F. Köprülü, Selçuklu Donanması içinde en yüksek askerî mevkii olan Reisü’l-Bahr unvanının Moğol istilâsından sonra ilk olarak Emirü’s-Sevahil’e ve daha sonra da Melikü’s-Sevahil’e tebdil edildiğini belirtir.121 Bu unvanın Akdeniz sahillerinde özellikle Antalya ve çevresinde faaliyet gösteren Teke Beyliği gibi emâretlerde de değiştiği ve tam bir istiklâli ifade eden “sultan” kelimesine dönüştüğü düşünülecek olursa durum daha da iyi anlaşılır. Ayrıca Osmanlılarda gemi kaptanlarına “reis” denilmesi de bununla alakalı olsa gerek. Menteşe Beyliği’ne dair ciddî bir çalışma yapmış olan P. Wittek’in 676 (1277-78) yılında Alanya’da bir caminin kitabesinde Emirü’s-Sevahil ve yine başka bir kitabede ise Melikü’s-Sevahil ibaresi bulunduğu kaydı122 bu memuriyetin Selçukul Devleti’nin Akdeniz kıyılarını içine alan bölümünde de bulunduğunu bildirir. İbn Bibi’nin ve Aksarayî’nin isimlerini zikrettiği Emirü’s-Sevahil Hoca Yunus ile Melikü’s-Sevahil Bahâüddin de esasen Akdeniz sahillerinde görevliydiler.
Selçuklu Ordusunun Yaylak ve Kışlak Yerleri
Yaylak ve kışlaklar ordu kumandanının ve efradının savaş zamanı dışında dinlendikleri, talim yaptıkları yerlerdir. Yaylak ve kışlaklarda ordu mensupları bulundukları bölgede dağılıyorlardı.123 Bu sebeple Moğol işgali devrinde Moğolların yaylakta olmasından istifâde ederek isyana kalkışanlar oluyordu.124 Ordu için kışlak ve yaylak seçimi son derece önemlidir. Selçukluların Anadolu’da muhtelif yerleri kışlak ya da yaylak olarak seçtikleri görülmektedir. Moğollar Anadolu’ya geldikleri vakit ilk zamanlar yaylak ve kışlak yerlerini Selçuklular’dan sorup öğrenmişlerdir. Bunun yanısıra Anadolu’da bazı yerlerin hem yaylak ve hem de kışlak için uygun olduğu anlaşılıyor. Mesela I. Kılıçarslan yaylak ve kışlak için Birecik, Urfa, Diyarbakır ve Fırat sahillerini tercih etmiştir.125 Moğol komutanı Baycu da Erzincan’ı yaylak ve kışlak olarak seçmiştir.126
Selçuklu Devleti ordusu ve Moğol ordusu Anadolu’da Aksaray’da Ribat-ı Kılıçarslan civarında127, Delice’de,128 Niksar’da,129 Karabük’te,130 Sakarya131 ve Konya’da132 kışlamışlardır. Yaylak için seçilen yerler ise genellikle yazın serin, suyu ve otlağı bol olan yerlerdir. Bu sebeple Kırşehir133 ve Yabanlu134 tercih edilmiştir. Sivas ve Elbistan arasında bulunan önemli bir ticaret şehri ve aynı zamanda milletlerarası bir fuar merkezi olan Yabanlu, Selçuklu ordularının doğu ve güneye yapacakları seferlerde toplanma yeriydi. Konya’nın 6 km. kuzeyinde bulunan Ruzbe ovası ise payitahttan sefere çıkıldığı zaman ilk konaklama veya ordugâh kurma yeriydi.135
DİPNOTLAR
1 Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul, 1988, III. Baskı, s. 65.
2 Hakkı Dursun Yıldız, “Türkler’in Müslüman Olmaları”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul, 1989, Çağ Yay., VI. Cilt, s. 44.
3 H. D. Yıldız, a. g. m., s. 44.
4 el-Câhiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri, Ankara, 1988, II. Baskı, s. 67.
5 M. Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı II, Ankara, 1983, s. 218.
6 Nejat Kaymaz, “Anadolu Selçuklu Devleti’nin İnhitatında İdare Mekanizmasının Rolü”, D. T. C. F. Tarih Araştırmaları Der., (1964), II. Cilt, S. 2-3, ss. 97.
7 Osman Turan, Türk Cihân Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, İstanbul, 1993, VI. Baskı, II. Cilt, s. 18.
8 Osman Turan, “İktâ Mad.” M. E. B. İslâm Ans., V. Cilt, II. Kısım, s. 955.
9 Osman Turan, aynı yer.
10 O. Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, II. Cilt, s. 12.
11 Aydın Taneri, “Müsâmeretü’l Ahbâr’ın Türkiye Selçukluları Devlet Teşkilâtı Bakımından Değeri”, D. T. C. F. Tarih Araştırmaları Der. (1966), IV. Cilt, S. 6-7, ss. 162.
12 İbn Bibi, el-Evamirü’l-Ala’iye fi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk-name), (Ter: Mürsel Öztürk), Ankara, 1996, II. Cilt, s. 74; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara, 1988, IV. Baskı, s. 96.
13 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 97.
14 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 117.
15 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 99.
16 M. Fuad Köprülü, “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri”, T. H. İ. T. Mec., (1931), I. Cilt, s. 242.
17 “Ecnadü’l-Halka” da denilen bu ıstılah ilk olarak Memlük askerî teşkilatında görülmektedir. Bunlar hükümdarın hassa birliklerinden olup 40’ar kişilik gruplardan oluşurlardı. Saraydaki diğer Memlüklerden farklı olup herhangi bir hükme tâbi değillerdi. Onlardan sadece savaş
ve sefer zamanı istifâde edilirdi. Muhammed Ahmed Duhman, Mu’cemü’l-Elfazü’t-Tarihiyye fi’l-Asri’l-Memlukiyye, Suriye, 1990, s. 12.
18 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 100.
19 M. F. Köprülü, a. g. m., s. 243.
20 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 67.
21 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 124.
22 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 101.
23 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 194.
24 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 234.
25 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 101.
26 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 428.
27 M. F. Köprülü, a.g.m., s. 244.
28 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 100.
29 M. A Duhman, a.g.e., s. 155.
30 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 130.
31 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 71.
32 “Dehliz-i Mübârek” olarak da geçmektedir. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 163.
33 F. Köprülü, a.g.m., s. 245.
34 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 81.
35 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 101.
36 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 155.
37 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 93.
38 II. Gıyâsûddin Keyhüsrev’in bu hususdaki müzâkereleri için bkz. İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 64-65.
39 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 102.
40 M. F. Köprülü, a.g.m., s. 245.
41 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 175-176.
42 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 165.
43 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 50.
44 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 44.
45 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 103.
46 Sultan I. Alâeddin Keykubâd’ın Kemâlûddin Kâmiyâr’a gönderdiği subaşılık menşuru ve ayrıca subaşının görevlerine dair bilgi için bkz. Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara, 1988, II. Baskı, s. 74-78.
47 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 429.
48 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 119.
49 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 44.
50 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 117.
51 M. F. Köprülü, a.g.m., s. 246.
52 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 102.
53 O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1993, III. Baskı, s. 317.
54 İ. H. uzunçarşılı, Medhal, s. 103.
55 M. F. Köprülü, a.g.m., s. 245.
56 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 104.
57 Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Ankara, 1989, s. 262.
58 Hüsâmûddin Çoban’ın Suğdak Seferi hakkında geniş bilgi için bkz. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 315-345.
59 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 67.
60 M. F. Köprülü, a. g. m., s. 247.
61 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 67.
62 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 174.
63 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 105.
64 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 67-68.
65 M. F. Köprülü, a.g.m., s. 249.
66 A. Taneri, a.g.m., s. 163.
67 İ. H. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, Ankara, 1988, IV. Baskı, s. 6.
68 İ. H. Uzunçarşılı, aynı eser, s. 7.
69 Kerimû’d-din Mehmet Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr (Moğallar Zamanında Türkiye Selçukluları Tarihi), (Nşr. O. Turan); Ankara, 1944, s. 112.
70 Sultan I. İzzüddin Keykâvus döneminde Ermeniler’in elinde bulunan Keban Kalesi kuşatması sırasında “Emir-i Meclislik” görevinde bulunan Mübârizüddin Behramşah Sultan gelmeden önce Ermenilerle kıyasıya bir mücadeleye başlamıştır. Gerek sultan gelmeden önce verdiği mücadele ile gerekse kuşatma esnasında büyük bir şöhrete sahip olan Ermeni başkomutanı Baron Konstantin komutanlardan Osin ve Noşin’i esir almak suretiyle zaferin kazanılmasında başlıca rol oynayan Mübârizüddin Behramşah I. İzzüddin Keykâvus tarafından büyük bir takdir toplamıştı. Hatta Keykâvus üzerinden çıkardığı elbiseyi kendisine hil’at olarak verip kendisini o güne kadar görülmedik bir şekilde mükafatlandırdı. Salim Koca, I. İzzeddin Keykâvus, (1211-1220), Ankara, 1997, s. 45.
71 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 319.
72 N. Kaymaz, a.g.m., I, s. 126.
73 A. Taneri, a.g.m., s. 165.
74 Aksarayî, a.g.e., s. 274.
75 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 289; İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 99.
76 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 290.
77 Aksarayî, a.g.e., s. 132.
78 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 167.
79 O. Turan, Vesikalar, s. 34.
80 Kütuval tâyini ve maiyeti hakkında geniş bilgi için bkz. O. Turan, Vesikalar, s. 33-34.
81 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 51.
82 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 106; Salim Koca, a.g.e., s. 27.
83 İbn Bibi, a.g.e., II. Cilt, s. 51.
84 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 107.
85 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 395.
86 İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 107.
87 İbn Bibi, v., I. Cilt, s. 205.
88 A. Taneri, a.g.m., s. 166.
89 Aksarayî, a.g.e., s. 88.
90 Aksarayî, a.g.e., s. 82.
91 Aksarayî, a.g.e., s. 117.
92 Aksarayî, a.g.e., s. 254.
93 Bunlar arasında Şam ve adını Özbekistan’ın başkenti bugünkü Taşkent’in eski adı olan Şaş’dan alan ve “Çaç” olarak adlandırılan yaylar en makbul olanlarıydı. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 233.
94 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 234.
95 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 129.
96 Gılân ve Hint yapısı olanlar meşhurdu. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 233.
97 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 117.
98 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 421.
99 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 164.
100 Aksarayî, a.g.e., s. 132.
101 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 156.
102 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 119; Tuncer Baykara, I. Gıyâsüddin Keyhüsrev (1164-1211), Ankara, 1997, s. 38.
103 Yassı-Çemen Savaşı’nda ordunun durumu için bkz. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 394, aynı şekilde Kösedağ Savaşı için aynı eser, II. Cilt, s. 70.
104 A. Taneri, a.g.m., s. 169.
105 Aksarayî, a.g.e., s. 254.
106 O. Turan, Vesikalar, s. 101.
107 İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 167.
108 Aksarayî, a.g.e., s. 132.
109 Aksarayî, a.g.e., s. 104-105.
110 A. Taneri, Osmanlı Kara ve Deniz Kuvvetleri, Ankara, 1981, s. 51.
111 O. Turan, S. Z. T., s. 98.
112 O. Turan, S. Z. T., s. 84.
113 O. Turan, aynı yer.
114 A. Taneri, a.g.e., s. 54.
115 Nejat Kaymaz, Pervâne Mü’inü’d-din Süleyman, Ankara, 1970, s. 112-113.
116 N. Kaymaz, a.g.e., s. 114.
117 Melikü’l-Ümerâ Hüsâmüddin Çoban’ın Hazar Denizi (Kırım ve Kıpçak Sahilleri) tarafına yönelmesi ve Suğdak seferi hakkında geniş bilgi için bkz. İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 325 v. d.
118 O. Turan, S. Z. T., s. 337.
119 A. Taneri, a.g.e., s. 55.
120 M. F. Köprülü, a.g.m., s. 206; İ. H. Uzunçarşılı, Medhal, s. 125.
121 M. F. Köprülü, a.g.m., s. 206.
122 P. Wittek, Menteşe Beyliği, Ankara, 1986, II. Baskı, s. 29-30.
123 A. Taneri, a.g.m., s. 167.
124 Aksarayî, a.g.e., s. 71.
125 Aksarayî, a.g.e., s. 27.
126 Aksarayî, a.g.e., s. 145.
127 Aksarayî, a.g.e., s. 42.
128 Aksarayî, a.g.e., s. 108, 112, 192.
129 Aksarayî, a.g.e., s. 309.
130 Aksarayî, a.g.e., s. 311.
131 Aksarayî, a.g.e., s. 312.
132 Aksarayî, a.g.e., s. 113.
133 Aksarayî, a.g.e., s. 85.
134 Aksarayî, a.g.e., s. 286-308.
135 Aksarayî, a.g.e., s. 69; İbn Bibi, a.g.e., I. Cilt, s. 59.
KAYNAKLAR
AKSARAYÎ, Kerimü’d-din Mehmed, Müsâmeretü’l-Ahbâr, (Moğollar Zamanında Türkiye Selçukluları Tarihi), (Nşr. O. Turan), Ankara, 1944.
BAYKARA, Tuncer, I. Gıyâsüddin Keyhüsrev (1164-1211), Ankara, 1997.
İBN BİBİ, El-Evâmirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Ala’iye, (Selçuk-nâme), (Ter. M. Öztürk), Ankara, 1996, I. ve II. Ciltler.
EL-CÂHİZ, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ankara, 1988, II. Baskı.
DUHMAN, Muhammed Ahmed, Mu’cemü’l-Elfazü’t-Tarihiyye fi’l-Asri’l-Memlukiyye, Suriye, 1990.
KAYMAZ, Nejat, Pervâne Mü’inü’d-din Süleyman, Ankara, 1970.
–––, “Anadolu Selçuklu Devleti’nin İnhitatında İdare Mekanizmasının Rolü”, D. T. C. F. Tarih Araştırmaları Der., (1964)., II. Cilt, S. 2-3.
KOCA, Salim, I. İzzeddin Keykâvus, (1211-1220), Ankara, 1997.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad, “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri”, T. H. İ. T. Mec., (1931), I. Cilt.
KÖYMEN, M. Altay, Alp Arslan ve Zamanı II, Ankara, 1983.
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul, 1988, III. Baskı.
SEVİM, Ali-YÜCEL, Yaşar, Türkiye Tarihi, Ankara, 1989.
TANERİ, Aydın, Osmanlı Kara ve Deniz Kuvvetleri, Ankara, 1981.
–––, “Müsâmeretü’l Ahbâr’ın Türkiye Selçukluları Devlet Teşkilâtı Bakımından Değeri”, D. T. C. F. Tarih Araştırmaları Der., (1966), IV. Cilt, S. 6-7.
TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1993, III. Baskı.
–––, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara, 1988, II. Baskı.
–––, Türk Cihân Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, İstanbul, 1993, VI. Baskı.
–––, “İkta Mad. ” M. E. B. İslâm Ansiklopedisi, V. Cilt, II. Kısım.
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara, 1988, IV. Baskı.
–––, Anadolu Beylikleri, Ankara, 1988, IV. Baskı.
WITTEK, P., Menteşe Beyliği, Ankara, 1986, II. Baskı.
YILDIZ, H. Dursun, “Türkler’in Müslüman Olmaları”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul, 1989, Çağ Yay.
Türkiye Selçuklularında
Toprak Hukuku
Prof. dr. OSMAN TURAN*
I.
elçukluların İslam ülkelerine hakim olmalarıyla İslam medeniyeti ve Müslüman kavimlerinin tarihinde yeni bir devir açıldığı, siyasi bakımdan olduğu gibi içtimai, iktisadi ve kültürel bakımdan da büyük değişikler vuku bulduğu halde bu büyük hadise, maalesef, henüz tarihi ehemmiyetiyle mütenasip bir araştırma mevzuu olmamış, hatta yalnız Türk ve İslam kavimlerinin değil, dünya tarihinin de dönüm noktalarından biri olan Selçuk istilası ve bunun neticeleri ancak pek yeni kavranılmaya başlanmıştır.1 Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulmasıyla başlayan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son asrına kadar, her sahada devam eden geniş devletçilik siyaset ve zihniyetinin en bariz ve hayrete şayan tecellileri, şüphesiz toprak idaresi ve hukukunda vuku bulmuştur. Eski Türk askeri teşkilat ve an’aneleri üzerinde kurulan Selçuk İmparatorluğu, kendinden önceki İslam devletlerinden farklı ve ilk defa olara, kölelere ve ücretli askerlere dayanan ordu sistemini imparatorluğun idaresi altında bulunan bütün ülkeleri eski Türk askeri esaslarına göre teşkilatlandırırken askeri iktâları ihdas etmek suretiyle askerlikte ve toprak idaresinde yeni bir sistem vücuda getirdi. Esası, muayyen toprak parçaları üzerinde, devlete ait vergilerin kısmen veya tamamen, hizmet karşılığı olarak, ordu mensuplarına terke dilmesinden ibaret olan bu iktâ sistemi İslâm ülkeleri toprakları için hukukî değil, sadece idarî bir değişikliktir. Toprak idaresinde askerî hizmet esasınâ göre tatbik edilen bu yenilik ilim âlemince, az çok malûm olmakla beraber henüz ciddî bir şekilde tetkik edilmiş değildir2 Biz burada, yakında neşredeceğimiz bir eserde, tetkik etmiş olduğumuz Selçuklu iktâı ile meşgul olmayacak, sadece Selçuklu Türkiyesi’nde bu iktâ sistemiyle birlikte tatbik edilen ve bugüne kadar ilim âleminin dikkatini çekmemiş olan toprak hukukundaki değişikliğin, yani bütün memlekete şâmil miri toprak sisteminin mevcudiyeti üzerinde duracak ve devletin bazı kayıt ve şartlara göre tanımış olduğu hususî toprak mülkiyeti şekillerini meydana koyacağız.
Askerî iktâlar, mahiyeti icabı, hukukî durumu öşrî ve harâcî olarak tespit edilmiş olan yani Müslim ve gayrimüslimlerin mülkiyet hakkı tanınmış bulunan veya mülkiyeti doğrudan doğruya devlete ait olan topraklar üzerinde kurulabileceğinden, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, hüküm sürdüğü eski İslâm ülkelerinde, şeriatın kuvvetle müdafaa ettiği hususî toprak mülkiyetine dokunmadı ve yeni fethedilen Anadolu topraklarında olduğu gibi, buralarda da toprakları devletleştirme imkânını bulamayarak veya buna lüzum da görmeyerek sadece yeni bir idarî sistem, askerî iktâ1ar, kurmakla iktifa etti. Bundan dolayı elimizde bulunan çok mütenevvi kaynaklarca toprakların Selçuklular tarafından devlet mülkü (mîrî) haline getirildiğine dair bir kayda rastlanamaz. Bu münasebetle Nizâmülmülk’ün “Bütün mülk ve reâyâ sultanındır”3 ifadesi ancak yüksek murakabe sultana yani devlete ait olduğu tarzında anlaşılmak icabeder.
Halife Nâsır Lidinillah’ın veziri Müeyyidülmülk’ün, belki de Türkiye’de tatbik edilen mîrî toprak sisteminden ilham almak sureti ile, Ahvaz taraflarında, halife namına hususî toprak mülkiyetine yapmak istediği müdahelenin şiddetli bir infiale sebebiyet vermesi de böyle bir hâdisenin Müslüman ülkelerinde ne kadar yabancı telâk
ki edildiğine bir delil olsa gerek.4 Hattâ Osmanlı devrinde Kürtlerle meskûn bazı Şark vilâyetlerinin mirî topraklar rejimine tâbi tutulmaması keyfiyetini de biz buraların daha önce İslâm hudutları içerisine girmiş olmaları dolayısıyla İslâm hukukuna göre taayyün etmiş bulunan hukukî durumlarının daha Selçuklular zamanında kabul edilmiş olacağıyla izah etmek istiyoruz. Tabiatıyla burada Abbasi devrinde teessüs eden İslâm hukukunun toprak ahkâmının Selçuklular devrinde de câri olduğunu kabul etmekle iktifa edeceğiz.
İslâm ülkelerinde askerî iktâlar hususî toprak mülkiyet hakkını muhafaza ederek kurulurken Bizanslılardan yeni fethedilen ve binaenaleyh İslâm hukukuna göre hukukî vaziyetleri daha evvel taayyün etmemiş bulunan Türkiye’de topraklar devlet mülkü (mîrî) haline getirildikten sonra iktâlar bu topraklar üzerine kurulmuş ve aşağıda belirteceğimiz hudut ve şekiller dışında, hususi toprak mülkiyetinin tanınmaması filî bir güçlüğe maruz bulunmadan tatbik edilmiştir. Eski islâm ülkelerinde türlü menşelerden gelen ve mülkiyeti devlete ait (mîrî) bulunan birtakım topraklar mevcut olmuş ise de bunlar devletin hususî toprak mülkiyetine müdahale eden bir siyasetin neticesi olarak teşekkül etmemiş ve bu gibi toprakların miktarı azalıp çoğalmakla beraber hiçbir zaman, Türkiye’de olduğu kadar, memlekete şâmil bir nispeti bulmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, Anadolu ve Rumeli topraklarında hususî mülkiyet ahkâmının câri olmayıp bütün memleket topraklarının devlet mülkü (mîrî) esasında bir hukuki duruma tâbi olduğu, nazarî İslâm hukukuna (fıkıh’a) karşı örfî hukuk sahasındaki teşriî faaliyetlerin XV. ve XVI. asırdan itibaren tedvin edildiği malûmdur. Osmanlı pâdişahları namına tedvin edilen ve fakat, şüphesiz daha evvelki devirlerden beri örfî hukuk sahasındaki faaliyetlerin metin haline geldiğini gösteren Osmanlı kanun-nâmeleri ile zamanın şeyhülislâmlarının, hususuyla bunların başında, Ebussuûd Efendi’in fetvâ’ları mirî toprak rejiminin mahiyet ve esaslarını, nazarî İslâm hukukuyla bu örfî hukukun telifi gayretlerini meydana koyan başlıca vesikaları teşkil eder. Osmanlı tarihiyle uğraşanlar için az çok bilinen ve Netâyicül-Vukuât müellifi tarafından esasları kısaca tespit edilen mîrî toprak sistemi, ancak son zamanlarda, Profesör Ömer Lütfi Barkan’ın, mevzuun ehemmiyetiyle mütenasip, araştırmaları sâyesinde anlaşılmaya başlamıştır.
II.
Böyle olmakla beraber mîrî toprak rejiminin Osmanlılarda nasıl vücut bulduğu, hiç olmazsa, daha önce Türkiye Selçuklularında bu rejimin câri olup olmadığı ve menşei hakkında ciddî bir fikir veya tetkik ilmî edebiyatda henüz yer almış değildir. Bu, Selçuklu Türkiyesi tarihine ait kaynakların kifayetsizliği ve araştırmaların da henüz pek iptidaî bir safhada bulunmasıyla ilgilidir. Eldeki birkaç kroniğin, bunun sathında ve siyasî şahsiyetlerle alâkası dolayısıyla iktâlar hakkında verdikleri mahdut malûmatı bile, siyasî vak’alarla alâkası olmayan ve daha hususî bir mahiyet arz eden toprak hukukunda bekleyemeyiz. Osmanlı devri gibi bu devrin de bu türlü meseleleri hakkında en mühim kaynak olması icabeden ve bizce mevcudiyetleri bilinen arazi tahrir defterleri ve bunlarla ilgili kanunların, herhalde Osmanlılardan çok önce, Selçuklu arşivinin mahvolması dolayısıyla, elimize geçmemiş olması bizi en esaslı kaynaklardan mahrum bırakmıştır. Bundan başka bu devirde Türkiye’de yazılmış fıkıh kitaplarının, toprak hukukunda yapılan bu mühim değişiklikten bahsetmeleri ve kaynak bakımından daha iyi bir durumda bulunmamız beklenebilirdi. Fakat bizim tetkik etmek imkânını bulduğumuz bu gibi eserlerde, maalesef, bu hususa dair bir malûmata rastlayamadık. Bu keyfiyet, herhalde, fıkıh ulemâsının bu yeni sistemi nazarî İslâm hukukunun çerçevesi içerisinde kabul etmemiş olmalarıyla kabili izahtır. Filhakika Karamanlı Pîr Mehmed Zübdetü’l-fetâva adlı eserinde (Hicrî 964) mîrî toprakların Türkçe “tapu” ile bey’ini câiz gördüğü halde zamanın ulemâsının bunu fâsit telâkki ettiğine dair kaydı bu bakımdan dikkate şayandır.5 Bu münasebetle bu türlü kaynaklardan pek ümitli olamayacağımızı söylemek mümkündür. Bununla beraber eldeki vesikaların, teferruattan sarfınazar, Selçuklu Türkiyesi’nde mîrî toprak sisteminin câri olduğunu ispata ve esaslarını meydana koymaya kâfi geleceği kanaatindeyiz. İleride, her an elde edilmesi mümkün olan, yeni vesikalar ile yeni araştırmaların bizi daha iyi neticelere götürebileceği de muhakkaktır. İşaret ettiğimiz Osmanlı devri hukukî vesikaları, Rumeli ile birlikte Anadolu topraklarının da hususî mülkiyet değil devlet mülkiyeti (mîri) hükümlerine tâbi olduğunu ifadede müttefiktirler. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun İslâm ülkelerinde muteber bulunan toprak hukukunu kabûl etmeleri mecburiyeti gibi Osmanlıların da, kendilerinden önce bir İslâm ülkesi haline gelen, Anadolu topraklarında kurulmuş içtimaî ve hukukî esasları alt üst edecek bir harekete girişmiş olacaklarını düşünmek imkânsızdır. Filhakika, hocam Fuad Köprülü’nün tetkikleriyle esasları ispat ve bizim araştırmalarımızla da daha bir çok hususlarıyla teyit edildiği, üzere, Selçukluların bir devamı olduğu anlaşılan Osmanlıların, Anadolu’da yaptıkları fetihlere dair tarihî kaynaklar onların bu taraflarda ilhak ettikleri memleketlerin mevcut kanunlarını, toprak idaresini ve tımarlarını aynen eski nizamında bıraktıklarını veya bunları iktibas ettiklerini müttefik olarak göstermektedir.6 Osmanlı İmparatorlu
ğu’nun mevcut içtimaî nizamı muhafazada ne kadar itina gösterdiğinin bâriz bir delili de ilhak edilen bu topraklarda, sadece, mevcut olan timar idarelerini değil, çok kere, halkın alışkın olduğu eski timar sahiplerini bile yerlerinde bırakmış olmasıdır.7 Binaenaleyh bu zihniyetle hareket ettiğini daha birçok misalleriyle bildiğimiz imparatorluk, mîrî toprak rejimini kendisi icat etmemiş, bilâkis bu rejime tâbi topraklar üzerinde kurulmuş ve bu gibi toprakları eski teşkilâtıyla bünyesine almış ve Selçukluların Anadolu’da kendilerine mîras bıraktığı bu sistemi, yeni fethedilen, Rumeli topraklarına nakil ve teşmilden başka bir şey yapmamıştır. Esasen kanun-nâmelerin Rumeli gibi Anadolu topraklarının da “Hîn-i fetihte ne öşriyye ve ne de harâciyye kılınıp temlik olunmuştur; arz-ı mîrî demekle marûftur” ifadesi de dikkate şayandır. Gerçekten “Hîn-i fetihte” ibaresiyle, Müslüman bir ülke olması dolayısıyla, Osmanlıların Anadolu’daki arazi ilhaklarının bahis mevzuu olmaması, bununla Selçuk fetihlerinin kastedilmiş bulunması icap eder. Uçlarda teşekkül eden ve yeni fetihlerde bulunan beyliklerin de mîrîleştirme hususunda aynı tarzda hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Bu muhakeme tarzı bizi, zarûrî toprak rejiminin Osmanlılara Selçuklulardan geçtiği kanaatine ve bu hususu araştırmaya sevketti.
Filhakika Selçuk vakfiyelerinde sultana mahsus arazi (arz assultanî), iktâ arazisi (arâzi al iktâiyye), büyük divân arazisi (arâzi divân al-kebîr) ve Aksarâyî’nin gösterdiği üzere, Moğol devrinde dalay arazisi adıyla zikredilen topraklar mülkiyeti devlete ait bu mîrî topraklardır.8 Kronik ve vakfiyelerde sultanlara ait haslar (arz al-hassa as-sultanî) adıyla gösterilen yerler de bu mîrî topraklardan saltanat ailesine tahsis edilen yerlerdir. Gerçekten vakfiyelerde şehir ve kasabalar civarında yapılan vakıfların hudutları tespit edilirken, hususî mülk olan topraklar mülk sahiplerinin adlarıyla zikredildiği halde şehir ve kasabaların uzaklarında yapılan vakıf arazi hudutlarının sultan arâzisi, iktâ arâzisi ve büyük divân arâzisi adıyla gösterilmesi dikkati çekicidir ve bu toprakların hususî şahıslara değil devlet mülkiyetine (mîrî’ye) ait olduğunu ifade eder. Aşağıda hususî mülkiyet şekillerinden bahsederken burada meydana çıkan hususî mülkiyet üzerinde ayrıca duracağız.
Dostları ilə paylaş: |