"Me'mun, zamanın ileri gelen kadı ve muhaddislerini Kur'an'ın mahluk olduğunu söylemeğe zorlamıştı. Me'mun, bu işi onların hepsinin öldürülmesi pahasına da olsa yerine getirmeğe kararlı idi. Bu durumu gören muhaddisler, kılıçların kendilerine doğru yöneldiğini görüp Me'mun'un bu konuda ısrarlı olduğunu anlayınca takıyyeye sığınmışlardı. Kendilerine neden bu işe katlandıklarına dair sualler yöneltildiğinde, onlar kendilerini "kalbi imanla mutmain olduğu halde şirke zorlanan Ammar'a benzetmişlerdi."
Bu olay çok meşhur olup takıyyenin caiz olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Bütün bunlara rağmen bazı garez ehli kimseler habire Şia'yı takıyye yapıyor diye suçlamaktadırlar. Sanki Şiiler takıyyeyi hiçbir İslami kaide ve kurala dayanmadan kendilerinden bir bid'at olarak türetmişlerdir.
Şiileri din kardeşlerinin arasında da takıyye yapmaya zorlayan sebep, zalim sulta ve hakimiyetlere müptela olup onların zulüm ve tecavüzlerinden gelen korkudan ibarettir. Önce Emevi, sonra Abbasi ve daha sonra Osmanlı devletlerin hakim olduğu asırlarda Şia'ya bir baskı ve eziyet söz konusu olmasaydı ve tarihin açıkça şahadet ettiği gibi, evleri başlarına yıkılıp da kanlan akıtılmasaydı, Şia'nın "takıyye" kelimesini unutması ve hayat divanından silip atması daha makul olurdu. Ama maalesef Şia mezhebini kendi saltanatları için bir tehlike gören Emeviler ve Abbasilerin elinde oyuncak olan kardeşlerinden birçoğu Şiilerin öldürülmesi, mallarının yağmalanması ve çeşitli işkencelere tabi tutulması konusunda tahrik edilmişlerdir. Bu olayların sonucunda Şia ve aklı selime sahip olan herkes iki yoldan birini seçmeğe mecburdur: Ya takıyyeye sığınacak veya canından ve malından daha üstün olan mukaddes inançlarından vazgeçecektir.
Bunun şahidi sayıya sığdırılamayacak kadar çoktur. Biz bunlardan bazılarına değinmekle yetineceğiz. Bunlardan biri, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın nasıl ve nerede olursa olsun, Şiinin kanının dökülmesinin mubah olduğunu bildiren mektubudur. Ve şimdi sizlere, asıl kaynaklarda da yazılan Şia'nın çektiği eziyetleri anlatan bu olayı anlatmaya çalışacağız.
"El-Ahdas" kitabından Ebu-1 Hasan Ali b. Muhammed b. Ebi-s Seyf El-Medaini şöyle nakletmektedir:
"Muaviye "Ammu'l- Cemaat" yılından sonra bütün valilere gönderdiği bir mektupta şöyle yazdı: "Ebu Turab (Hz Ali (a.s.)) ve Ehl-i Beyt'in faziletleri hakkında herhangi bir şey rivayet edenlerin dokunulmazlığı kaldırılmıştır." Böylece, her gruptan hatipler kalkarak tüm mimberlerde Ali (a.s.)'a lanet okudular. Ve ondan beri (uzak) olduklarım ilan edip kendisine ve Ehl-i Beyt'ine sövmeğe başladılar. Bu konuda en çok belaya uğrayan, Küfe halkıydı. Çünkü orada Ali (a.s.)'ın dostları çoktu. Muaviye Ziyad b. Sümeyye'yi Küfe ve Basra’ya vali olarak tayin etmişti. O, Şiileri tanıyor ve onları takip ediyordu. Çünkü o Ali (a.s.)'ın hilafeti döşeminde onlarla birlikte idi. Onları evlerinde barklarında öldürüyor, korkutuyor, el ve ayaklarını kesiyor, gözlerini çıkarıyor ve hurma dallarına asıyordu. Onları Irak'tan uzaklaştırarak sürgün ediyordu. Bu zulüm neticesinde Şiilerden tanınan bir kimse kalmamıştı. Ayrıca Muaviye tüm valilerine ve adamlarına şöyle yazdı: "Ali'nin ve Ehl-i Beyti'nin Şiilerinden hiçbirisinin şahitliğini kabul etmeyin."
Sonra tüm beldelerdeki valilerine bir mektup yazarak şöyle dedi: "Kimin aleyhine "Ali'yi ve Ehl-i Beyti'ni seviyor" diye şahadet
edilirse, onun ismini divandan silin, onun payını ve rızkım vermeyin." Buna daha sonra şöyle bir mektup daha ekledi: "Ve onlara
eziyet ederek evlerini yıkın."
Bu belaya en çok müptela olan Irak ahalisiydi, özellikle de Küfe halkı. Öyleki Ali (a.s.)'ın Şiilerinden biri diğerinin evine geldiğinde onunla gizlice görüşür ve hizmetçilerinden ve ev halkından korkar, ona defalarca yemin ettirdikten sonra Ali (a.s.)'ın faziletleri hakkında hadis naklederdi ve hadisleri kimseye söylememesini vurgulardı. İbn-i Ebi-1 Hadid şunu da ilave ediyor: "Bu durum Hasan b. Ali (a.s.)'m ölümüne kadar devam etti. Onun ölümü ile bela ve sıkıntılar daha da çoğaldı. Sonunda sürgüne gönderilmeyen veya kanının döküleceğinden korkmayan kimse kalmadı."
Hz. Hüseyin (a.s.)'ın şahadetinden sonra da bu mesele devam etti. Abdulmelik b. Mervan zamanında Şiilere olan baskı daha bir çoğaldı. Sonra Haccac b. Yusuf başa geçti. Çıkar ehli olan din
adamları, Ali (a.s.)'a sövmek, onun düşmanlarını övmek ve insanlardan ona düşman olduğunu belirten kimseleri sevmekle Haccac'a yaklaştılar. Ali (a.s.)'ın düşmanlarının fazilet ve menkıbeleri hakkında bir sürü uydurma hadisler rivayet ettiler. Ali (a.s.)'ın aleyhinde çok şeyler söylediler. Öyleki bir gün bir adam -Esmei'nin dedesi olduğu söyleniyor- Haccac'a gelerek şöyle dedi:
"Ey Emir! Karım bana karşı çıkıp (beceriksizliğimden dolayı) adımı "Ali" koydu. Ben fakir ve yoksul biriyim ve senin yardımına muhtacım." Haccac gülerek şöyle dedi: "Bu güzel sözünden dolayı seni falan yere vali olarak tayin ediyorum." "*
Ve bunun neticesi olarak, Şii kitleleri zalim sultalar tarafından çok feci ve acı manzaralara şahit olmuşlardır. Onlardan binlercesi öldürüldü, geride kalanlar ise çeşitli korkutma ve yıpratmalar sonucu köşeye sıkıştırıldılar. Şöyle söylersek daha uygun olur: Tüm bu toplu katliamlara ve çeşitli zulümlere rağmen bu topluluğun ayakta kalabilmesi gerçekten de şaşırtıcı bir olaydır. Bundan daha da şaşırtıcı olanı, onların sayılarının gittikçe artarak daha da güçlenmeleri, çeşitli devletler ve medeniyetler kurmaları ve içlerinden birçok alim ve düşünürün çıkmasıdır.
Eğer Sünni kardeş, takiyyeyi haram biliyorsa, takiyyeyi gerektiren zor şartlan ortadan kaldırmağa çalışmalı ve İslam'ın Müslümanlara tanıdığı özgürlükleri Şii kardeşi için sınırlandırmamalıdır. En azından açıkça Kitap ve sünnete muhalefet eden haksız yere binlerce insanın kanını döken ve binlerce evi yıkan birçok kimseleri mazur kabul ettiği gibi Şiileri de amel ve itikadlarında mazur görmelidir. Kaldı ki Şiiler, onlar gibi ne kan dökmüş, ne de ev yıkmıştır. Bilakis Sünnilerle aynı dini paylaşıp birçok inançlarda onlarla ittifak halindedirler. Bir Müslüman Muaviye'yi, onun evlatlarını ve Abbasileri zulümlerinde ve muhaliflerinin kanını dökmekte içtihatları itibarıyla mazur görüyor da niçin Şiileri içtihatları itibarıyla mazur görmüyor acaba?
İlginç şeylerden biri de şudur: Ehl-i sünnet "Hz. Ali (a.s.)'a karşı isyan eden, ayaklanan kimselerin -ki başlarında da Talha, Zübeyr ve Emir-ül Mü'minin Aişe gelmektedir- bu işlerinden dolayı adaletten düşmediklerine veya "sahabe ve tabiinden birçoğunun, Şam ve Irak halkından binlercesinin öldürülmesiyle sonuçlanan Sıffin savaşı gibi büyük bir faciaya sebep olan kimselerin içtihad ettikleri için mazur olduklarına ve bu işin onların takvasına zarar vermediğine hatta içtihad ettikleri için hata etmiş olsalar dahi sevap alacaklarına." inanmalarına rağmen Şia hakkında böyle dü-
1- Şerh-u Nehc-il Belağa, c. 11, s. 44-48.
şünmemekte, "müçtehid mazurdur" dememektedirler.
Evet, hakim güçler tarafından Ehl-i Beyt mektebine bağlı olanlara uygulanan baskıların azalıp çoğalmasıyla orantılı olarak, ta-kıyyeye başvurma da azalıp çoğalmıştır. Örneğin: Ehl-i Beyt'i metheden şairlere ödül veren ve Peygamber'in soyuna (seyyitlere) ikramda bulunan Abbasi Halifesi Me'mun'un dönemiyle, Ehl-i Beytin faziletlerini dile getirenlerin dillerini kesen Mütevekkilin dönemi arasında takıyye ortamı yönünden büyük bir fark vardır.
îşte Mütevekkil zamanında yaşayan büyük edebiyatçılardan biri olan İbn-i Sikkit! Mütevekkil, iki oğlunun öğretmeni olan bu alime bir gün şöyle der: "Benim iki oğlumu mu yoksa Hasan ve Hüseyin'i mi daha çok seviyorsun?" İbn-i Sikkit şöyle cevap verir: "Vallahi, Ali (a.s.)'ın hizmetçisi Kamber dahi senden ve senin oğullarından daha hayırlıdır." Bunun üzerine Mütevekkil, onun dilinin boynunun arkasından koparılmasını emretmiş, bu emrin infazı sonucu İbn-i Sikkit oracıkta can vermiştir. Bu olay Hicri 244, bazılarına göre de 243 yılı Recep ayının 5. gününde Pazartesi gecesi vuku bulmuştur. İbn-i Sikkit o sırada 58 yaşında idi. Mutekevekkil onun oğlu Yusuf a on bin dirhem vererek: "Bu senin babanın diyetidir." demiştir.
Ve işte şair İbn-ur Rumi'nin Yahya b. Ömer b. Hüseyin b. Zeyd b. Ali'nin şehadeti hakkında yazdığı mersiyesi:
"Acaba her zaman Allah'ın resulü Muhammed (s.a.a.) için kanlara bulanmış pak şehitleri mi olacak?
Ey Mustafa'nın evlatları! Ne zamana dek halk sizin bedenlerinizi parçalayıp yiyecek?
Sizi belalardan kurtaracak birisi yakında gelecek.
Acaba Hüseyin adındaki şehidinizden sonra
Gökteki yıldızlar bir daha parlayıp aydınlık saçacak mı?"
Resulullah'ın evlatlarının durumu bu olunca onların Şiilerinin durumu nasıl olur acaba?
Allame Şehristani şöyle diyor: "Doğrusu takıyye, özgürlüğü elinden alınmış her güçsüzün şiarıdır. Şiilerin diğerlerinden daha çok takıyyeyle meşhur olmasının sebebi onlara yapılan zulümlerin diğer gruplara yapılan zulümlerden daha çok olmasıdır. Emeviler ve Abbasiler döneminin tamamında, Osmanlılar döneminin de çoğunda özgürlükleri tamamıyla ellerinden alınmıştı. İşte bu yüzden Şiiler diğer kavimlerden daha çok takıyyeyle tanınmışlardır. Şia Usul-i Dinden olan inançların önemli bir bölümünde ve
l- İbn-i Hallikan, Vefeyat-ül A'yan, c. 3, s. 33; Zehebi, Siyer-u A'lam-in Nübela, c. 12, s. 16.
aynı şekilde birçok fıkhı meselelerde diğer fırkalara muhalif bulunduğu ve muhalefetin, doğal olarak ve de tecrübeyle de sabit olduğu gibi rekabete sebep olduğu için Ehl-i Beyt İmamlarının Şiileri, birçok durumlarda kendine özgü adet, inanç, fetva, kitap vb. şeyleri saklamak zorunda kalmıştır. Bu yolla canını ve malını, diğer Müslümanlarla olan kardeşlik ve muhabbet bağını korumak ve kâfirlerin ümmet-i Muhammed arasında fitne çıkarmalarına meydan vermemeyi istemiştir.
Bu amaçlar yüzünden Şiiler takıyyeden faydalanmışlardır. Şia bu konuda Ehl-i Beyt imamlarının suretine ve takıyyenin vücubu hakkındaki emirlerine uymuştur: "Takıyye benim dinim ve babalarımın dinidir." Çünkü özgürlüğü elinden alınmış olanlar, ancak takıyye sünnetine uydukları takdirde Allah'ın yolunu sürdürebilir. Bu konuya Kur'an'ın birçok ayeti de delalet etmektedir.
Sahih hadis kitaplarında îmam Cafer-i Sadık (a.s.)'dan şöyle nakl olunmuştur: "Takıyye benim dinim ve babalarımın dinidir." Ve "Takıyyesi olmayanın dini olmaz."
Takıyye, Ehl-i Beytin, (a.s.) kendilerine ve Şiilerine yönelen bazı zararları defetmek, onların kanlarım korumak, Müslümanların halini ıslah etmek ve vahdeti kelime ile dağınıklıkların bir bütüne dönüşmesini sağlamak amacım güden bir şiân idi. Bu Şiileri diğer taife ve mezheplerden ayıran bir özellik idi. Her insan, inancı ile amel etmek istediğinde canını ve malım tehdit eden bir tehlikeyi hissederse, tehlikeli durumlarda takıyye ederek, inancını saklamalıdır. Bu, tüm akılların fıtri olarak hükmettiği bir hu
sustur. ,
Bilindiği gibi, İmamiyye Şiası ve onların imamları, tarih boyunca diğer hiçbir taife ve hiçbir ümmetin maruz kalmadığı çeşitli eziyetler ve baskılara maruz kalmış dolayısıyla da tarihinin büyük bir bölümünde takıyye etmek zorunda kalmış muhalifleriyle müstakim mukabeleden kaçınmış ve kendilerine has inanç ve amellerini gizlemişlerdir. Bu yüzden takıyye ile tanınmış, diğer ümmetlerden bu vasıf ile ayrılmışlardır.
Zarar korkusu olan durumların değişmesine göre takıyyenin vacip olup olmama açısından bazı hükümleri vardır ki fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinde zikr olunmuştur."(1)
Takıyyenin anlamını, hedefini ve delillerini bildiniz. Son olarak da onun sınırlarım beyan etmek istiyoruz:
Şiiler, takıyye ile tanınmış, söz ve fiillerinde takıyye yaptıklarıyla bilinmektedirler. Bu ise, bazı sığ düşünceli kimselerde yan-
1- Mecellet-ul Murşid, 3/252 ve 253 Ta'likat-u Evail-il Makalat, s. 96.
lış bir zihniyetin oluşmasına sebep olmuştur. Zannetmişlerdir ki, Şiilerin prensiplerinden biri de takıyye olduğuna göre onların ne sözlerine, ne yazılarına ve ne de yayınlarına itimat edilemez. Çünkü bütün bunların sırf bir iddia olması ve asıl görüşlerini gizlemiş olmaları muhtemeldir.
Bu, onlardan defalarca duyduğumuz bir şeydir ve Pakistanlı yazar "İhsan İlahi Zahir", Şia'ya saldırdığı seviyesiz kitaplarında sürekli olarak bu sözü tekrarlayıp durmaktadır. Ama biz aziz okuyuculardan şu noktaya dikkat etmelerini istiyoruz ki takıyye, ancak cüz'i ve şahsi olaylarda ve de can ve mal korkusunun olduğu bir zamanda söz konusudur. Yani bir yerde Ehl-i Beyt mezhebine göre amel etmek veya inancını açıklamak, mü'minin tehlikeye düşmesine sebep oluyorsa, işte o zaman takıyye söz konusu olur ve akıl ve şeriat da böyle bir durumda mal ve cam korumak için takıyye etmeği caiz bilmektedir. Ama korku çerçevesi dışında kalan külli ve genel konularda takıyye söz konusu olamaz. Şia tarafından yayınlanan kitaplar da bu son şekle girmektedir. Çünkü kitap konusunda Şiinin, inancına uygun olmayan bir şeyi yazmasını gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Takıyyeyi gerektirecek bir durum söz konusu olduğu zaman da sükut edip bir şey yazmaz.
Bu yüzden onların, Şiilerin yazdıklarının takıyye olduğuna dair iddiaları, Şia'daki takıyyenin hakikatini bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Özet olarak diyebiliriz ki: Şiiler, kendilerini koruyacak bir devletleri olmadığı ve onlara yönelen tehlikeleri defedecek bir gücün bulunmadığı dönemlerde takıyyeden yararlanmaktaydı. Ama artık bu asırda çok özel yerler dışında takıyyeye gerek kalmamıştır.
Şia, daha önce açıkladığımız gibi, ancak mecbur olduktan sonra takıyyeye başvurmaktadır. Duygularıyla değil, aklı ile bu konuyu inceleyen hiçbir kimsenin de buna karşı çıkacağını zannetmiyorum.
.
Ancak gerçek şu ki işbu takıyye çoğu zamanlar sadece kitaplarda yazılı olan bir fetva haddinde kalmış ve pratiğe aktarılmamıştır. Tarihin de şahadet ettiği gibi Şiiler, bütün dönemlerde en büyük fedakarlıkları yapan ve en çok şehid veren taife olmuştur. Hicr b. Adiy, Meysem-i Temmar, Reşid-i hicri, Kümeyi b. Ziyad ve diğer yüzlerce Şia ricalinin, Muaviye ve diğer Emevi ve Abbasi hükümdarların karşısındaki tutumları ve genel olarak Alevilerin (Hz. Ali'nin soyundan gelenler) tarihi ve meydana getirdikleri inkılaplar sözümüzün canlı şahidi konumundadır.
Takıyye farz, haram, mubah, müstehap, mekruh olmak üzere beşe bölünür. Can, ırz ve malı korumak için farz olan takıyye, daha büyük bir fesada yol açacak olursa haram olur. Mesela, eğer takıyye dinin yok olmasına, gelecek kuşaklara gerçeğin gizli kalmasına, düşmanların kaderini ele geçirmelerine mukaddesatına musallat olmalarına sebep olacak olursa haram olur. Bu yüzden Şia alimlerinden birçoklarının bazı durumlarda takıyyeyi terkettiklerini, canlarını dinin korunması yolunda feda ettiklerini görürüz. Demek ki takıyyenin vücub veya cevazının belirli yerleri vardır. Aynı şekilde onun haram olan kısımlarının da özel yerleri vardır.
Takıyye, özünde saklı tehlike atlatılana kadar açıklanmasından korkulan bazı şeyleri saklı tutmak anlamındadır. Bu yüzden takıyye, zulümden kurtulmak için en iyi yoldur. Ama bu, Şiilerin zorluklar karşısında kararsız ve korkak olduğu ve bu gibi olaylar ile karşı karşıya gelmekten çekindiği manasına da değildir.
Asla! Takıyyenin sınırlan vardır. Bir yerde vacip olduğu halde başka bir durumda haram olabilmektedir.
Mesela Yezid b. Muaviye gibi zalim bir hakimin karşısında takıyye haramdır. Çünkü böyle bir durumda takıyye zillet, alçaklığa boyun eğmek ve cahiliye dönemine geri dönmek demektir. Takıyyenin caiz olup olmamasını, acizlik ve güçlülük değil İslâm ve Müslümanların maslahatları belirtmektedir. Değerli okuyucuların takıyyenin birtakım özel hükümlerinin olduğunu ve bazı durumlarda daha yüce bir maslahattan dolayı haram olabileceğini bilmesi için burada İmam Humeyni (r.a.)'ın bu konudaki sözünü naklediyoruz. O şöyle buyurmaktadır:
İslâm'ın nazarında çok önemli olan bazı vacipler ve haramlar konusunda takıyye yapmak haramdır. Mesela Kabe ve mukaddes mekânların yıkılması, Kur'an ve İslâm'a hakaret edilmesi, Kur'an'ı kendi görüşüyle ve ilhada (dinsizliğe) uygun bir şekilde tefsir etmek gibi büyük haramlar konusunda takıyye haramdır. Takıyye, ızdırar ve ikrah delilleri, bu durumları kapsamaz.
Mes'ade b. Sadaka'nın naklettiği muteber hadis de bu konuya delalet etmektedir. O hadisde şöyle buyurulmuştur:
"Mü'minin takıyye etmesi dinde fesada sebep olmayacak şeylerde caizdir."(1)*
Aynı şekilde halkın nazarında büyük ve önemli bir yeri olan bir mü'min takıyye olarak bazı haramları yapacak veya bazı farzları terk edecek olursa, mesela zorlanarak şarap içecek veya zina edecek olursa, onun bu işi dine zarar verecekse onun da takıyye
l- Vesail-üş Şia, kitab-ul Emr-i Bi-1 Ma'ruf, 25. Bölüm, 6. Hadis.
delillerine dayanarak takıyye yapmasının caiz olduğu söylenemez.
Aynı şekilde eğer usul-u din ve usul-i mezhepten biri veya dinin zaruri hükümlerinden biri zeval, yok olma veya değişme tehlikesiyle karşı karşıya gelirse, mesela sapık tağutlar miras, talak, namaz, hac vs. hükümlerini veya usul-u din, ya da usul-u mezhebi değiştirmek isterlerse, bu gibi durumlarda takıyye caiz değildir. Çünkü takıyye aslında mezhebin bekası, ilkelerin korunması ve Müslümanların birliğinin muhafaza edilmesi için teşri edilmiştir. Onun için de bu durumlarda caiz olmaz. Bu gerçek, önceden zikrettiğimiz hadis-i muvassak'tan da anlaşılabilir."
Böylece, biz takiyyenin gerçek boyutlarını açıklamış olduk ve şu sonuçlan aldık:
1. Takiyye, Peygamber'in sünnetiyle de onaylanmış olan
Kur'ani bir ilkedir. Peygamberimizin hayatı döneminde, sahabeden birçoğu canını korumak için takıyyeden yararlanmıştır. Peygamber de takıyye yapanlara itiraz etmediği gibi, onları teyid de etmiştir. Ammar b. Yasir olayında olduğu gibi ki Resulullah (s.a.a.) müşriklerin işkencesine maruz kalırsa tekrar takıyye yoluna başvurmasını emretmiştir.
2. İndiham ve tahrip amacıyla gizli teşkilatlar kurma anlamın
da takıyye, genelde müslümanlar özellikle Şiiler tarafından terk edilmiştir. Bunun Şiilerin kabul ettiği takıyye ile hiçbir alakası yoktur.
3. Müfessirler, tefsir kitaplarında takıyye ile ilgili ayetleri tefsir ettiklerinde, takıyyeyi caiz bilen Şia'nın görüşünün doğruluğu hakkında ittifak etmişlerdir.
4. Takıyye, sadece kâfirlerden korunmaya mahsus değildir.
Kardeşine zulmetmek ona karşı kötü bir şey yapmak isteyen muhalif Müslümanlara karşı da takıyye yapılabilir.
5. Takıyye, fıkhı hükümler esas alınarak beş bölüme ayrılır.
Bazı yerlerde vacip olduğu gibi bazı yerlerde de haram olur.
6. Takıyye, kişinin şahsını ilgilendiren olaylar dışında kullanıl
maz. Şahsi olaylarda da sadece korku olan yerlerde kullanılır. Ama zulüm ve korku ortadan kalktığı zaman takıyyenin anlamı kalmaz.
Ve sön olarak şöyle söyleyebiliriz: Farz edelim ki takıyye takvalı birinin kendi canını, ırzını ve malını korumak için işlediği bir suçtur. Ama asıl suçlu olan inanmadığı bir şeye inanmış gibi gö-
1- İmam Humeyni / Er-Resail, s. 171-178.
rünme ve ona göre amel etme (takıyye) mecburiyetinde kalan Müslüman Şii değil, bu durumu meydana getirenlerdir. Onun takıyye yapmasını kanayan Müslüman, ona da kendi inancını yaşama hakkını tanımalı ve akla uygun, hareket ederek ona inancının ve amelinin delilini sormalıdır. Eğer ikna edici bir delile dayanıyorsa, o da kabul etmeli, dayanmıyorsa da içtihadında hataya düştüğü için onu mazur görmelidir. Ben bütün Müslümanları, Şiileri zorlayan sebepler üzerinde düşünmeğe ve herkesin rahatça kendi görüşünü izhar edebileceği bir ortamın oluşturulmasına çalışmaya çağırıyorum. Çünkü her Müslüman fakih için ancak kendi nazar ve görüşü geçerlidir.
Şia, inanç ve amelde Ehl-i Beyt imamlarının yolunu izlemekte ve onların nazarlarını kabul etmektedir. Çünkü Allah her türlü rics ve pisliği onlardan gidermiş ve onları tertemiz kılmıştır. Resulullah'ın da akide ve şeriatte sarılmamızı emrettiği iki ağır emanetinden biri de onlardır. Şia'nın bu inancı herkesçe bilinmektedir ve herkese de hüccettir, kesin bir delildir. . Allah'tan istiyoruz ki, Müslümanlarının kanını ve ırzını tüm saldırganlardan korusun, Müslümanların kalplerini birleştirsin, dağınık saflarını birleştirsin, onları düşmanlar karşısında tek saf haline getirsin. Çünkü O buna kadirdir ve duaları icabet etmeye layıktır.
Mut'a Olayı
Biz her şeyden önce amellerin zati bir güzellik ve çirkinliğe sahib olduğuna inanıyoruz. Yani çirkin bir amelin zati bir iticiliği ve güzel bir amelin de zati bir çekiciliği vardır. Şeriat da bu esas üzere aklın da teyid ettiği güzel amelleri güzel saymış, çirkin amelleri de çirkin, ve günah olarak tavsif etmiştir. Ancak bazen güzel bir olay olmasına rağmen bir takım maslahatlara binaen bazı hükümler hükm-i sanevi ile değiştirilmiştir. Örneğin hırsızlık çirkin bir olaydır. İslam'da gerekli şartlar da tahakkuk ettiği taktirde hırsızın eli kesilir. Ama İslam devleti kıtlık, fakirlik vb. olaylardan ötürü bu hükmü bir süre erteleyebilir, askıya alabilir. Ama bu hırsızlığın iyi bir şey olduğu ve el kesmenin çirkin bir olay olduğu demek değildir. Mut'a olayına da bu çerçevede bakmak gerekir. Şimdi mut’a olayı hadd-i zatında çirkin bir olay değildir. Eğer zati bir çirkinliği olsaydı, Peygamber asla buna izin vermezdi. Peygamberin buna bir müddet için de olsa izin verdiği kesin bir tarihî olaydır. Sahabiler de bununla amel etmiş belirli bir mihir karşılığında belirli bir müddet için mut'a yapmışlardır. Bunda hiç kimsenin ihtilafı ve şekki yoktur. Ama bu hadd-i zatında hiç bir çirkinliği olmayan amel, belirli maslahatlar sebebiyle Peygamber tarafından yasaklanmışsa buna da hiç kimse itiraz edemez. Zira Resulullah kendine vahyedilenden başka bir şeyi yapmaz ve konuşmaz. Biz buna iman etmişiz. Ama eğer Peygamber değil de İslam ümmetinin imamı olacak birisi belirli maslahatlar üzere hükm-i saneviye (ikinci bir hükümle) bir hükmü bir müddet için askıya alıyorsa bu o hükmün çirkin bir olay olduğu hasebiyle değildir. Zira amellerin zati güzellik ve çirkinliği değişmez ve değiştirilemez. Şimdi mut'a meselesine dönelim. Şia'ya göre mut'a olayı Resulullah (s.a.a)'ın emriyle değil, 2. Halife'nin emriyle yasaklanmıştır. Yani şer'i bir hüküm değil sanevi bir hükümdür. Ehl-i sünnet ise bunu bizzat Peygamber'in yasakladığım söylemektedir. Elbette ki 2. Halife'nin kendisi de "Resulullah zamanında iki mut'a vardı. Ben bunları nehyettim. İşleyene de ceza vereceğim. Bunlar Mut'a-i hac (temettü1 haccı) ve mut'a-i nisa (kadınlarla mut'a)'dır." demiştir. Bu rivayet şia ve Ehl-i sünnet arasında mütevatir bir rivayettir.
Şimdi bakıyoruz bazı müslümanlar mut'ayı çirkin bir olay olarak görüyor ve zinadan başka bir şey olmadığını iddia ediyorlar. Haşa eğer zina olsaydı, zati bir çirkinliği olsaydı, Peygamber bir an bile olsa buna izin verir miydi? Şüphesiz ki hayır. Dolayısıyla bu yasaklanış da hükm-i sanevi konumundadır ve bu amelin çirkinliğini tescil etmez.
Ayrıca bu mut'a olayı şia'da şer'i bir haram ile yasaklanmamışsa da İran'da toplumsal olarak dışlanmış güzel görülmemiştir. Bugün İran'da öyle sanıldığı gibi her yerde mut'a edilmemektedir. Mut'a merkezleri ve evleri diye bir şey söz konusu bile değildir. Hüccet'ül İslam Rafsancani mut'a için çıkartılacak kanunlar üzerinde bir açıklama yapınca bunu kesinlikle evliler için yasaklayacaklarını söylemişti. Yani İslam devleti bir takım maslahatlar sebebiyle bu hükmü en azından evliler için askıya alacaktır. Zira günümüzde mut'a, bana göre evliler için ocakları söndürücü yuva yıkıcı bir olay haline gelmiştir. Evli erkekler mut'a edecek olursa zaten ailesine pamuk ipliğiyle bağlı olduğundan hemen ailesinden soğur ve asla ailesine örnek bir baba olamaz. Ayrıca kadınlar da böyle bir meseleyi artık kabul görmemektedir. Örneğin İslam'da çok evlilik kesin bir hüküm olmasına rağmen bugün kaç Müslüman kadın kocasının bir başka kadınla evlenmesine razı olabilir. Hatta İslam devleti maslahat gördüğü taktirde bu olayı da bir zamana kadar askıya alabilir ve yasaklayabilir. Dikkat edilsin haram kılar demiyorum. Zira helal ve haram peygamber dışında hiç kimsenin yetkisinde değildir. Ama İslam devleti çok evliliğin yuvalan yıktığını görürse bu hükmü askıya alabilir ve hükm-i sanevi ile yasaklayabilir. İslam'ın çağlar üstü bir din olmasının ve içtihad kapısının açık olmasının hikmet ve delili de budur. Dolayısıyla bugün İran'da da mut'a olayı toplum olarak çirkin görülmüş ve dışlanmıştır. Mut'a yapanlara toplum hiç de iyi gözle bakmamaktadır. Özellikle evli insanların mut'a yapması oldukça çirkin ve bir suç olarak değerlendirilmektedir. Ama bunun ötesinde mut'anın haram olup olmadığı, Peygamber tarafından yasaklanıp yasaklanmadığı hususu İslam alimlerinin ve büyük müçtehidlerin hükmüne bağlı bir husustur. Bu hususta gerçekten de değerli bir araştırmada bulunan Abbas Kazımı şöyle diyor:
Dostları ilə paylaş: |