Yalnız suçu tek bir insanda ya da toplumda aramak, problemi çözmeyi zorlaştırmaktadır. Eğer toplum topyekûn tersine işliyorsa, sistem bozuksa, düzgün bir davranış sergilemek oldukça güçtür. Meselâ vasıtanız bozuksa, sizin mükemmel bir sürücü olmanız, pek fazla işe yaramaz. Aynı şekilde ehliyetsiz sürücüler olursa, mükemmel vasıtalarla da bir işe yaramaz.
Evet, eğitim bir toplum işidir.
Hoca birçok nüktelerinde bunu vurgular.
Meselâ bir gün evine hırsız girer, nesi var nesi yok hepsini yüklenip götürür. Duyan herkes, yine suçu Hoca’ya yükler:
-İlâhi Hoca, insan kapısını kilitlemez mi? Ev yalnız bırakılır mı? diye suç üstüne suç yüklerler Hoca’ya… Hoca ise şu cevabı verir:
-Anladık, bütün kabahat bende; ama şu hırsızın hiç mi suçu yok?
Önemli olan hırsıza karşı kaliteli kilit geliştirmek değil; hırsızlık yapmayan insanı yetiştirmektir. Tabiî ki bu prensip, eğitimin ideal yönünü oluşturmaktadır.
Molla Nasreddin, bozukluklara karşı çıkmanın bedelinin ağır olduğunu bilir. Fakat O, bu uğurda mücadele etmekten geri durmaz. Bilakis bu sahadaki bilgilerini daha da geliştirmek ister. Bunun yolu da okumak, daha çok bilgi edinmek, görmek, araştırmak, tartışmak, büyük bilginler ve mürşitler meclisinde bulunmak ve bu uğurda her türlü çilelere katlanmaktan geçerdi. Mevlânâ’nın deyişiyle hamdı, pişmesi ve yanması gerekiyordu.
Bu aşkla Konya’nın yolunu tutar.7
O devirde Konya, dünyanın her yerinden gelen bilginler, mutasavvıflar, dervişler, gezginler, tacirler ve gönül erlerinin harman olduğu yerdir. Medreseler öğrencilerle, tekkeler dervişlerle dolup taşmaktadır. İlim ve irfan sahipleri, saraylarda ve konaklarda ileri derecede saygı görmekte ve ağırlanmaktadır.
Diğer taraftan Konya, Anadolu Selçuklu Devleti’nin baş şehridir. Tahtta adaleti, kahramanlığı, bilgisi, dirayeti ve ilim adamlarını sevmesi ile ün yapmış Sultan I. Alâaddin Keykubad vardır. Devlet, bir taraftan en parlak dönemini yaşarken, diğer taraftan da pek çok problemlerle başa çıkmak zorundadır.8
İşte Molla Nasreddin, toplumu eğitmek için gerekli olan bilgi ve tecrübeyi bu ilim ve irfan şehrinde kazanır. Sonra Akşehir’e gelip yerleşir, evlenir ve çoluk çocuk sahibi olur.
Diğer taraftan Hoca, bir ilim adamı olup müderrislik görevi yürütür. Bir ara kadılık (hâkimlik) görevinde de bulunur. Kısaca Hoca, ilminin gereği olan bütün hizmetleri deruhte eder.
Hoca, talebelik hayatında olduğu gibi, meslek hayatında da azimli ve çalışkandır. Hakkında yazılan bazı kitaplarda, “cerri sevdiği için derslere çok çalışırdı…” şeklinde tasvirlere yer verilmektedir. Bazıları ise, “Hoca cer
re çıkmakla birlikte softa9 değildi…” gibi zorlama izahlar yapılmıştır. Kanaatimizce bu yazarlar, “cerr”in ne anlama geldiğini bilmediklerinden, Hoca’yı temize çıkarma gayreti içine girmişlerdir.
“Cerr” medreselerde, bir tür eğitim ve öğretim uygulamasıdır. Gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlı döneminde medreseler, Recep, Şaban ve Ramazan aylarında öğrencilerini Anadolu’nun muhtelif yerlerine gönderirler, uygulama yaptırırlardı. Bu faaliyet, medreselerdeki bilgilerin halka iletilmesi maksadıyla yapılırdı. Bu esnada öğrenciler, halkı daha yakından tanırlar, gözlem yapma fırsatı bulurlardı. Medrese ile halk bu sayede bütünleşmiş olurdu.
Haliyle öğrencilerin bu hizmetlerine mukabil, halk (kendi isteği ile), bir miktar da yardım yapmaktadır. İşte “cerr” isminin çıkışı bu sebebe dayanmaktadır. Bunu hiç bir zaman, “medrese talebelerinin yardım toplamaya çıkması” şeklinde anlamamak gerekir.10
Nüktelerinin kalitesine ve temas ettiği meselelere bakıldığında, Hoca’nın hem iyi bir eğitim gördüğü, hem de kazandığı bilgileri çeşitli vesilelerle halka ulaştırdığı anlaşılmaktadır.
C. Hoca’nın Kültürümüz
Üzerindeki Etkileri
Kültürün en güçlü aracı dildir. Nesiller kendi düşüncelerini, yaşama biçimlerini, sanatlarını ve dinlerini, hep bu dil aracılığı ile nesilden nesile aktarırlar.
Anadolu insanının başından geçen birçok olay, nerdeyse bir Nasreddin Hoca nüktesiyle özdeşleştirilerek anlatılmaktadır. Bu da zamanla, insanımızın hem dilini hem de düşüncesini etkilemiştir. Öyle ki, bazı atasözü ve deyimlerimizin kaynağı, Nasreddin Hoca nüktesidir. Bunlar dilimizde benimsenmiş olup yüzyıllar boyunca yaşayarak günümüze kadar gelmiştir.11 Meselâ “Parayı veren düdüğü çalar” sözü, atasözü olarak dilimize yerleşmiştir. Bilindiği kadarıyla bu söz, Nasreddin Hoca’nın şu nüktesine dayanmaktadır:
Bir gün Hoca Konya’ya gitmek üzere yola çıkar. Akşehirli çocuklar etrafını sararak düdük ısmarlarlar.
Yalnız tek bir çocuk, ısmarladığı düdüğün parasını peşin verir. Bir kısmı da sonra vereceğini söyler.
Konya dönüşü Hoca, peşin para veren çocuğun düdüğünü getirir.
Bedelini ödemeden düdük öttürmeye çalışan çocuklar ise, Hoca’yı sıkıştırmaya başlarlar. Doğrusu Hoca, bu kadar yüzsüzlüğe dayanamaz:
-Çocuklar öyle yağma yok! Parayı veren düdüğü çalar! der.
Hoca bu nüktesinde, huzuru hazıra konmakta bulanlara, taban eti yemeden av eti yemeye çalışanlara, sabretmeden murada ermeyi düşünenlere, ortaya bir değer koymadan değerli olmak isteyenlere kızar. Aynı zamanda bu tiplerin, hem kel hem fodul oluşlarına dikkat çeker…12 İşte onun için Hoca çocuklara, daha hayatlarının baharında iken, bir de ekonomi dersi vererek şu gerçeği öğretmek ister:
Ekmeden olmaz yemek.
Allah’a mahsustur almadan vermek…
Ne ekersen onu biçersin.
Beklersen tekkeyi çorbayı içersin.
Kim ki “yazın gölge hoş” türküsü çağırır,
Kışın çuval boş diye namerde yalvarır!.
Bilirsin ki çiğnemeden yutulmaz.
Ağustos’ta beyni kaynamayanın Zemheride kazanı kaynamaz!.13
“Damdan düşen halden anlar!.” atasözünün dayandığı nükte ise şöyledir:
Bir gün Hoca damdan düşer… Ancak çektiği acıyı, soranlardan hiç birisine söylemez. Bunun sebebini soranlara şöyle cevap verir:
-İçinizde damdan düşen var mı? Benim acımı ancak o anlar!.
“El elin eşeğini türkü çağırarak arar…” atasözü de şu hikâyeden çıkarılmıştır:
Hoca bir gün dağ yolunda türkü çağırarak dolaşırken birisi:
-Ne yapıyorsun böyle Hoca? diye sorar. Hoca:
-Komşunun eşeğini arıyorum! der. Adam, Hoca’nın kaygısız, ilgisiz, vurdum duymaz haline şaşar. O zaman Hoca, insandaki bencillik duygusunun yansıması olan şu açıklamayı yapar:
-El, elin eşeğini, türkü çağırarak arar!.
“Dostlar alışverişte görsün.Yorgan gitti, kavga bitti; Kazan doğurdu; Ye kürküm ye, sana rağbet; Ben senin gençliğini de bilirim; Bilenler bilmeyenlere anlatsın. Sen de haklısın; Eşeğin sözüne mi inanıyorsun; İpe un sermek; Fincancı katırlarını ürkütmemek; Hırsızın hiç mi suçu yok; Buyurun cenaze namazına; İşte şimdi kuşa benzedin; Ağaçtan öte yol vardır…” gibi sözlerin kaynağı da Hoca’nın nükteleridir.14
D. Hoca’nın Eğitiminin Amaçları
1. İnsanı Tanıtmak
İnsanı eğitmek için onu bütünüyle tanımak gerekir. Tanımadığınız insana hitap etmek, karanlığa taş atmak gibidir. Hoca’nın nüktelerinde göze çarpan belirgin bir özellik de insanın çeşitli boyutlarıyla dile getirilmesidir.
O âdeta insan sarrafıdır. Onun için insanı teraziye koyar, pek çok açıdan değer biçer.
Hoca nüktelerinde daha çok insanın egoistliği, fırsatçılığı, mütecessisliği, zayıflığı, korkuları ve şüpheleri üzerinde durur.
Hoca’ya, “En tehlikeli hayvan nedir?” diye sorduklarında, “İnsandır” cevabını verir. Sebebini soranlara ise, şu açıklamayı yapar:
-Köpek ekmeğini yediği adama hıyânet etmez. Yılan kendisine dokunmayanı sokmaz. Kurt ise, insanın bulunduğu yerlerden uzakta yaşar. Halbuki insan, hiç de böyle değildir. O kendisine iyilik edene bile fenalık yapar. Eğer inanmazsanız, birisine iyilik ediniz. Bakınız nasıl bir karşılık göreceksiniz? Siz, hiç dünyada hemcinsine insanlar kadar kötülük eden bir mahluk gördünüz ve duydunuz mu?
Hoca bu görüşleriyle, insanın iyi tanınmasına dikkat çekmektedir. Asla insan hakkında kötümser değildir. O bilhassa eğitilmemiş, ahlâkî şuuru gelişmemiş insanların ne derece zararlı olabileceklerini, hatta hayvanları bile geride bırakabileceklerini gözler önüne sermektedir.
Aslında Hoca insana, her şeyden daha fazla değer vermektedir. İnsanların dış görünüşlerine, elbiselerinin yeni ve pahalı oluşlarına göre değerlendirilmesini hoş karşılamaz. Hoca’nın nüktelerinde konuyla ilgili oldukça enteresan misâller vardır.
2. Ahlâkî Bozukluklara
Karşı Tavır Almak
Hoca kötü huylu kişilerle hiç geçinememiş, ömür boyu bunlarla mücadele etmiştir. Nüktelerde bu gibi kişilerin genel karakterlerini birer birer gözler önüne serer. Kimlerdir bunlar?
Her sakala tarak uyduranlar, nabza göre şerbet verenler, neme lazımcılar, hazır yiyiciler, çıkarı uğruna her şeyini feda edenler, hem nalına hem mıhına vuranlar, pireye kızıp yorgan yakanlar, tepeden bakanlar, pişmiş aşa su katanlar, sağı solu belli olmayanlar, sinekten yağ çıkaranlar, su katılmadık hokkabazlar, suratı bir karış idareciler, tavşana kaç tazıya tut diyenler, hep “vur abalıya” felsefesi ile hareket edenler, başına buyruk gençler, çok bilmiş ukalâlar, daldan dala konanlar, kapıdan kovulsalar bacadan girenler, gücünün yettiğine kan kusturanlar, en küçük menfaat için her gün boğaz boğaza gelenler, boğaz tokluğuna çalıştırılan zavallılar, her devirde borusu ötenler, buldukça bunayan aç gözlüler, yürek yakanlar, kulp takanlar, kurtarıcılık yapanlar!…
Ekmek elden su gölden deyip âvare dolaşanlar, her mecliste boy gösterenler, boşta gezenler, boşboğazlık edenler, boş yere ömür geçiren boş kafalılar, bir baltaya sap olma yerine boş gezenin boş kalfası olanlar, üç kuruşluk keyif için borca batanlar, haline bakmayıp çalım satanlar, pot kıranlar, çam devirenler, çalımından geçilmez kabadayılar, çalıp çırpmayı meslek edinenler, “Rabbenâ hep bana!” diyenler!.
3. Teşebbüs Ruhu Kazandırmak
Hoca her vesileyle insanların çok yönlü düşünmelerini ister. İnsanları dar görüşlülükten ancak bu şekilde kurtarmak mümkündür.
Onun için, öğretmek istediği bir husus da teşebbüs ruhudur. Çünkü bu ruha sahip olan insanlar işin başını ve sonunu aynı anda görebilirler.
Bir gün Hoca bir dükkana uğrar. Bir anda gözüne ayrı ayrı yerlerde duran un, şeker ve yağ ilişir. Meraklanıp sorar:
-Bu ne?
-Un.
-Peki, bu?
-Şeker…
-Ya bu?
-O mu? O yağ…
-Öyleyse, niçin helva yapıp yemiyorsun?
Hoca bu nüktesiyle çok önemli bir ders vermektedir. Teşebbüs ruhu…. Yani pamuk ve yünü elbise, bir demir cevherini araba yapmak gibi bir şey…. Bu hem daha karlı hem de çok yönlü bir iştir. Eğer bugün bu ruha sahip olabilseydik…
4. Yoksulluk ve Açlığın
Acısını Hissettirmek
Yoksulluk ve açlık, sosyal ve ahlâkî problemlerin en büyük sebepleri arasında yer alır. Onun için Hz. Peygamber, fakirliğin nerdeyse insanı dinden bile çıkaracağını söyler. Birçok siyasetnamelerde de, yöneticiler bu konuda ciddi bir şekilde uyarılır.
Hoca’nın yaşadığı devir, Anadolu’nun bin bir çileyle karşı karşıya geldiği yıllardır. Bunların başında da yoksulluk ve acılar gelir. Hoca nüktelerinde bu gerçeğe dikkat çeker ve üzerinde düşündürür.
Günlerden bir gün Hoca çok açtır. Belli ki kesesinde parası da yoktur. Hemen yol üzerindeki fırına uğrar. Yiyecek ekmek istemeyi kendisine yakıştıramadığı için, fırıncıya şöyle bir soru yöneltir:
-Bu ekmeklerin hepsi senin mi? Ekmekçi:
-Evet, benim! diye cevap verir. Bu cevap karşısında Hoca’nın biraz canı sıkılır ve çıkışır:
-Be adam, madem ekmeklerin var, hepsi de senin, ne duruyorsun, yesene!.
Bir keresinde de Hoca, bir dere kenarında kuru ekmeğini suya batırıp yerken, oradan geçen bir tanığı sorar:
-Hoca ne yiyorsun? Hoca bu soruya, uzakta yüzen ördekleri göstererek, şöyle bir cevap verir:
-Ördek çorbası!.
Bir bayram günü, her taraf bol yemeklerle dolar. Börekler, tatlılar ikram edilir. Hoca bu bolluğun sebebini sorunca,
-Hoca, bugün bayramdır, onun için herkes güzel yemekler hazırladı! derler. Hoca bu açıklamayı, açlığın kara mizahını yaparak şöyle cevaplandırır:
-Keşke her gün bayram olsa!.
Bir gece Hoca’nın evinde geceleyin gürültüler duyulur. Karısı:
-Hoca, hırsız tıkırtısı galiba, nasıl yapsak acaba? der. Hoca, yoksulluğun kara mizahını yansıtan şu cevabı verir:
-Üzülme hanım, çalınmaya değer bir şey bulursa, elinden almak kolay!
Hoca’nın başı, bu hırsızlardan hep derttedir. Yine bir gün evine bunlardan birisi girer. Hoca hemen yatakların konduğu yüklüğe saklanır. Hırsız her yeri arayıp tarar. Fakat çalınacak kıymetli bir şey bulamayınca, yüklüğe bakar. Bir de ne görsün, Hoca orada değil mi? Şaşkınlıkla ne aradığını sorar. Hoca hiç istifini bozmadan şöyle cevap verir:
-Çalacak bir şey bulamayacağını bildiğim için, utancımdan buraya saklandım!.
5. Cimriliği Yermek
Hoca, hayat felsefesi itibariyle cömert bir kişidir. O cömertliğin üstün bir fazîlet olduğunu bilir. Onun için cimrileri fırsat düştükçe yerer. Av için tazı isteyen bir cimriye, semiz bir çoban köpeği götürüp:
-İriliğine bakma, bu hayvan senin kapında, on güne kadar tazı haline gelir! der.
6. Aşırılıklardan Sakındırmak
Hoca, her türlü aşırılığın zararlı olduğu inancındadır. Bu sebepten sahte ilim adamlarını, rüşvet yiyen kadıları, kerâmet simsarlarını hiç sevmez. Fırsat buldukça bu konuda halkı aydınlatır, yeri geldiğinde de bu cahilleri topa tutar. Bütün mesele, bu gibilerin kötülüklerinden halkı korumaktır.
Bir gün bir derviş15 Hoca’ya, biraz evliyâlık taslar.16 Hoca’ya bütün hünerinin insanları maskara etmek olduğunu, başka maharetleri varsa göstermesi gerektiğini söyler. Hoca:
-Sanki sende o saydığın şeyler var mı? Varsa söyle de bilelim der. Derviş de:
-Benim hünerim çok ve kemâlime de nihayet yoktur. Ben her gece bu dünyadan göçer ve göklere çıkarım. Oralarda gezer, acayip ve garip semayı seyir ve temaşa eylerim. dediği zaman, Hoca derhal:
-Oralarda gezerken yüzüne yumuşak ve sıcak bir şeyin dokunduğunu hisseder misin? diye sorunca, yalan ve düzenlerini yutturduğunu zanneden derviş, sevinç ve heyecanla:
-Evet, Hoca Efendi, evet! der. Bunun üzerine Hoca gayet ciddî bir tavırla:
-İşte o bizim eşeğin kulağıdır!
Hoca bazen, kendi hayatındaki aşırılıkları da dile getirip öz eleştiri yapar. Bunun anlamı şudur:
“Ben denedim, iyi netice vermedi, siz yapmayın!”
Bir ara Hoca geçim sıkıntısı içine düşer. Buna çare olarak da her şeyden kısmaya başlar. Bu arada eşeğin de yemini azaltır.
Hoca ilk zamanlarda eşeğine bir şey olacağından korkmaktadır. Halbuki tasavvur ettiği gibi çıkmaz. Eşek yine eski neşesini muhafaza eder ve başı boş bırakılınca zıplayıp oynar. Bundan cesaret alan Hoca, eşeğin yemini biraz daha azaltır. Hayvanda yine bir değişiklik görmez. Tekrar yem miktarını eksiltir. Böyle yapa yapa hayvancağızın yemini bir avuç arpaya kadar indirir.
Hoca yaptığı bu tasarruftan son derece memnundur. Fakat günün birinde açlıktan, halsiz ve takatsiz kalan hayvan ölür… Bunun üzerine Hoca:
-Yazık oldu, hayvan tam alışmıştı ki, öldü! der.
7. Sorumlu İnsan Yetiştirmek
Hoca bir gün vaaz etmek üzere kürsüye çıkar. Kendisine göre bazı meseleleri dile getirir. Fakat bir ara, söyleyecek söz bulamaz. Cemaate:
-Bugün size çok faydalı şeyler söyleyecektim ama, nedense aklıma hiçbir şey gelmiyor! diyerek yakınır. O zaman oğlu:
-Baba, kürsüden inmek de mi hatırına gelmiyor? diye sorar.
Bu soru karşısında, Hoca derhal kendine gelir, topluma karşı olan sorumluluklarını hatırlar, cemaatin huzurunu bozmamak için derhal aşağı iner. Ve böylece, toplumda görev ya da sorumluluk yüklenen kişilerin başarısız duruma düştüklerinde, kendiliklerinden ya da küçük bir ikazla çekilmeleri gerektiğini öğretmiş olur.17
8. Egoistliği Yermek
Egoistlik, insanın sadece kendi çıkarını düşünmesidir. Bu düşünce, pek çok kötülüklerin de kaynağını oluşturur. Onun için Hoca, bunun ne derece zararlı olduğunu anlatmak için, “kötü adam” rolü bile üstlenir.
Hoca Akşehir’de kadı iken, bir gün biri mahkemeye gelerek:
-Kadı Efendi! Sığırlar kırda otlarken, sizin inek, bizim ineği karnından boynuzlayarak öldürmüş… Buna ne lâzım gelir? diye sorar. Hoca, derin derin düşündükten sonra:
-Hayvan bu! Ne bilsin. Öldürür a! Bunda sahibinin ne suçu var? diye hüküm verir. Bu sefer adam sözü değiştirerek:
-Yok yok, yanlış söyledim. Bizim inek sizinkini öldürmüş! diye işi düzeltir. Hoca’da şafak atar. Başını kaşır, kalkar, oturur ve çok ciddî bir tavırla:
-Ha… Öyle ise, mesele çatallaştı! Bana raftaki şu kara kaplı kitabı18 indiriverin bir bakayım! der.
9. Şüpheli Şeylerden Sakındırmak
İnsanların olayları bütünüyle görmesi zordur. Bunun pek çok sebepleri olabilir. Meselâ insanın yaşı, bilgisi, kültürü, ihtiyaçları, hırsları, karakteri, menfaatleri, içinde bulunduğu zaman ve mekân, yanlış gözlemlere ve tereddütlere sebep olabilir.
Bundan dolayı insan, kayıtsız şartsız doğru olan bir gerçeği, pek alâ, yanlış ya da ters anlayabilir. Bilhassa, halkı aydınlatma, bilgilendirme, ya da idare etme görevini yüklenen insanların buna çok dikkat etmeleri gerekir.
Dedi kodular ve iftiralar da, çoğu kere bu yanlış gözlem ve anlamalardan kaynaklanır. Onun için, her zaman doğru olmak yetmez. Yapılan işlerin, başkalarını şüphelendirmemesi de gerekir.19
Unutmamak gerekir ki, başkalarının sûizanda bulunmasına sebep olacak hareketlerden korunmak, önemli bir tedbirdir.20
Hoca’ya kadılığı zamanında bir fetva sorarlar. Derler ki:
-Kadı efendi ! Helâda bir şey yemek câiz midir, değil midir? Hoca şak diye cevabı yapıştırır:
-Câizdir amma, çıkarken adamın ağzı oynar. Taamdan başka nesne yediğini de zannederler !
Kıssadan hisse…
Halkın zihninde boş yere şüpheler uyandırmak ve yanlış kanaatler oluşturmak, hiç bir zaman iyi bir davranış tarzı değildir.21
Bazı işler için, “Şüyuu’ vukûundan beterdir!.” denilir. Yani, bir konuda söylentilerin olması, o işin olmasından daha kötü tesir uyandırabilir. Onun için, sorumluluk mevkiinde olan kişilerin işleri, açık ve net olmalıdır. Asla su götürür tarafı olmamalıdır!.
10. Bilene Sormak
Bir gün Hoca’nın hanımı, eceli gelip ölür. Dinî âdetler yerine getirilir ve nihayet imam, cemaate:
-Ey cemaat! Merhumeyi nasıl bilirsiniz? diye sorar. Cemaat bir ağızdan:
-Çok iyi biliriz! deyince, Hoca başını sallayarak:
-Yahu! Kimi, kimden soruyorsunuz; siz onu bana sorunuz! der.
11. Zorlukları Nükte
Vasıtasıyla Aşmak
İnsan hali her zaman bir olmaz. Bir bakarsın güneş açmış, gönüller neşe dolmuş… Her taraf güllük gülistanlık… Bir de bakarsın kara bulutlar, şimşekler, yeller… Arkasında da fırtınalar, yağmurlar, seller!.
İşte böyle anlarda insan, bir mizahla bu acılarını hafifletebilir. Hem kendisi hem de başkalarını bir an için neşelendirebilir. Ve böylece kötümser bir halden kurtulup iyimser bir tavır sergileyebilir.
Nükte bir nevi, kalkan görevini görmektedir. Bu sayede insan, kendisine yapılan hücumları, nükte sayesinde savar ya da hafif atlatır…
Nükteyi, azgın boğalarla savaşan gladyatörlerin ellerindeki kırmızı beze de benzetebilirsiniz…
Onun için öğretmen ve yöneticileri, mümkün mertebe, nükte yapmasını bilen kişilerden seçmek gerekir.
Bir gün ihtiyar bir kadınla genç bir kadın Hoca’ya gelir ve ihtiyar kadın:
-Hoca Efendi, bu taze gelinimdir. Oğlum ile evleneli üç sene olduğu halde henüz çocuğu olmamıştır. Kendisi ve kocası bundan çok müteessirdirler. Bilhassa oğlum çocuğu çok seviyor. Bu yüzden evde dirliksiz oluyor. Siz çok şeyler bilirsiniz. Bir dua mı okursunuz, bir muska mı yazarsınız? Yoksa bir ilaç mı tarif edersiniz? Allah aşkına şunun bir çâresini bulunuz ve evi cehennem olmaktan kurtarınız der.
Hoca kadına acır. Bazı şeyler söyler ve sonra da geline:
-Kızım acaba bu hal sizde irsî midir?22 Sizin gibi validenizin de hiç çocuğu olmaz mı idi? diye sorar ve müteessir olan kadınları güldürür.
12. Düşünmeyi Öğretmek
Düşünmenin pratik tarifi, sebeplerle sonuçlar arasında ilişki kurmaktır. Doğru düşünmek için, dünyayı ihtirasların değil; hakikatin gözüyle görebilmektir.23 Fakat bunun önünde pek çok engeller vardır. Meselâ bilgi
sizlik, zevkler, iştihâlar, şahsî menfaatler, zümre çıkarları, peşin hükümler, sabit fikirler, batıl inançlar, propagandalar, aşırı sevgiler ve nefretler, ne olursa olsun benliğimize tahakküm eden hisler, zafer duygusu, başarı gururu, nefse aşırı güvenmek, sağlıklı düşünmenin önündeki engellerden birkaçıdır.24
Bu açıdan Hoca’nın nüktelerine bakarsak, nerdeyse tamamına yakınının, düşünmenin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik olduğunu görürüz.
Kendini beğenmiş müritlerinden biri, bir gün Sokrates’e sorar:
-Müridiniz olabilmek ümidiyle sizden ders almak için gelen herkese niye bir gölcüğe bakıp ne gördüklerini söylemelerini istiyorsunuz?
Sokrates şu açıklamayı yapar:
-Bu çok basit. Havuzda balıkların yüzdüklerini söyleyen herkesi yanıma almaya hazırım… Fakat havuzda, kendi imajlarının yansımasından başka bir şey göremeyenler, kendilerine aşık insanlardır. Benim onlarla alıp vereceğim olamaz!…
Görüldüğü gibi Sokrates, öğrencilerini seçerken, bir nevi düşünme testi uygulamaktadır. Çünkü O’na göre, kendisinden başkasını göremeyenler ve bilirim iddiasında olanlar iyi düşünemezler.
Bu açıdan bakıldığında, Hoca’nın bir çok nükteleri düşünme ile ilgilidir.Hoca bir gün, yelkenli bir gemiyle seyahat etmektedir. Âniden bir fırtına çıkar. Ve denizi alt üst etmeye başlar. Şiddetli dalgaların tesiriyle ipler kopma, yelkenler de parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hoca fedakâr tayfaların direklere çıkarak kopan ipleri ve yelkenleri bağlamaya çalıştıklarını görünce:
-Ayol, gemi dibinden sallanıp sıçrıyor. Halbuki siz onun tepesiyle uğraşıyorsunuz. Sallanmayı durdurmak istiyorsanız gemiyi dibinden bağlayınız der. Bu nüktede Hoca, insanın bilmediği konularda fikir yürütüp tavsiyelerde bulunmasının, onu gülünç duruma düşüreceğini vurgular. Ayrıca anlaşılıyor ki Hoca, yelkenli gemilerin çalışması ile ilgili malumata sahip değildir. Onun için de sağlıklı düşünememektedir. Yani bilgisizlik doğru düşünmeyi engellemektedir.
E. Hoca’nın Eğitiminin İlkeleri
1. Çocukların Cevaplarını
Hoş Karşılamak
Çocuklar, zihinleri yeterince gelişmediğinden, duyduklarını ve düşündüklerini ifade ederken, zaman, mekan ve gramer hataları yapabilirler…
Çocuğun bir özelliği de çok soru sormaktır. Onun için bazı eğitimciler çocukluk çağına “filozofluk çağı” derler. Özellikle çocuk, iki yaşından itibaren her şeyi merak eder, bıkmadan usanmadan sorar… Bütün bunları hoş görmek ve çocuğu ciddiye almak gerekir. Nitekim Hoca da öyle yapar…
Bir gün oğlu Hoca’ya:
-Baba! Ben, senin doğduğun günü hatırlıyorum!… der. Bu münasebetsiz sözü duyan annesi, kızarak;
-Sus ulan, halt etme!… Terbiyesiz!… deyince, Hoca müdahale ederek:
-Bırak karı, o akıllıdır; belki doğru söylüyor!… der.
2. Bilenlerin Bilmeyenlere
Öğretmesi
Hoca bir Cuma günü vaaz etmek için camideki kürsüye çıkar ve:
-Ey cemaat!… Benim size ne söyleyeceğimi bilir misiniz? der. Cemaat hep birden:
-Bilmeyiz!.
Cevabını verir. Bunun üzerine Hoca:
-Siz bilmedikten sonra ben size ne söyleyeyim? der ve kürsüden inerek çıkıp gider.
Ertesi Cuma yine kürsüye çıkarak bir hafta evvelki gibi:
-Ey cemaat! Benim size ne söyleyeceğimi bilir misiniz? Sualini tekrar sorunca, bu defa cemaat hep birden:
-Evet biliriz! der. Hoca da:
-Madem ki biliyorsunuz. Benim söylememe hacet kalmadı diyerek yine kürsüden iner ve çıkıp gider. Öbür hafta tekrar kürsüye çıkınca, bu sefer cemaat, verecekleri cevabı aralarında kararlaştırır.
Hoca yine o suali sorunca halk:
-Kimimiz biliriz, kimimiz bilmeyiz!.
Cevabını verir. Hoca da:
-Öyle ise bilenler bilmeyenlere öğretsin!… der ve kürsüden inip gider.
Kıssadan hisse…
Bilenlerin de, bilmeyenlerin de sorumlulukları vardır. Bilenlerin sorumlulukları, bildiklerini, bilmeyenlerin akıl seviyelerini dikkate alarak onlara öğretmektir. Bilmeyenlerin sorumlulukları ise, öğrenme fırsatı buldukları her zaman ve her yerde bilmediklerini sormak ve öğrenmektir.25
Dostları ilə paylaş: |