliktir”.16
İnsanın varlığını tanımasına çok önem veren Hacı Bektaş, bunun için; “ilimle araştırmalı, izlemeli, gözlemeli ve arştan yerin altına kadar her ne varsa kendinde
bulmalıdır.”17 diye insanın kendisini nasıl tanıyacağının yolunu gösterir. Burada çok önemli bir noktaya dikkat çeker:
“Şimdi gökle yer arasında birçok nesne vardır. Fakat insandan ulusu yoktur”.18
Dünyada bulut ve yağmuru, kaygıya ve gözyaşı ile yağmura benzetir. Dağları kemik başlarına, ırmakları gözyaşına; köyleri tenlere, ağaçları parmaklara, otlarla çalıları kıllara, kollara benzetir. Buna benzer insan organlarını dünyadaki diğer varlıklarla da karşılaştıran Makâlât yazarı, böylece insanın kendini tanıması için onun âşina olduğu örnekleri verir.19
Makâlât yazarı insan ömrünü; çocukluk çağı, erginlik çağı, yiğitlik çağı, orta yaşlılık çağı ve yaşlılık çağı olmak üzere beş döneme ayırır.20
2. Dünyada İnsanın Yeri
İnsanlar hangi yaşta olurlarsa olsunlar, Tanrı’nın kendisine emrettiği buyruklarını tutmak hususunda özen göstermelidirler. Zira, “insan olanlar kendilerini tez ulu bileler”.21 Yani genç yaşta da olsalar kendilerini olgunlaşmış ve büyümüş olarak kabul etmelidir. Zâten dünyada, “Gökle yer arasında birçok nesne vardır. Fakat insandan ulusu yoktur”.22 Burada, bütün varlıklar arasından en şerefli ve değerlisinin insan olduğu, bundan dolayı da diğerlerinden “ulu” kabul edildiği anlatılmak istenmektedir.
3. İmân-Amel İlişkisi
“Şöyle bilmek gerekir ki ârifler katında imân akıl üzeredir. Fakat herkesçe bilinen, imânın dil ve gönül üzere olduğudur”23 diyen Makâlât yazarı, insanın yapıp ettikleri ile imânın birbirinden ayrı olduğunu düşünmektedir. Nitekim; “Amel, imân ayrıdır ve imân ibadettir. Değme ibâdet imâna ermez”24 diyerek hassas bir noktayı işâret ediyor. Yapınan diğer ibâdetlerin “îmân” ibâdetinden üstün olamayacağı belirtiliyor.
İmân ve amel’in insanların olgunlaşmalarında önemli bir yeri olduğuna dikkati çeken Hacı Bektaş’a göre bunun için de; imân’dan sonra; ilim öğrenmek, ibadet yapmak, düşmana karşı gelmek, cenâbetten temizlenmek, helâl kazanmak ve fâizi haram bilmek, nikâh kıymak, hayız ve loğusalıkta cinsi münâsebeti haram bilmek, sünnet ve cemaat ehlinden olmak, şefkat sahibi olmak, temiz yemek ve giyinmek, iyiliği emredip yaramaz işlerden sakındırmak25 sûretiyle insanlar şeriat makâmına girerler denmektedir.
Daha sonra tövbe etmenin gerekliliğinden söz eden Hacı Bektaş, hatâlardan vazgeçip bunlardan dolayı Tanrı’dan özür dilemek üzere Pîr’den el almalıdır; “Her zaman özür dilemek sizden; kabul etmek Tanrı’dandır”.26 Özrü, şükür kılmak, sabretmek, ibâdet ve şehâdet takip etmelidir.27 Böylece tarikat makâmına girilir ve mürîd olunur. Mutlak mürid; şeyhine niçin deyip delil getirmez ve bu anlamda bağlandığı tarikatın şu makamlarına dikkat eder: Saç kesmek ve elbise değiştirmek; nefs savaşında pişmek; hizmet etmek; havf yani korku içinde bulunmak; ümit etmek; hırka, zenbil, makas, seccâde, tesbih, ibrat (iğne) ve asâ sâhibi olmak; aşk, şevk, sefâ ve fakirlik….28 Böylece tarikata giren bir kimse olgunluk yolunda yol almaktadır.
Olgunluk yolunda “marifet” i çok önemseyen Hacı Bektaş, marifetin makamlarını şöylece sıralar: edep, korku, perhizkârlık, sabır ve kanaat, utanmak, cömertlik, ilim, miskinlik, marifet ve kendini bilmek; “Kendi nefsini bilen Rabbini hakkıyla bilir”.29
Olgunluk yolunda son durakta “hakikat”e ulaşmaktır. Bunun makamları da şunlardır: toprak olmak, yetmiş iki milleti ayıplamamak, elinden geleni esirgememek, dünyada yaratılmış bütün nesnelerin kendisinden emin olmasıdır, mülk sâhibine yüzünü sürüp yüz suyunu bulmak, sohbette hakikat sırlarını söylemek, seyr ü sülük, sır, münâcaat, Çalap Tanrı’ya ulaşmak.30
İnsanın yetişmesi ve olgunlaşmasında sevgi, ümit ve korku bir arada, onun sevinmesinin ve mutluluğunun yolunu açar.31 Yararlı iş yapmayı telkin eden Hacı Bektaş, zararlı ve faydasız şeylerden sakınmayı da tavsiye etmekte, bu yolda sabrı, utanmayı ve kanaati muhafaza etmek suretiyle insanın nefisle ve şeytanla mücâdele yolunda güç kazanacağına32 inanmaktadır. Bunun için de; kibir, haset, cimrilik, açgözlülük, öfke, gıybet, kahkaha ve maskaralık gibi şeytanî işleri33 terk etmek de bu insandan beklenmektedir. Günahta inat etmek, aç gözlülük, öfkelenmek, şehvet, lânetlenmek, hayrat yaşamak ve minnet bilmemek gibi kötü fiiller de34 Hacı Bektaş’ın tasvip etmediği ve kendi olgun insan tipinde görmek istemediği fillerdir.
Aslında Makâlât baştan sona okunduğunda; dünya ve insan münâsebetinin ele alındığı görülür. Öncelikle insanın kendini tanıması ve olgunlaşması için nelere dikkat edilmesi gerektiği üzerinde durulur. Dünyanın geçiciliği vurgulanır. Bu dünyanın varlıkları arasında müstesna bir yeri olan insanın, kendi konumunu iyi değerlendirmesi için onun neler yapması, nelerden kaçınması gerektiğine dikkat çekilir. Böylece Hacı Bektaş’ın hedef kitlesi olan insanları eğitmek sûretiyle toplumda öncelikle kendisine, daha sonra da diğer insanlara yararlı bir insanı topluma kazandırmayı hedeflediği söylenebilir.
Makâlât’ta açık olarak ifâde edilmese de, baştan sona insana yönelik eğitici tavsiyelerinde ve yönlendirilmelerinde, insanların olgunluğunun yavaş yavaş olduğunu, hemen birden mükemmeliğe ulaşılamadığını, zamanla en olgun çağa ulaşılabileceğini görmekteyiz.
II. Makâlât’a Göre Toplum
Hayatı
Makâlât Müslümanların dinî eğitimini hedefleyen nazarî bir eser olduğu için kendi dönemine dâir çok az bilgi ve anekdot ihtiva etmektedir. Yazar, satır aralarında nazarî bilgiler arasında insanları tanımlayan ifâdelerinde belki başta kendisi olmak üzere kendi çevresinde tanıdıkları tipleri düşünmüş olabilir. Bu insanların meziyetleri, güzel davranış ve iyi işleri yanında, çirkinlikleri, tasvip edilmeyen tutum ve davranışlarını da dikkate almış olabilir. Ama, çok açık bir biçimde bunları belirtmediği için Makâlât’a göre toplum hayatı hakkında pek az bilgiye ulaşabileceğiz.
Dostları ilə paylaş: |