kayyûmiyyet (a.i.) 1. ebedî ve ezelî olma. 2. fels. özdenlik, fr. aseite.
kâz, gaz (f.i.) makas, (bkz. (mikrâz).
kaza' (a.i.) 1. olacağı ezelden Cenâb-ı Hak tarafından takdîr olunan şeylerin vukua gelmesi. 2. dâvaları görme işi, hüküm, hüküm verme; kadı'mn hükmü, kadılık vazifesi, bir kadı'nın idaresi altında bulunan yer. 3. istemeden yapılan ve elden çıkan kötü iş, zararlı iş. 4. vaktinde kılınmayan namaz, tutulmayan oruç borcunu usul ve kaidesine göre sonradan ödeme. 5. (c. kazâhâ) kaymakamlık, ilçe. 6. tehlike. 7. hâdise, vukuat.
Silk-i kaza kadılık yolu, mesleği.
Ecel-i kaza bir kaza neticesinde olan ölüm.
Ez-kazâ kaza olarak, kaza suretiyle; şayet, olursa, (bkz: kazaen, kazara).
Taht-ı kaza bir kadı'mn idaresi altında olan.
kazâ-i hacet aptes bozma.
Kaza vü kader alın yazısı, (bkz: kader-i ilâhî).
kazâ-i fi'lî huk. [eskiden] yargıcın yetî-min malını satması gibi fîlen olan hüküm.
kazâ-i kavlî huk. [eskiden] "hükmettim, ilzâmettim" demek gibi söz ile olan hüküm.
kazâ-i nâ-gehânî görünmeyen, beklenmedik kaza.
kazaen (a.zf.) kaza olarak, kaza suretiyle, bilmeyerek, yanlışlıkla elden çıkarak, (bkz: ez kaza, kazara).
kazâhâ (a.i.c. kazâ'dan) kazalar, kaymakamlıklar (ilçeler).
kazâî (a.s.) kaza ile ilgili; hüküm vermeğe ait.
kazâî rüşd huk. belirli şartların bulunması hâlinde hâkim kararıyla kazanılan rüşt.
kazar (a.i.) pislenme, kirlenme.
kazara (a.zf.) kaza olarak, kaza suretiyle, bilmeyerek, yanlışlıkla, elden çıkarak. (bkz: ez kaza, kazaen).
kazâ-zede (a.f.b.s.) kazaya uğramış.
kazevi (a.i.) sazdan yapılmış, içine, pirinç, hurma ve benzeri şeyler konulan kulpsuz sepet, zenbil.
kazf (a.i.) l, atma. 2. namuslu bir kadına, zîna suçunu isnâdetme.
Hadd-i kazf namuslu kadınlara iftira edenlere verilen ceza.
kazf bi-tarîki’l-kinaye huk. bir kimseye kinâyî bir tâbir ile zina isnâd etmektir ki, haddi îcâbetmez.
kazf-i muallak huk. bir şarta ta'lik suretiyle vuku' bulan kazf, ki haddi îcâbetmez, velev ki şart bilâhara tahakkuk etsin ["filân şu yere giderse zânîdır" denilmesi gibi].
kazf-i muzâf huk. bir vakte izafe suretiyle vuku' bulan kazf, ki haddi mûcibolmaz, velev ki o vakit tahakkuk etsin ["filân, şu haneye gireceği gün zânîdir" denilmesi gibi].
kazf-i sarîh huk. sarahatten zinaya müş'ir bir lâfız ile vuku' bulan kazf ["filân zânidir" denilmesi gibi].
kâzım (a.s.c. kâzımın) 1. öfkesini, hırsını yenen [kimse]. 2. i. erkek adı.
kâzımü’l-gayz öfkesini yenen.
kâzımen (a.s.) ["kâzım'ın müen.]. (bkz: kâzım).
kazım, kazıma ("ka" lar uzun okunur, a.s.) kemirici [hayvan], (bkz: kadıma).
kazıme-i zâtü’t-terkova zool. kunduz, sincap.
kâzımın (a.s. kâzım'ın c.) öfkesini, hırsını yenenler.
kâzımîne’l-gayz öfkesini yenenler.
kazî ("ka" uzun okunur, a.i. kazâ'dan). (bkz. kadî).
kazî-asker (a.b.i.) kazasker, [eskiden] ilmiye rütbelerinin sonuncusu ve mülkiyede bâlâlık, askerlikte müşir rütbesinin altında olan, Rumeli, Anadolu adıyla iki derecesi bulunan payedeki zat. (bkz: kadı-asker).
kâzib (a.s. kizb'den) 1. kezbeden, yalan söyleyen, yalancı. 2. yalan, uydurma.
Haber-i kâzib yalan, uydurma haber.
Haşeb-i kâzib bot. ağacın kabuğu ile içi arasında her sene meydana gelen haşebî (odunumsu) bir tabaka, henüz odunlaşmamış, yalancı odun.
Kavl-ı kâzib yalan söz.
Subh-i kâzib sabaha karşı görünen ve bir müddet sonra kaybolan beyazlık.
Şöhret-i kâzibe uzun sürmeyen yalancı şöhret, ün.
kâzibe (a.s.). ["kâzib'in müen.]. (bkz. kâzib).
kâzime (a.i.) [büyük] şehir, (bkz: mısr).
kâzime-i Bağdâd Bağdat [büyük] şehri.
kaziyye (a.i.c. kazaya) 1. iş, husus, madde, mesele; dâva. 2. gr. cümlecik. 3. mant. teklif, önerme. 4. mat. yardımcı teorem.
kazıyye-i asliyye gr. asıl cümle.
kaziyye-i hükmiyye huk. muhâsamanın mevzuunu teşkîl eden hâdise.
kaziyye-i külliyye huk. hükmî mevzuu bütün efradına şâmil olan madde.
kaziyye-i mûcibe-i cüz'iyye mant. *olumlu tikel önerme.
kaziyye-i mûcibe-i külliyye mant. olumlu tümel önerme, fr. proposition üniverselle affirmative.
kaziyye-i muhkeme fels. kesin hüküm.
kaziyye-i salibe fels. olumsuz önerme.
kaziyye-i sâlibe-i cüz'iyye mant. yadsılı tikel önerme.
kazurat ("ka" uzun okunur, a.i. kazûre'nin c.) 1. pislik, murdarlık. 2. insan pisliği.
kazûre ("ka" uzun okunur, a.i.c. kazurat) pislikler, murdarlıklar, [bu kelime, dilimizde kullanılmaz].
kazz (a.i.) ham ipek.
Dûdü’l-kazz ipek böceği.
kazzâfe (a.i.) sapan, (bkz: felâhen).
kazzâz (a.i.) ipekçi, ipek işleyen, ipek satan.
ke (f.e.) Farsça'da küçültme edatıdır. Meselâ "merdüm, merdümek adamcağız." gibi.
ke (a.ha.) gr. teşbih, benzetme harfi olup :"gibi, misillü" mânâlarına gelir.
ke-enne, ke-ennehu sanki, güya.
ke'l-evvel evvelki gibi.
ke-mâ-fi-s-sâbık eskiden olduğu gibi.
ke-zâlik yine böyle, yine öylece.
kebâb (a.i.) 1. doğrudan doğruya ateşte veya kab içerisinde pişirilen et. 2. ateşte alazlanarak veya kavrularak pişirilen her türlü nesne.
kebâbe (a.i.) bot. baharattan kara biberi andırır tane, kuyruklu biber. ["kebâbiyye" yanlıştır].
kebâbî (a.i.) kebap yapan ve satan kimse.
kebâbiyye (a.i.) 1. lülenin altında kalan tütün. 2. sigara izmariti.
kebâd (a.i.) iri limon, (bkz: kebbâd).
kebâde (f.i.) ta'lim yayı, kepaze.
kebâde-keş (f.b.s.) ta'lim yayım çeken, ok atma ta'lîmini yapan veya bu ta'lîme hevesli bulunan [kimse].
kebâde-keşî (f.b.i.) ta'lim yayını çekme, ok atmaya hevesli olma.
kebâir (a.i. kebîre'nin c.) büyük günahlar, [adam öldürme veya zina gibi].
Ehl-i kebâir çok büyük günahlar işleyen.
kebâis (a.i. kebîse'nin c.) bir gün fazlası olan yıllar, şubat 29 çeken yıllar.
kebbâd (a.i.) bot. ağaç kavununa benzer bir çeşit büyük ve yumuşak bir limon olup, dilim dilim kesilerek tatlısı yapılır, (bkz: kebâd).
kebbân (a.i.) büyük terazi, kapan. [Farsça "kepân" sözünden Arapçalaşmıştır].
kebd (a.i.c. ekbâd, kübûd). (bkz: kebed).
kebed (a.i.c. ekbâd) karaciğer, (bkz: şüş).
İltihâb-ı kebed karaciğerin iltihaplanması.
kebedü’l-bahr denizin engin yeri.
kebedü’l-kavs yayın orta yeri.
kebedî, kebediyye (a.s.) 1. kebed'le, karaciğerle ilgili olan. 2. karaciğer renginde olan.
kebediyyeler (a.t.i.) bot. ciğerotlan, fr. hepatiques.
kebg (f.i.) zool. keklik.
kebg-i derî zool. bir çeşit keklik.
kebg-reftâr (f.b.s.) keklik gibi yürüyen, keklik gibi seken, keklik yürüyüşlü.
kebîr (a.s.c. kibar, küberâ) 1. büyük, ulu. 2. yaşça büyük, yaşlı. 3. çocukluktan çıkmış
Câmi-i kebîr büyük cami.
Cebel-i kebîr büyük dağ. (bkz: azîm, cesîm). genç. [müen. "kebîre"].
kebîre (a.i.c. kebâir) büyük günah. [adam öldürme veya zina gibi].
kebîse (a.i.c. kebâis, kevâbis) şubat 29 çeken yıl, bir gün fazlası olan yıl.
Sene-i kebîse dört yılda bir şubat ayının 29 çekmesi. ["kebîse" aslında "doldurulmuş" mânâsına gelir].
kebs (a.i.) çukurluğu doldurup düzleme.
kebş (a.i.c. kibâş) erkek koyun, koç, çebiş.
kebş-i İsmail Hz. ismail yerine kurban edilmek üzere gökten indirilen koç.
kebûd (f.s.) gök rengi, mavi.
Çeşmân-ı kebûd mavi gözler.
Asmân-ı kebûd mavi gök.
kebûdî-i bahr denizin maviliği.
kebûd-fâm (f.b.s.) mavi renkli, gök renginde olan. (bkz: minâ-fâm).
kebûdî (f.i.) mavilik, mavi renkli.
kebûdî-i bahr denizin maviliği.
kebûdî-kebûd ıS ıS (f.s.) masmavi.
kebûter - (f.i. c. kebûterân) güvercin. (bkz. kâlûc).
kebûter-i çarhî güvercin taklası, takla atarak uçan güvercin.
kebûter-i dil gönül güvercini, güvercine benzeyen gönül.
kebûter-i dü-bâme sık sık fikir değiştiren, bukalemun mizaçlı kimse.
kebûter-i dübürcî (bkz: kebûter-i dü-bâme).
kebûter-i harem 1.Kâbe'de bulunan ve avlanması yasak olan güvercin cinsi; 2) Kureyş kabilesinden Mekke'li bir hanım.
kebûter-i nâme-ber mektup götüren güvercin, posta güvercini.
kebûter-i şâlvârî paçalı güvercin.
kebûter-i tîz-per yarış güvercini.
kebûter-i yahu yüksek sesle öten güvercin.
kebûterân (f.i. kebûter'in c.) güvercinler.
kebûter-bân (f.b.i.) güvercin bakıcısı.
kebûter-bâz (f.b.i.) güvercin yetiştiren, besleyen, satan kimse.
kebûter-hâne (f.b.i.) güvercinlik.
kec (f.s.) eğri, çarpık, (bkz: geç, gej, kej).
kec ü meç çarpık, altüst.
kecâbe (f.i.) deve üstüne konulan bir çeşit tahtırevan, (bkz. kecâve, mahfe).
kecâve (f.i.) deve üstüne konulan bir çeşit tahtırevan, (bkz. kecâbe, mahfe).
kec-hah (f.a.b.s.) aykırı görüşlü, hileli satış yapan eğri bakan, şaşı.
kec-bîn (f.b.s.) 1. eğri bakan, şaşı. 2. yanlış, ters düşünen.
kec-mizac (f.b.s.c.) Mizacı, tabiatı hoş olmayan. (bkz: kec-tab‘).
kec-fehm (f.b.s.c.:kec-fehmân)) ters, yanlış anlayan.
kec-bâz (f.b.s.) oyunda hîle eden.
kec-be-kec (f.s.) çok eğri.
kec-bey' (f.a.b.s.) kimse.
kec-bîn (f.b.s.) 1. 2. ters, yanlış anlayan.
kec-çeşm kelime anlamını bulamadım????????
kec-dehân (f.b.s.) eğri ağızlı, çarpık.
kec-dehen (f.b.s.) (bkz: -dehân). boynu eğri, düşüncesi aykın olan kimse.
kec-gerdân (f.b.s.) eğri boyunlu, eğri boyun.
kec-gerden (f.b.s.) bkz. kec-gerdân).
kec-hân (f.b.s.) başkasının kötülüğünü isteyen.
kec-hûy (f.b.s.) fena, kötü huylu
kec-külâh (f.b.s.) 1. külahını eğri giyen, eğri külâhlı. 2. meç. külhanbeyi; serseri.
kec-nazar (f.a.b.s.) eğri bakışlı; hasetçi, kıskanç.
kec-nigâh (f.b.s.) bakışı eğri olan, eğri bakışlı.
kec-nihâd (f.b.s.) tıyneti, mayası bozuk [kimse]; ters huylu, aksi.
kec-perverî (f.b.i.) aksilik.
kec-reftâr (f.b.s.). (bkz: kec-rev).
kec-rev (f.b.s.) 1. eğri giden, tuttuğu yol aykırı, sakat olan. (bkz. kec-reftâr). 2. aksak, topal.
kec-re'y (f.a.b.s.) reyi, düşüncesi sakat, ters [olan].
kec-tab' (f.a.b.s.) tabiatı, mizacı ters olan, aksi. (bkz. kec-mizâc).
keçel (f.s.) dazlak [adam]; kel başlı. (bkz. akra').
keçkûl (f.i.). (bkz: keşkül).
ked (f.i.) ev. (bkz: hâne, mesken).
ked-bânû (f.b.i.) kâhya kadın, bir dâireyi idare eden kadın.
kedd (a.i.) çalışma, çabalama, uğraşma, iş; emek.
kedd-i yemîn (sağ elin emeği) el emeği.
-kede (f.e.) mahal, yer, ev.
Âteş-kede ateş yeri.
Mey-kede mey yeri, meyhane.
Mihnet-kede mihnet yeri.
keder (a.i.) 1. bulanıklık. 2. (a.i. c. ekdâr) tasa, kaygı, gönül üzüntüsü, (bkz: gamm, gussa).
keder-efzâ (a.f.b.s.) keder veren, keder verici.
keder-engîz (a.f.b.s.) keder koparan, keder kopancı, keder meydana getiren.
keder-nâk (a.f.b.s.) kederli, tasalı, gamlı.
ked-hüdâ (f.b.i.) kethüda, kâhya.
kedm (a.i.) ısırma.
kedme (a.i.) yara nişanı, bere, iz.
kedû (f.i.) 1. kabak. 2. şarap kabı. 3. meç. kafatası.
ke-en-lem-yekün (a.zf.) sanki yokmuş, hiç yokmuş, hiç olmamış gibi.
keenne (a.zf.) sanki, güya, gibi, benzer.
keenne-hu (a.zf.) güya, sanki, gibi; benzer.
kef (f.i.) 1. köpük. 2. sünger taşı.
kef-i derya deniz köpüğü.
kef (a.f.ha.) Osmanlı alfabesinin yirmi beşinci harfi olup "ebced" hesabında yirmi sayısının karşılığıdır, [bugünkü alfabemizde, Osmanlıcanın kaf ve kef harfleri birleştirilmiştir], (bkz: kâf).
kefâ (f.i.) mihnet, meşakkat, sıkıntı.
kefâef (a.i. küfv'den) bir şeyin dengi, eşi olma.
kefâf (a.i.) yaşayacak kadar nzık.
kefâf-ı nefs bir kimsenin ölmeyecek kadar olan rızkı, nafakası; doyumluk, ["kifâf" şekli, yaygın olmakla beraber yanlıştır].
kefalet (a.i.) kefillik, birine kefil olma.
kefâlet-bil mâl fık. bir mal için kefil olma.
kefâlet-bin-nefs fık. birinin şahsına kefil olma.
kefâlet-bit-teslîm tic. bir malın teslimine kefil olma.
kefâlet-i muaccele huk. tâcîl (acele) kay-diyle mukayyet olan kefalet, hemen ödenmek kaydıyla kefalet.
kefâlet-i muallaka fık. şarta muallâk olan kefalet ["filân adam senin alacağını vermezse ben veririm" gibi].
kefâlet-i mukayyede huk. bir kayıt ile takyit olunan kefalet [hemen eda ve teslîm olunmak üzere tacil kaydıyla yahut filân vakitte îfâ ve teslîm olunmak üzere diye tecîl kaydıyla mukayyet olan kefalet gibi].
kefâlet-i mutlaka huk. bir kayıt ile bağlı olmayan kefalet.
kefâlet-i muvakkate fık. muvakkat bir zaman için kefil olma ["filân vakite kadar bu adama kefilim" gibi].
kefâlet-i muzâfa huk. gelecek zamana izafe edilen kefalet, ["gelen filân vakitten îtibâ-ren kefilim" demek gibi].
kefâlet-i münecceze huk. şarta bağlı ve gelecek zamana muzâf olmayan kefalet [filânın borcuna veya nefsine filân malın teslimine filhal kefil olma gibi].
kefâlet-i müeccele huk. te'cîl kaydiyle mukayyet olan kefalet ["filân vakitte îfâ olunmak üzere" yapılan kefalet gibi].
kefâlet-i müteselsile huk. iki veya daha çok kimselerin birbirlerine karşılıklı kefil olmaları.
kefâlet-i nakdiyye huk. bir hususu te'mîn için depozito yatırmak suretiyle kefil olma.
kefâleten (a.zf.) kefalet suretiyle, kefil olarak.
kefâlet-nâme (a.f.b.i.) kefalet senedi, kefillik kâğıdı.
kefe (f.i.) köpük [ağızdan gelen].
kefçe (f.i.) kepçe.
kefe (a.i.). (bkz: keffe).
kefef (a.i. keffe'nin c.) kefeler, terazi gözleri, terazi tablaları, (bkz: kifâf).
kef-efşân (f.b.s.) köpük saçan, (bkz: kef-nisâr).
kefel (a.i.) ard, dip, kıç.
kefen (a.i.c. ekfân) ölüyü sardıkları bez.
kefen-bâf (a.f.b.s.) kefen dokuyan, kefen dokuyucu.
kefen-be-dûş (a.f.b.s.) kefeni omuzunda, rind.
kefen-düzd (a.f.b.s.) mezar soyu-cusu.
kefen-pûş (a.f.b.s.) kefene sarılmış, kefenlenmiş.
kefere (a.i. kâfir'in c.) kâfirler, hakkı tanımayanlar, hak dînini inkâr edenler, Müslüman olmayanlar, (bkz: kâfirim, küffâr).
kefere-i fecere 1) çok günah işlemiş kâfirler; 2) [eski târihlere göre] islâm olmayan unsurlar.
keff (a.i.c. küfûf) 1. el içi, el ayası, avuç. (bkz: râhe).
Bâtın-ı keff elin içi, aya.
Zâhir-i keff elin üstü.
keff-i beyzâ Hz. Musa'nın mucize yapan eli.
keff-i dest el ayası.
keff-i kifayet eli işe yatkın olma.
keff-i Musa Hz. Musa'nın eli. 2. ayağın altı, taban.
keff-i pâ ayak tabanı.
keff-i nefs duygularını kontrol altına almak. 3. el çekme; vazgeçme. 4. ed. arûz'un yedinci sakin harfini çıkartma.
keff-i yed el çekme, vazgeçme, karışmama.
keffü’l-esed bot. aslanpençesi, fr. alche-mille.
keffâret (a.i.) bir günaha karşı tutulmak üzere yapılan veya tutulan şey.
keffâret-i yemîn yerine getirilemeyen yemine karşı oruç tutmak, sadaka vermek, köle azâdetmek gibi şer'î ceza. ["kefaret" şekli yanlıştır].
keff-çe (f.i.) 1. küçük el. 2. kepçe.
keff-çe-gîr (f.b.i.) silâh yapımında erimiş demiri karıştıran işçi.
keffe (a.i.c. kefef, kifâf) kefe, terazi gözü, terazi tablası.
keffet-üd-deff dâire kasnağı.
keffet-üs-sâid avcıların değirmi ağı.
keffeteyn (a.i.c.) terazinin iki gözü.
keffiyye (a.i.) Araplar tarafından kullanılan ve omuzlan da örten püsküllü erkek baş örtüsü.
keff-ne (a.i.) biz, çuvaldız ve benzeri şeyleri kullanırken avucu korumak maksadıyla ele geçirilen demirli kayış.
kef-gîr (f.b.i.) "köpük tutan", kevgir, delikli kap, süzgeç; kepçe.
kefil (a.i. kefâlet'den) kefalet eden, kaçındığı takdirde birinin borcunu ödemeyi, birinin bir şeyi yapması gerekirken- yapmadığı takdirde o işi yapmayı kendi üstüne alan kimse.
kefîl-bi-l-mâl fık. bir malın ödenmesine kefil olan kimse.
kefil-i mu'teber istenilen vasıftaki kefil.
kefîl-bi-n-nefs fık. birinin şahsına kefil olan kimse.
kefîl-bi’t-teslîm bir malın teslimine kefil olan kimse.
kef-nisâr (f.b.s.) köpük saçan. (bkz. kef-efşân).
kefr (a.i.c. küfür) 1. köy. 2. örtme.
kefş (f.i.) ayakkabı, pabuç.
kefş-dâr (f.b.s.) ayakkabılan muhafaza eden kimse.
kefş-dûz (f.b.i.) ayakkabı diken, eskici, köşker. (bkz: kefş-ger).
kefş-gen (f.b.i.) ayakkabı çıkarılan yer, pabuçluk.
kefş-ger (f.b.i.) ayakkabıcı, eskici, köşker. (bkz: kefş-dûz).
kefş-ger-dân (f.b.i.) ayakkabı, kundura çeviren, hizmetkâr.
keftâr (f.i.) zool. sırtlan.
kefter (f.i.) güvercin, (bkz: kebûter).
keh (f.i.) saman, (bkz: kâh).
kehâ (f.s.) mahcup, utangaç.
kehâil (a.s. kehîl'in c.) sürme çekilmiş, sürmeli [gözler].
kehânet (a.i.) falcılık, bakıcılık.
kehânet-fürûş (a.f.b.s.) falcılık, gaipten bilmişlik satan.
kehânet-fürûşî (a.f.b.i.) falcılık, gaipten bilmişlik satma.
kehene (a.i. kâhin'in c.) falcılar, bakıcılar, gaibten haber verenler.
kehf (a.i.c. kühûf) 1. in, mağara, (bkz: gar). 2. sığınak, sığınacak yer. (bkz: melce'). 3. anat. vücuttaki oyuk.
kehf-i rie verem mikrobunun akciğerde açtığı oyuk, fr. caverne.
kehhâl (a.i.) 1. göz hekimi. 2. göze çok sürme süren, sürme çeken kimse.
kehhâl-i şeriat mec. Hz. Muhammed.
kehîl (a.s.c. kehâil, kehlâ) sürme çekilmiş, sürmeli [göz].
Ayn-ı kehîl sürmeli göz. [müen. kehîle].
kehîlâ (a.i.) gözleri kudretten sürmeli olan kadın.
keh-keşân (f.b.i.) saman uğrusu, hacılar yolu, saman yolu.
kehkeşân-sâkin (f.a.b.s.) kehkeşanda, saman yolunda oturan.
kehl (a.i.) göze sürme çekme.
kehl (a.i.c. kihâl, kühûl, kühlân) 30-50 yaş arasında bulunan kimse, olgun çağı.
kehl, kehle bit.
kehlâ (a.s. kehîl'in c.), (bkz: kehâil).
kehrübâ (f.b.i.) "saman kapan" kehlibar.
kehrübâî (a.s.) kehlibara ait, kehlibarla ilgili, [bu kelime bir aralık "elektrik, elektrikî"; kehrübâiyyet de "elektrikiyyet" mânâların karşılamakta idi].
kehvâre (f.i.). (bkz. gehvâre).
kehvâre-nişîn (f.b.s.). (bkz: gehvâre-nişîn).
kej (f.s.) eğri, çarpık, (bkz: kec).
kej-tab' kötü yaradılışlı.
kej-çeşm (f.b.s.) eğri bakışlı, şaşı. (bkz: ahvel, kec-nazar).
kej-düm (f.b.s.) 1. eğri kuyruklu. 2. zool. akrep.
kej-düm-i bahrî zool. deniz akrebi, iskorpit, lât. scorpena scrofa.
kej düm-i felek astr. akrep burcu.
kejdüme (f.i.) tırnak diplerinden çıkan ve etyaran denilen hastalık.
kej-dümî (f.b.s.) akreple ilgili, akrep gibi
kej-tab' (f.a.b.s.) tabiatı eğri.
kelâ (a.i.) yeşil ot.
kelâb (a.i.) 1. hek. kuduz hastalığı; kudurma. 2. su ürküntüsü, idrofobya, lât. hydrophobia.
kelâbe (f.i.) çile hâlindeki iplik.
kelâcû (f.i.) kadeh.
ke-1-adem (a.b.s.) yok, yokmuş gibi.
kelâlîb (a.i. küllâb'ın c.) ucu eğri demirler, çengeller, kancalar.
kelâg (a.i.) zool. bir cins karga (kuzgun).
kelâl (a.i.) 1. yorgunluk; bıkkınlık, (bkz: kelâlet).
kelâl-i dil gönül yorgunluğu. 2. uzak akraba.
kelâl-âver (a.f.b.s.) yorgunluk getiren, yorucu, sıkıcı, (bkz: kelâl-bahş).
kelâl-bahş (a.f.b.s.) yorgunluk veren, yorucu, sıkıcı, (bkz: kelâl-âver).
kelâlet (a.i.) yorgunluk, gevşeklik, (bkz: kelâl1).
kelâm (a.i.) 1. söz, lâkırdı, (bkz: kavi, suhen). 2. gr. söz, ibare, fıkra; cümleler veya cümlecikler. 3. söyleyiş, nutuk. 4. dil, lehçe. 5. Allah'dan ve Allah'ın birliğinden bahseden ilim. 6. Kur'an. (bkz: Fürkan).
Âgaz-ı kelam söze başlama.
Batiy-yül-kelâm ağır ağır, zorlukla konuşan.
Hâsıl-ı kelâm sözün kısası.
Hulâsa-i kelâm sözün kısası.
İlm-i kelâm Allah'ın birliğini ve Allah ile ilgili bahisleri akıl ve mantık ile ispat eden ilim.
İrâd-ı kelâm söz söyleme.
Mâ la kelâm söz götürmez, diyecek yok.
Mîr-i kelâm düzgün, temiz ve zarif söz söyleyen.
Netîce-i kelâm sözün kısası, (bkz: hâsıl-ı kelâm, hulâsa-i kelâm).
Redd-i kelâm karşılık verme, cevap verme.
Takrîr-i kelâm söyleme.
kelâm-ı kibar atasözü hükmüne geçmiş hikmetli, meşhur söz.
kelâm-ı mahrem gizli söz.
kelâm-ı manzum manzum söz.
kelâm-ı mensur nesir söz.
kelâm-ı nefsî içten konuşma, Allah'ın lâfz, harf ve ses olmayan zatî kelâmı, fr. endophaise.
kelâm-ı resul Hz. Muhammed'in sözü, Hadîs.
kelâm-ı tünd sert söz.
kelâm-Ullah (Allah'ın sözü) Kur'an. (bkz: Kelâm-ı kadîm).
kelâmî (a.s.) kelâma, söze ait, sözle ilgili.
kelâmî tekyesi [eskiden] İstanbul'da bulunan bir nakş-i bendî tekkesi olup şeyhi Esad Efendi idi.
kelâmiyye (a.i.) kelâmcılar yolu.
kelâmiyyûn (a. i. c.) kelâmcılar, îtikadla ilgili mes'eleler üzerinde münâkaşa yolu açan zümre.
kelân (f.s.) iri, büyük, heybetli, cüsseli, iri gövdeli.
kelân-ı ravza Hz. Muhammed.
kelân-ter (f.b.s.) daha büyük, çok iri.
kelâseng (f.b.i.) sapan.
kelb (a.i.c. kilâb) köpek, (bkz: seg).
Dâ’ü’l-kelb hek. kuduz hastalığı.
kelb-i Alî (Hz. Ali'nin köpeği) bazı Alevîler tarafından erkek çocuklarına verilen ad.
kelb-i akur kudurgan köpek.
kelb-i muallem terbiye görmüş, eğitilmiş köpek.
kelbetân, kelbeteyn (f.b.i.) kerpeten.
kele (f.i.) yanak, (bkz: ruh).
kelbî (a.s.) köpeğe ait, köpekle ilgili.
kelbiyye (a.i.) 1. fels. kinizm, fr. cynisme, cynique. 2. zool. köpekgiller.
kelbiyye-i ehliyye av, ev ve sokak köpeği.
kelbiyye-i sa'lebiyye tilki.
kelbiyye-i şegaliyye çakal.
kelbiyye-i zenebiyye kurt.
kelbiyyûn (a.i.c.) meşhur Diogene'in de içinde bulunduğu, kalenderâne yaşamayı îtiyad edinen bir fırka, kelbiyye taifesi.
kelbü’l-asgar (a.b.i.) astr. semânın kuzey yarımküresinde görülebilen bir yıldız kümesi, lât. Canis Minoris; fr. Le Petit Chien.
kelbü’l-ekber (a.b.i.) astr. semânın güney yarımküresinde bulunan ve görülen yıldızların en parlağını ihtiva eden bir yıldız kümesi, lât. Canis Majoris; fr. Le Grand Chien.
kelbü’l-mâ’ (a.b.i.) 1. köpek balığı. 2. kunduz.
kelebçe (f.i.) 1. suçluların kaçmasını önlemek üzere bileklerine takılan demir halka. 2. kablo, boru gibi şeyleri bir yere bağlamak için kullanılan halka.
kelef (a.i.) 1. yüzdeki benek, siyah veya kırmızı noktalar. 2. şiddetli sevgi.
kelekî (f.i.) kuş kanadının büyük tüylerinden yapılan padişah sorgucu, tuğ.
kelel (f.i.). (bkz. kelekî).
ke’l-evvel (a.zf.) evvelki gibi, eskisi gibi.
kelîl (a.s.) 1. körleşmiş, kesmez, işlemez [kılıç, bıçak v.b.]. 2. gözleri iyi görmeyen, az gören.
kelim (a.s. kilâm'dan) 1. söz söyleyen, konuşan. 2. i. ikinci şahıs, (bkz: muhâtab). 3. Tûr-i Sînâ'da Cenâbıhak'la konuşması dola yısıyla Hz. Musa'nın unvanı.
Sûre-i kelîm Kur'ân'ın yirminci sûresi, Tâhâ sûresi.
Nâfizü’l-kelim sözü geçer.
kelimât (a.i. kelime'nin c.) kelimeler, lâkırdılar, sözler.
kelimât-ı llâhiyye ilâhî sözler.
kelimât-ı takdîriyye takdir edici kelimeler.
kelîm-dest (f.b.s.) olgun kimse.
kelime (a.i.c. kelimât, kelim, kilem). [bizde "kelimât" şekli çok kullanılır]. 1. bir fikir anlatan, bir veya birkaç heceden meydana gelen ses, söz. 2. lâkırdı. 3. gr. isim, fiil ve harf olarak üçe aynlan söz bölümlerinin hepsi.
İ'lâ-yi kelimet-Ullah Müslümanlığı yükseltme, yayma.
kelime-i asliyye gr. basit kelime, sözcük, fr. mot simple.
kelime-i külliyye fels. *kamumantıkçılık, fr. panlogisme.
kelime-i müvellede yeni türetilen kelime, yeni kelime bulma, neoloji, fr. neologie.
kelime-i şahadet Müslümanlığın şartlarından biri olan "eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü" cümlesi.
kelime-i tayyibe güzel söz, gönül alıcı söz.
kelime-i tevhîd "lâ-ilâhe illallah; Muhammedün resûlullah".
kelimeteyn, kelimetân (a.i. c.) İslâmî inancın temelini oluşturan "Allah'tan başka tapacak yoktur ve Hz. Muhammet O'nun resulüdür" ibareleri.
kelîm-Ullah (a.h.i.) Tûr-i Sînâ'da Allanın hitabını duyan Hz. Musa.
keling (f.s.) şaşı. (bkz: ahvel).
Dostları ilə paylaş: |