Bibliyografya: 7 ariF-i fethullah çelebi 8



Yüklə 1,59 Mb.
səhifə36/47
tarix27.12.2018
ölçüsü1,59 Mb.
#87727
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   ...   47

ASABE

İslâm hukukunda miras bırakana doğrudan veya erkek vasıtasıyla bağlı bulunan mirasçılar için kullanılan fıkıh terimi.

Asabe âsıbın çoğuludur. Kelimenin kö­künde “Sarmak, kuşatmak” mânası var­dır; kavgada veya savunma sırasında yakın akraba kişinin etrafını sardığı, onu korumaya çalıştığı için bunlara asabe denilmiştir. Kelime çoğul olmakla birlik­te fıkıhta tek kişi için de kullanılır.

Asabe İslâm'dan önce, “Baba tarafın­dan gelen erkek akraba ve erkek çocuk­lar” anlamında kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de asabe sınıfına giren mirasçı­lara ait hükümler vardır; ancak bu mi­rasçıları ifade etmek üzere asabe kelimesi kullanılmamış, baba, çocuk, kar­deş gibi ifadelerle asabeye temas edil­miştir. Hz. Peygamber zamanından iti­baren ise diyet ve miras alan muayyen yakınlar için kullanılmıştır. 1033

Fıkıh ve ferâiz kitaplarında asabe;

“Tek başına bulunduğu zaman mirasın tama­mını, belli hisseli mirasçılarla beraber bulunduğu zaman onlardan arta kalanı alan mirasçı” şeklinde tarif edilmiştir. Asabe olma vasfı verasetin en kuvvetli sebebi olarak telakki edilmiştir; çünkü bu vasfı taşıyan mirasçı tek başına kal­dığı zaman bütün mirası alabilmekte­dir. Halbuki derece itibariyle başta bulu­nan ashâbü'l-ferâiz* mirasçıları bu va­sıflarıyla mirasın tamamını alamamak­tadır. Asabenin mirasçı olması nassın 1034işaret ve delâleti yanında icmâ ile de sabittir.

İslâm hukukçulan asabeyi, ölü ile olan ilgisinin mahiyet ve nevine göre kısım­lara ayırmışlardır.

A) Nesebiyye

Miras bırakana erkek va­sıtasıyla ve kan 1035 bağı ile bağlı bu­lunan asabedir. Oğul ve oğlun oğlu gi­bi kendileri de erkek olanlara binefsihî, oğul yanında bulunan kız gibi, erkek kar­deşi sayesinde asabe olanlara bigayrihî, ölünün kızının yanında bulunan öz kız kardeşi gibi, belli şartlarda asabe olan­lara maa'1-gayr asabe denir. Asabe ile ilgili âyetlerin birincisi 1036 önce ölünün erkek ve kız çocuklarının ikili birli vâris olacaklarını ifade etmek, sonra ana ve babasının belli paylarını bil­dirmek suretiyle nesebi asabe olan ço­cukların kalan mirası ikili birli alacakla­rına, bu arada kızın da oğul ile beraber bulunduğunda bigayrihî asabe olacağı­na işaret etmektedir. İkinci âyet 1037 ise erkek ve kız kardeşlerin asabelik vasıflarına delâlet etmektedir. “Payları sahiplerine verin, geri kalan ise en yakın erkek vârise aittir” 1038 mealinde­ki hadis de asabelik yoluyla vâris olma hükmünün sünnetteki kaynağını teşkil etmektedir. Ölünün kızı yanında öz ve­ya baba bir kız kardeşinin asabe olma­sı, hadislere ve sahabe uygulamasına dayanmaktadır. 1039 Nesep yoluyla asabe olan bu üç grubun her biri kendi ara­sında da kısımlara ayrılır.



1) Binefsihî Asabe Olanlar.

Bunlar miras bırakanla akrabalık münasebeti 1040 bakımından dörde ayrılır.


a) Oğulluk ilişkisi ile bağlı olanlar: Oğul­lar, oğulların oğulları...
b) Babalık iliş­kisi ile bağlı olanlar: Baba, onun baba­sı, onun babası..,
c) Kardeşlik ilişkisi ile bağlı olanlar: Erkek kardeşler, bunların erkek çocukları, çocukların erkek çocuk­ları...
d) Amcalık ilişkisi ile bağlı olanlar: Amcalar, bunların erkek çocukları... Bi­nefsihî asabe olan bu dört çeşit akraba yukarıdaki sıraya göre vâris olurlar. Me­selâ oğul varken baba -asabelik vasfı ile- vâris olamaz. Aynı sırada olanlar bir araya gelirse yakınlık derecesine bakı­lır; meselâ oğul varken torun vâris ola­maz. Aynı derecede olanlar bir arada bulunursa akrabalık bağının kuvveti göz önüne alınır; öz olanlar bir yönden üvey olanlardan önce vâris olurlar.

2) Bigayrihî Asabe Olanlar.

Bunlar ya­kınlık derecesi ve kuvveti bakımından eşit olan “Birlikte erkek ve kadın” asa­bedir ve dört grupta toplanırla.


a) Ölü­nün oğlu ile beraber bulunan kızları.

b) Oğlun oğlu veya bunun oğlu... ile beraber bulunan oğul kızları. Bu grupta kız toru­nun vâris olabilmesi başka türlü müm­kün olmuyorsa, kendisinden daha aşağı derecede bulunan erkek torun ile de asabe olabilir. Meselâ oğlun kızı, oğlun oğlunun oğlu ile vâris olur.

c) Öz erkek kardeş ile beraber bulunan öz kız kar­deşler.

d) Baba bir erkek kardeş ile bir­likte bulunan baba bir kız kardeşler.

3) Maa'l-gayr Asabe Olanlar.

Bunlar da iki grupta toplanmaktadır.


a) Kızlar ve­ya oğul kızları ile beraber bulunan öz kız kardeşler,
b) Yine kızlar veya oğul kızları ile beraber bulunan baba bir kız kardeşler. Meselâ miras bırakanın iki kızı. bir de öz kız kardeşi bulunduğun­da, kızlar ashâbü'l-ferâizden olarak mi­rasın üçte ikisini eşit şekilde paylaşırlar; geriye kalan üçte bir hisse de maa'l-gayr asabe sıfatıyla öz kız kardeşin olur.

B) Sebebiyye

Bu kısma giren asabe, miras bırakan şahsa 1041 kan bağı ve nesep ile değil, azat olma sebebiyle bağ­lı bulunmaktadır. Bu durumda köleyi azat eden erkek veya kadın 1042 eski kölesinin nesebî asabe veya ashâ-bü'l-ferâiz nevinden vârislerinin bulun­maması halinde ona. sebebi asabelik ile vâris olmaktadır. 1043



Bibliyografya:



1- Dârimî. “Ferâ'iz”, 28.

2- Buhâri. “Ferâ'iz”, 5, 12, 15.

3- Müslim, “Ferâ'iz”, 2, 15.

4- Serahsî, el-Mebsût, XXIX, 138 vd.

5- Şevkânî, Neylü'l-evtâr, VI, 59 vd.

6- Mahmud Esad Seydişehrî, Ferâizü'l-ferâiz, İstanbul 1326, s. 146-161.

7- Bilmen. Ka­mus, IV, 535-546.

8- Mustafa es-Sibâî-Abdurrahman es-Sâbûnî, el-Ahvâlü'ş-şahşiyye, Dımaşk 1970, s. 91-99.

ASABİYET

Aynı soydan gelenlerin veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunanların muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusu.

Câhiliye döneminde, aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa “Asabe”, bu top­luluğun bütün fertlerini birbirine bağla­yan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üye­lerinin harekete geçmesini sağlayan bir­lik ve dayanışma ruhuna da "”Asabiyet” denilmekteydi. Asabiyet, esas itibariyle soy 1044 birliğinden kaynaklandığın­dan, aynı soydan olanlar arasında orga­nik yakınlık 1045 art­tıkça asabiyet de güçlenir, buna karşılık bu yakınlık aileden başlayarak aşirete, kabileye doğru yayıldıkça asabiyet de zayıflardı. Bu gerçek asabiyet yanında bir de hükmî veya itibarî asabiyet var­dır ki bu kan bağına dayanmayıp her­hangi bir akid, antlaşma, kefalet vb. uy­gulamalarla kurulan asabiyettir. Bunlar­dan gerçek asabiyet, modern sosyoloji­nin temel kavramlarından olan ve ırk birliğini aşarak vatan, tarih, kültür, gelenek ve görenek gibi müştereklere da­yanan milliyet fikrînden çok, yalnızca ırk birliğinden kaynaklanan kavmiyete ben­zemekte, ancak bugün anlaşıldığı ma­nadaki ırkçılığa göre daha dar çerçeveli ve kabilevi bir karakter arzetmektedir.

Düzenli bir siyasî birlikten ve hukukî yapıdan mahrum olan Câhiliye dönemin­de, bir kabilenin veya kabileden bir kişi­nin başka kabile tarafından -hangi se­beple olursa olsun- tecavüze uğraması­nı önleyen veya herhangi bir tecavüzün vukuu halinde, bunun doğurduğu mad­dî ve manevî zararın telâfisini sağlama­ya sevkeden en önemli ve tesirli âmil asabiyet kanunu idi. Saldırıya mâruz ka­lan tarafın kendi kabilesini yardıma ça­ğırması 1046 halinde bütün kabile­nin galeyana gelerek 1047 bu çağrı uyarınca hareket etmesi asabiyet kanu­nunun kaçınılmaz bir gereği idi ki Câhi­liye döneminde ardı arası kesilmeyen kabileler arası savaşların temelinde bu kanun vardı.

Asabiyetin siyasî ve hukukî alanlardaki otorite boşluğunu doldurmak, mal. can ve ırz güvenliğini sağlamak gibi olumlu yönleri yanında aile, aşiret veya kabile­nin, yahut benzer bir topluluğun hak ve menfaatlerine tecavüz etmek, onlara karşı şiddete başvurarak üstünlük sağ­lamak gibi olumsuz ve zararlı yönleri de vardı. Böyle bir asabiyet anlayışı, Cündeb b. Anber b. Temîm'e isnat edilen 1048 bir şiirde, “İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et” şeklinde ifade edilmiş, zamanla Arap atasözleri arasına giren bu ifade, yazı­sız bir kanun olarak telakki edilmişti. Şair Asla' b. Abdullah'ın;

“Kardeşim bir topluluğa karşı haksızlık yapınca ben ona yardım etmeyeceksem haksızlığa uğrayınca da yardım etmem” anlamına gelen beyti 1049 başka bir şairin;

"Senin gerçek kar­deşin seninle birlikte hareket eder; sen zalim olursan o da seninle birlikte za­lim olur” mânasındaki beyti 1050 Câhiliye dönemindeki asabiyet anlayışının tipik ifadeleridir.

Kur'ân-ı Kerîm'de “Asabiye” kelimesi geçmemekle birlikte ona yakın bir an­lam ifade eden “Hamiye” kelimesi mev­cuttur. 1051 Her ne şekil­de olursa olsun bu zihniyetin temelini teşkil eden soy üstünlüğü, kabilecilik ve kavmiyet davalarının tümüyle reddedil­diği 1052 samimi dindarlık ve ahlâkî hassasiyet demek olan takva dışında bir üstünlük sebebi görülmediği, gruplar arasında baş gös­terebilecek çekişmeleri-asabiyet gay­retiyle daha da arttırmak yerine-önce­likle, adalet ve hakkaniyete dayanan uz­laşma yoluna gitme ve her durumda haksız tarafın karşısında olma vecibesi­nin getirildiği açıkça görülmektedir. 1053 Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde müslümanlara hep birlik­te Allah'ın dinine 1054 sarılmaları emredildikten sonra, Allah'ın-Câhiliye asabiyetinden kaynaklanan-düşmanlık­ları nasıl kardeşliğe dönüştürdüğü ve böylece onları bir ateş çukuruna düş­mekten nasıl kurtardığı hatırlatılır. Baş­ka bir âyette ise 1055 kö­tülük ve düşmanlık istikametinde da­yanışma yasaklanarak “İyilik ve takva üzerinde yardımlasınız” emriyle daya­nışmaya ahlâkî bir muhteva kazandırıl­mıştır.

Hadislerde hem asabiyetin tarifi ve­rilmiş, hem de asabiyet davasının İs­lâm'ın ruhuna aykırı olduğu açıkça or­taya konulmuştur. Buna göre asabiyet, bir kimsenin haksız olmasına rağmen kendi kavmine yardımcı olmasıdır. 1056 Cübeyr b. Mut'im'in rivayet ettiği ve Buhârî'nin Şahîh'ı dı­şındaki belli başlı hadis mecmualarında bazı varyantlarıyla yer alan aşağıdaki hadis, hem asabiyetin Câhiliye dönemin­deki muhtevasını göstermesi, hem de Peygamberin asabiyet temayüllerinin müslümanlar arasında yeniden baş gös­termesinden duyduğu kaygıyı hatıra ge­tirmesi bakımından son derece önemli­dir: 'Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kim­senin ölümü Câhiliye ölümüdür. Ümme­time karşı harekete geçerek müminin imanına saygı duymaksızın ve sözleşme­li bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefa göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkı­şan kimse benim ümmetimden değil­dir. Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asa­biyet uğruna savaşırken yahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü Câ­hiliye Ölümüdür” 1057 Hz. Peygamberin müslümanlar arasında asabiyetin yeni­den ortaya çıkmasından duyduğu kay­gıyı gösteren ve bu tehlikenin işareti gibi görünen bazı olayları yansıtan daha başka hadisler de vardır. Nitekim Müslim'in kaydettiği bir olay böyle bir işa­ret taşımaktadır. Câbir'in naklettiğine göre muhacirin ve ensardan iki genç aralarında kavga etmişler ve Câhiliye döneminde olduğu gibi “Yetişin ey mu­hacirler!”, “Yetişin ey ensar!” diyerek kendi taraflarını yardıma çağırmışlardı. Olayı haber alan Resûlullah;

Bu ne hal! Câhiliye davası mı?” sözleriyle taraflara çıkıştı. Olayın ayrıntılarını öğrendikten sonra.

“Kişi zalim de olsa mazlum da ol­sa kardeşine yardım etsin” şeklindeki ünlü Câhiliye atasözünü tekrar edip zalime yardımın onun zulmüne karşı koy­mak demek olduğunu ifade ederek yu­karıdaki meşhur söze yepyeni bir muh­teva kazandırmıştır. İbn Teymiyye bu hadisi zikrettikten sonra kişinin. Câhili­ye halkının yaptığı gibi-haklısına haksı­zına bakmaksızın-kendi topluluğu lehi­ne asabiyet davası gütmesinin caiz ol­madığını, buna karşılık düşmanlık his­leri beslemeksizin ve hak kaygısıyla ken­di yakınlarına yardım etmesinin gerekli 1058 veya tavsiye edilebilir 1059 bir davranış olacağını belirtmektedir. 1060

Asabiyet kavramını ilk defa ilmî ve ob­jektif bir metotla inceleyen İslâm müte­fekkiri tarih ve devlet felsefesini açık­larken bu kavrama en büyük ağırlığı ve­ren İbn Haldun'dur. İbn Haldun asabi­yet teriminin kendi felsefesinde ihtiva ettiği mânayı tam olarak ifade eden bir tarifini vermemiştir. Bu yüzden çeşitli araştırmacılar, asabiyet teriminin Mukaddime'de dayanışma ruhu, cemaat ruhu. grup duygusu, kabilecilik, kan ba­ğı, sosyal dayanışma gibi kavramlardan biri veya birkaçı karşılığında kullanıldı­ğını öne sürmüşlerdir. Bununla birlikte İbn Haldun, asabiyeti dar mânada sa­vunma 1061 veya saldırı 1062 maksadına yönelik mücadele enerjisi sağlayan toplumsal şuur şeklinde anlamaktaysa da. Mukaddime'nin bu ko­nuyu işleyen ilk bölümlerinden anlaşıl­dığına göre asabiyeti ırkî bağların veya coğrafî, siyasî yahut da dinî sebeplerin doğurduğu birlik ve dayanışma ruhu olarak incelemiştir. Bu sebeple o asabi­yeti şu veya bu dönemdeki ya da çevre­deki uygulanış biçimine göre değil, doğ­rudan doğruya beşerin fıtrî bir özelliği ve en küçük içtimaî birliklerden en bü­yük devletlere kadar bütün toplulukla­rın kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında ro­lü bulunan bir kitle enerjisi olarak ele almakta ve öfke. şehvet vb. öteki biyo­lojik ve psikolojik yetenekler gibi asabi­yetin de müsbet veya menfî yönlerinin mevcut olduğunu söylemektedir. Buna göre Hz. Peygamber'in yerdiği asabiyet, haksız ve yanlış uygulamalarla ortaya çı­kan Câhiliye asabiyetidir. Buna karşılık asabiyetin hakka ve Allah'ın emrini ger­çekleştirmeye hizmet yolunda kullanıl­ması arzu edilir bir şeydir. Esasen din­ler ve şeriatlar bile asabiyet desteğiyle kurulur, bu destekten mahrum kalınca da yıkılırlar. 1063 İbn Haldun'a göre asabiyet, en iptidai şekliyle, beşerin tabiatında bulunan zu­lüm ve düşmanlık temayüllerine karşı yine aynı tabiattan gelen akraba vb. ya­kınlara acıma duygusunun doğurduğu yardımlaşma ve dayanışma eğilimidir. 1064 Gerçekte soy birliğin­den, başka bir deyişle organik yakınlık­tan kaynaklanan, dolayısıyla en ileri de­recede ilkel 1065 topluluklarda bulu­nan asabiyet, toplulukların yerleşik ve medenî 1066 hayata geçmeleri nisbetinde gücünü kaybeder. 1067 Zira bu durumda çeşitli nesepler ara­sında homojenliğin ortadan kalkması soy birliğini olumsuz yönde etkileyecek­tir. Nitekim en güçlü asabiyet, birbirine en yakın akraba 1068 ara­sında bulunur ve nesep uzak akrabaya 1069yayıldıkça asabiyet de zayıflar. 1070

İbn Haldun, kendi dönemine kadar İs­lâm kültür ve medeniyetinin hâkim ol­duğu ülkelerdeki hanedan, kabile ve mil­letlerin tarihleri üzerinde yaptığı objek­tif inceleme ve tahlilleri neticesinde il­kel hayattan medenî hayata, aile, aşi­ret, kabile birliklerinden devlet yapısı­na, kaba kuvvet döneminden hukuk dü­zenine geçişin her safhasında rol oyna­yan temel faktörün asabiyet dinamizmi olduğu hükmüne varmaktadır. Hatta o devletin kurulmasından sonra bile asa­biyetin bu fonksiyonuna İhtiyaç duyula­cağı görüşündedir. Hükümdar veya ha­nedan siyasî prestijini 1071 korumak ve güçlendirmek İçin asabiyeti canlı tut­mak zorundadır. Aksi halde daima pu­suda bekleyen başka bir asabiyet gru­bu, güç üstünlüğünün kendisine geçti­ğini anladığı anda hâkimiyeti ele geçi­rebilir.

İbn Haldun'un tarih ve devlet felsefe­sinin bu şekilde bir nevi asabiyet diya­lektiğine dayandığı muhakkaktır. Öyle

ki ona göre her yeni fikir ve inanca kar­şı insanların tabiatında bulunan menfi tavır onlara galebe çalıp hâkimiyet altı­na almak 1072 için zora başvurmayı gerekli kılar. Bu da ancak gayesi ege­menlik ve mülk olan asabiyetle mümkündür. Dolayısıyla, bir hâkimiyetin hat­ta peygamberlik veya herhangi bir ide­olojinin başarıya ulaşması, öncelikle asa­biyet ruhunun gücüne bağlıdır. 1073 Bu güce olan ihtiyaç bakımından peygamber ile dinî mesaj taşımayan baş­ka hâkimiyet hareketleri arasında fark yoktur. Hz. Peygamber'in;

Allah, kavmi­nin himayesinden destek almayan hiç­bir peygamber göndermemiştir1074 anlamındaki sözü de bu ger­çeği vurgulamaktadır 1075 Nitekim realitede de peygamber­ler risâletlerini tebliğ ederken kâfirlerin baskılarına karşı korunmalarını sağla­yacak olan kabile asaletine 1076 asa­biyet ve kudrete 1077 sahip olmuş­lardır. 1078



Bu suretle asabiyet peygamberin, do­layısıyla dinin başarıya doğru ilerlemesi için hareket enerjisi sağlarken din de asabiyete toplayıcı, kaynaştırıcı bir nite­lik kazandırır; ilkel şekliyle maddî men­faatlere yönelik olan asabiyeti idealize ederek dinî öğretilerin yayılması, haki­katin gün ışığına çıkarılması, daha fazi­letli bir toplum kurulması gibi yüksek hedeflere yöneltir. Aynı şekilde din, is­raf ve ihtişam tutkusu ile itibar ve men­faat çekişmelerini dizginlemek suretiy­le devlete süreklilik kazandırır. Ayrıca hâkimiyet ve iktidarın emniyet altına alınması için siyasî ahlâka riayet edil­mesinin ve idareyi elinde bulunduran­ların siyasî erdemlerle donanmalarının gerekliliğini de vurgulayan İbn Haldun, böylece asabiyet diyalektiğini ahlâkî ve manevî unsurlarla yumuşatmış bulunmaktadır. Nitekim ona göre en iyi siya­set Allah'ın hükümlerini uygulamakla gerçekleşir. Asabiyet mülkün kaynağı 1079 ve kuruluş sebebidir. Cömertlik, af, müsamaha, sabır, vefa, halkın sıkıntıla­rıyla ilgilenme, kanuna ve ilme saygı, haya, merhamet, doğruluk gibi dinî, ah­lâkî faziletler ve hayırlar da mülkün de­vamını sağlayan hasletlerdir. Bunlarsız bir idare, uzuvları kesilmiş insan gibi­dir. Dolayısıyla kötülükler 1080 ve fenalıklar 1081 işleyen bir milletin iktidarı, Allah'ın koyduğu kanun gere­ğince yıkılıp gider. 1082

Bibliyografya:



1- Müsned, II, 306, 488, 533.

3- İbn Mâce. “Fiten”, 7.

4- Ebû Dâvûd, “Edeb”, 112.

5- Nesâi, “Tahrîm”, 28.

6- Ebû Hilâl el-Askerî. Cemheretul-emşâl (nşr. Muhammed Ebül-Fazl-Abdülmecîd Katâmiş). Kahi­re 1384/1964, I, 58-59.

7- Meydânı. Mecma'u'l-emsal (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Dımaşk 1972, 11, 384.

8- İbn Teymiyye. İküzâ'ü'ş-şırâti't-müstakim, Kahire 1400/1980, s. 70.

9- İbn Haldun. Mukaddime, 1, 86, 116-134, 142-143, 164-165, 167-168, 180-182.

10- Ebü'l-Mehâsin eş-Şeybî, Timşâlü'l-emşâl (nşr. Esad Zübyân), Beyrut 1402/1982, I, 325.

11- Hilmi Ziya-Ziyaeddin Fahri, İbn Haldun, İstanbul 1940, s. 62, 64-65.

12- Fr. Rosenthal. The Mugaddimah, London 1958, I, Giriş, s. LXI, LXVIII vd., LXXXII vd., CX.

13- Cevad Ali. et-Mufaşşat, IV, 392-398, 402.

14- Mâcid Fahrî. Târîhu't-felsefeti't-İslâmiyye, Beyrut 1974, s. 449-451.

15- T. J. de Boer, Târîhu'l-felsefe fi'l-İslâm (trc. M. Abdülhâdî Ebû Rîde), Beyrut 1981. s. 411-415.

16- Muhammed Âbid el-Câbirî, Fikru İbn Haldun: el-'aşabiyye ve'd-devie, Dârülbeyzâ 1982, s. 271-336.

17- Ronart. CEAC, s. 57.

18- Ünver Gunay. “İslâm Dünya­sında Bir Din Sosyolojisi Öncüsü: İbn Hal­dun”, El2. AÜİFD, VI (1986). s. 78-80, 90-10.;

19- Ahmet Ateş, “Asabiyet”, M, 1, 663-664.

20- F. Gabrieli, “Aşabiyya”, El2 (Fr ), I, 701-702.

21- F. Gabrieli, “Asabiye”, UDMİ, XIII. 360-361.


Yüklə 1,59 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   ...   47




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin