Cephede üç ay kalıp savaşmışlar. Bu süre sonunda savaş bitmiş. Savaşın bitmesine hem kendisi hem de tüm askerler adına çok sevinmiş.
Savaş bitince de geri dönme hazırlığı başlamış. Askeri vapura bindiren komuta heyeti, onları biraz dinlendirmek için Japonya’ya götürmüş. Orada birkaç gün kalmışlar.
Bir ara abim, kendi kendine gülmeye başladı. Ben, bunun üzerine:
“Hayrola abi, kendi kendine ne gülüyorsun.” dedim.
“Japonya’da bir otelin üst katında yatıyorduk. Sabahleyin balkona çıkıp, caddeye baktım. İnsanların bir kısmı aşağıya, bir kısmı da yukarıya koşuyordu. Gidip, komutanı uyandırdım. “Komutanım! Komutanım! Japonlar caddede birbirini kırıyor.” dedim. Komutan bana gülerek “Çavuş, onlar işe gidiyorlar. Japonlar işlerine koşarak giderler.” demez mi? O an çok mahcup olmuştum. Ona gülüyorum.” dedi.
Abimle sohbetimiz iki, üç gün devam etti. O konuşurken Kuruni Savaşı’nda ölen İsmail Abim aklıma geliyor. O yüzden geceleri uykum kaçıyor. Zaman zamanda ağlıyordum.
Bu sene okul harçlığımı Şakir Abim verdi. Ardından da sıkı sıkı tembih edip, “Harçlığın biterse mutlaka yaz, hemen para yollarım.” dedi.
Okula doğru yol almak için abilerle vedalaşırken , küçük kardeşim Ahmet, amcamın oğlu Hasan benim elimi öpüyordu. Ben de onların alnından öperken, onlar da ağlıyordu. Bu hale içim sızladı. Tüm benliğimde bir deprem yarattı. Her yerim titriyordu. Daha fazla dayanamayıp, valizimi alıp yola çıktım. Yolda, hep o iki küçük adamı düşündüm.
Yıllarca Kirik Veli’nin çobanlığını yapmış, ondan hak olarak on beş kadar keçi almış, köyüme getirmiştim. Abilerim onlara iyi bakmış, ve onlarda 35-40 tane olmuştu.
Bu iki küçük adamı kurtarmak için, o malları satmaya karar verdim. Ya sonra? Sonrasını okul dönüşüne bıraktım. “Abilerimle konuşur bir karar veririz.” diye düşündüm.
Okuluma yine birkaç gün önce döndüm. Zira, bu yılki durum farklıydı. Çünkü, matematikten ikmale kalmıştım. “Ne olur, ne olmaz” diye düşünerek biraz ders çalışmak istedim. Bu arada benim gibi ikmale kalan arkadaşlardan çok önemli bir şey öğrendim. O da şu: Beni, söz verdiği halde ikmale koyan matematik öğretmenimin naklinin çıktığı. Bu habere çok sevinip eğitim şefine sordum. O anda üstümden bir dağ kalkıyor gibiydi. Bu kesin haberden sonra kitaplarla daha sıkı buluşmaya başladım. Zira, bu yaz onlardan çok uzak kalmıştım.
Ben, kitaplar arasına dalıp, kaybolup gitmişken okul hademesi bana geldi. “Seni imtihana çağırıyorlar.” dedi. Ben istenen yere vardığımda Bay ve Bayan Birol’lar beni bekliyordu.
Remzi Bey, “Yusuf, doğrudan tahtaya geç.” dedi. Ben de hemen tahtaya varıp, elime bir tebeşir aldım. Bana birkaç tane basit işlem sordular. Ben işlemleri tam bitirmeden Necla Birol “Tamam Yusuf, çıkabilirsin.” dedi.
O, munis Birol’ler , bir haksızlığın üzerime yüklediği ve altında ezildiğim zulmü üzerimden kaldırıp, beni mutlu ediyorlardı. Ayrıca da beni, resmen beşinci sınıf öğrencisi yapıyorlardı.
Okulda hoşça vakit geçiriyordum. Ders saati dışında hep kitaplıktaydım. Sınıfta yine bir unutulmaz olay yaşadım. Okula yeni bir fen dersi öğretmeni gelmişti. O da sınıfı terk eden öğretmen gibi optik aletler çantasını alıp, sınıfa geldi. Önden ve arkadan bağlı olan çemberleri bir mile takıp, mili çeviren kolu çevirmeye başladı. Eksen üzerinde hızla dönen çember, göbeği merkeze doğru çekmeye başladı. Genç öğretmenimiz de çok başarılı bir deney yapıyormuş gibi olayı bizlere gösteriyordu. Ben olaya hemen karışmak için söz istedim. O da “Ne istiyorsun?” dedi. Ben de:
“Öğretmenim bizi yanlış yönlendiriyorsunuz. Bu gösterdiğiniz olay merkezkaç kuvvetin meydana getirdiği bir olaydır. Çemberler süratle merkezden kaçarken göbeği merkeze çekiyor.” dedim.
Benim konuşmam henüz bitmemişti. Öğretmen süratle kapıya yöneldi ve kapıyı yüzüme çarparcasına çıkıp gitti. Bunun üzerine ben de arkadaşlardan iyi bir zıbık yedim. Onlar “Her öğretmenin hatasını bulmak zorunda mısın?” diyorlardı.
Aradan bir hayli zaman geçmiş, karne tatili gelmişti. Ben bu fırsattan yararlanıp hemen köyüme gittim. Tek amacım köyde boynu bükük kalan o iki küçük adamı kurtarmaktı.
Planladığım konuyu Şakir Abi’me anlattım. Sonra da:
“Abi, askerliğini yaptın. Şimdi sıra evlenme işinde.”
“Benim evlenmem seni neden ilgilendiriyor paşam?”
“Abi, senin evlenmen beni ilgilendirmiyor ama Ahmet’le Hasan’ı ilgilendiriyor.”
“Ya. Demek öyle. Onları essahtan mı ilgilendiriyor?”
“Elbette essahtan abi.”
“Deme ulan. Ben evlenirsem sıra onlara mı gelecek yoğsam?”
“Hayır abi. İş ciddi. Sen evlenip şehre göçeceksin. Bu çocukları da yanında götüreceksin. Onları bir sanatçı yanına çırak vereceğiz. Elleri ekmek tutana kadar sen onlara bakacaksın.”
“Vay bee! Demek öyle. Bu nasıl olur paşa? Hadi evlenmeye kalkalım. Evlenirken elimde olanı harcarım. Peki, biz dört kişi şehirde ne yer, ne içeriz?”
“Abi, orası kolay. Sen yeter ki “HE” de.”
Şakir abimi evlenmeye razı ettim. Ardından hemen köy turuna çıktık. O, köyde kimlerin kızı olduğunu iyi biliyordu. O’nunla akşama kadar kızı olan evleri dolaştık. Neticede o, Kürt Hasan’ın kızında karar kıldı. Ben, bu durumu büyük abime aktardım. O da çok sevindi. Meğersem büyük abim daha da aceleciymiş.
“Öyleyse elimizi çabuk tutup, hiç vakit geçirmeyelim. Bu akşam dünür gidelim. Hasan emminin kızını isteyelim.”
“Peki abi. Sen bilirsin.”
O akşam, Kürt Hasan’ın kızına dünür gittik. (Hasan Emmi konuştuğunu iyi anlatamadığı için ona “KÜRT” demişler.) Gece çok karanlıktı. O yüzden ellerimize top top çam çırası aldık. Çıraların yanıp tükenmeden varmak için acele ettik. Hasan Emmi’nin yanına varınca, kapıyı bizim gelinlik açtı.
Evde bir süre oturup, sohbet ettik. Bu arada da abim, kızı istedi. Hasan emmi birazcık düşündü ve sonra da “Hayırlı olsun. Düğün gayıtınızı görün.” dedi. Biz de hayırlı olsun diyerek, çam çıralarımızı yakarak yola çıktık.
Şakir Abim, Hasan Emmi için iyi bir damat adayı idi. Çünkü, köye göre varlık sahibi bir adamdı.
Hasan Emmi’nin “He” demesiyle ben, denklemi çözmüş oluyordum. Bu heyecanla eve geldik. Şakir Abim evde merakla bekliyormuş. Ona ilk müjdeyi ben verdim. “Hayırlı olsun abi, Allah mutlu etsin” dedim. Ayrıca birinci engeli aşarak ben de mutlu oluyordum.
İkinci gün abim, ısrarla soruyordu.
“Ulan çocuk. Ben şehirde ne yer, ne içerim? Hele de çocuklar, ben şehirde onlara nasıl bakarım?”
“Abi, orası kolay. Hiç merak etme.”
“Nasıl kolay paşam? Hadi söyle.”
“Kolay olanı, eğer hiçbir kimseye söylemezsen söylerim.”
“Hemi vallahi, hemi billahi söylemem.”
“Peki abi. Planım şu: Benim davar var ya. Onları satacağım. Sana ev tutup kirasını ödeyeceğim. Artan parayı sana vereceğim. Bu parayla ister bir iş yaparak, istersen bu parayı harcayarak çocuklara bakacaksın. Onlar iki sene içinde kendi kendine yetecek hale gelirler.”
“Tamam paşam. İstediğin gibi olsun.”
Evet, abimle anlaştıktan sonra okula döndüm. Fikren iyice rahatlamıştım. Bu durumdan daha iyi yararlanıyordum. Dershane, kütüphane ve yatakhane. Bunlar her gün beni kucaklıyordu. Bunlardan birisi beni daha sıcak kucaklıyor ve tüm kalbini açıyordu. Evet, anne gibi sıcak olan yer kütüphane idi.
Bir gün tarih dersi yapmaya hazırlanıyorduk. Fakat, edebiyat öğretmenimiz derse girdi. Çok sinirli bir hali vardı. “Hadi çocuklar kağıt, kalem çıkartın. 16 Mart öğretmen okullarının kuruluşu hakkında bir kompozisyon yazacaksınız” dedi.
Hepimiz şaşkındık. Bu alelacele yazıyla anlatımın amacı neydi? Sorma ve itiraz etme hakkımız yoktu. Neyse ki öğretmen kısa bir açıklama yaparak, merakımızı giderdi.
“16 Mart öğretmen okullarının kuruluş günüdür. Bu kuruluş gününü en iyi anlatan kompozisyon birinci seçilecek ve 16 Mart günü okutulacak. Diğer sınıflar bir süredir hazırlık yapıyorlarmış. Sizde ona göre hareket edin.” dedi.
Biz olanca gücümüzle yazı yazarken, öğretmen çenesi düşmüş gibi kendi kendine konuşuyordu. Belli ki o, çok öfkelenmişti.
Az sonra, ayakta duruyor gibi oturduğu masadan kalkıp aramıza daldı ve önümüzdeki kağıtları toplamaya başladı. Demek ki 45 dakika dolmuştu.
Biraz önce de söylediğim gibi, yazılı anlatıma ansızın başladık. Bu yüzden de kafam bomboştu. Yazacak hiçbir bilgim yoktu. Öyle olunca da yarı gırgır, yarısı muziplik ve yarısı da hiçbir kimsenin yazmayacağı kelimeleri sıralayarak, bir kompozisyon yazdım. Öğretmen benim kağıdı almaya geldiğinde hem kağıdı veriyor, hem de gülüyordum. O da “Ne gülüyorsun çocuğum?” diyerek kağıdı aldı.
Öğretmen kağıtları alıp, gitmişti. Ama ben hala gülüyordum. Bu halimi gören bazı arkadaşlar; “Ne oldu Yusuf? Deli gibi neden kendi kendine gülüyorsun? diyorlardı. Ben ise, bence gülünç olan yazılı anlatımıma gülmeye devam ediyordum.
Yatılı okullarda herkes Pazartesi ve Cumartesi öğlene kadar okul sınırı içindedir. Asla sınır dışına çıkamaz. Sadece Cumartesi öğlen sonu ile Pazar günü akşama dek gezip, dolaşmak serbesttir.
Havanın çok güzel olduğu bir Cumartesi günüydü. O gün hepimiz için bayram sayılırdı. Ben de bu bayramı doya, doya yaşamak için, son derste “çık zili” çaldığı an yatakhaneye koştum. Üzerimdeki elbisemi çıkartıp, en eski giysilerimi giydim. Bu arada yemek zili çaldı. Yemekhaneye gelip, yemeğimi yiyordum ki, tören zili çaldı. Yarı aç, yarı tok tören alanına koştum. Burada sınıf, sınıf sıra olup bayrak merasimi yaptık. Tören alanından dağılmak üzereyken merasimi yöneten Rıza Kıvrak; “Çocuklar dağılmayın, biraz bekleyin” dedi.
Bu emir üzerine biz merakla beklemeye başladık. Biz beklerken kısacık boyu ve tombul vücuduyla edebiyat öğretmeni Melahat Hanım merdivenleri tırmanmaya başladı. Ağır, ağır yürüyerek, selen direğinin yanına çıktı.
“Çocuklar, ismini okuyacağım arkadaşlar buraya gelsinler.” dedi.
Bizler, pür dikkat ve heyecanla beklemeye başladık. O elindeki paketleri bayrak direğinin yanına koyup, cebinden bir kağıt çıkarttı. Bizim merakımız daha da artıyordu.
“Yusuf Karakaş! Ömer Çalışır!” diye bağırdı.
Ben, kulaklarıma inanamadım. Bu yüzden de çağrıya uymadım. Üstelik, kılığım da çok kötüydü.
Ömer Çalışır, istenen yere varmış, bekliyordu. Melahat Hanım; “Yusuf Karakaş !” diye bir daha bağırdı.
Ben kıyafetimden utanıyor, istenen yere gitmiyordum. Zira, alanda iki bin kişi vardı. Fakat, arkadaşlar zorla tutup öne çıkardılar. Ben de mecburen selen direğinin yanında durdum. Öğretmen;
“Arkadaşlar! Bu çocuklar, 16 Mart öğretmen okullarının kuruluşu hakkında yazdırılan kompozisyon yarışmasını kazanmışlardır. Önce sizlere bu yazılı anlatım birincisini tanıtıyorum.” diyor, boş eliyle de beni toplumun önüne çekiyordu. “Okul birincisi 5-A sınıfından Yusuf Karakaş, okul ikincisi de 6-B sınıfından Ömer Çalışır. Bu arkadaşlarınızı kutluyorum. Okul idaremiz bu arkadaşlarınıza birer saat, birer gömlek ve birer çift çorap hediye etmiştir” diyordu.
Melahat Hanım beni tanıtırken ben, pasaklı kıyafetimden utanıyor ve terliyordum. Hele de toplumun alkışı, sanki üzerime çökmüş bir dağ gibiydi.
Hediyelerimi aldıktan sonra merdivenlerden süratle inip, arkadaşlarım arsına karıştım. Çok mutlu olacağım yerde , aksine çok mahcup olmuştum.
Ben köşe bucak saklanmaya çalışırken, tüm öğretmenler beni kutluyor, kılık ve kıyafetime bakmıyorlardı. Ama en son gelen sınıf ve edebiyat öğretmenim beni hem tebrik ediyor, hem de;
“Yusuf, bu ne hal böyle?” deyip kahkahayla gülüyordu.
Bir ara onunla göz göze geldik. Gözlerinin içi bile gülüyordu. Kendi sınıfından birinin okul birincisi olması, sanırım onu çok mutlu etmişti.
Bu yıl okulumuza beş tane genç öğretmen gelmişti. Edebiyat öğretmenim yanımdan ayrılınca, onlar etrafımı sardı. Ben pasaklı kıyafetim içinde ezilip, büzülürken her biri ayrı ayrı sorular soruyordu. Onların sorularını cevaplarken, sıkılıp ve terlediğimi hiç fark etmiyorlardı. Sorularının ardı arkası kesilmiyordu.
Ben, onların sorularını cevaplarken, arkadaşlarım hürriyetine kavuşmuş, kırlara ve tepelere doğru uçuyorlardı. Nihayet ben de soru yağmurundan kurtulup, yatakhaneye koştum. Verilen eşyaları valizekoyup, saati de koluma takıp, okul surunun dışına dek koştum. Surun büyük kapısından çıkarak, özgürlüğüme kavuştum. Zira, bir çoban çocuğu olan benim için özgürlük, yediğim ekmek ve içtiğim su kadar önemliydi. Çünkü, ıssız dağlarda davar güderken kurtlar ve kuşların özgürlüğünü tatmıştım.
İşte o gün, özgürlüğe tek başıma koşmuştum. Ayaklarım beni götürüyorlardı. Birileri, “Bir dağa kuş da çıkar, yılan da. Ama biri uçarak, öbürü sürünerek” der ya. Ben de öyle kuş gibi uçarak Dumanlı Dağın tepesine çıktım. Heyecanımı ve duygularımı o bembeyaz karlara anlattım. Zira, onlar göründüğü gibiydi. İçi de, yüzü de tertemizdi, bembeyazdı. Karı erimiş bir ağacın dibine oturarak, sevincimi ve mutluluğumu onlarla paylaştım.
Uzun bir süre kaldım orada. Okuduğum okula kuş bakışı baktım. Hayal kurdum usamca ve onlarla doyasıya yaşadım.
Artık iyice dinlenmiştim. Şimdi kitap okuma zamanıydı. Hemen yanımda getirdiğim “Konuşma Sanatı” adlı kitabı okumaya başladım. kitabın derinliklerine iyice dalmıştım. Başımı kaldırıp ve saate baktığım vakit, zamanın bir hayli geçmiş olduğunu gördüm. Okul kapısının kapanmasına çok az bir vakit kalmıştı. Şayet, kapı kapanmadan içeri giremezsem, bir daha içeri girmek çok zorlaşırdı. Çünkü, ilk iş olarak disiplin kuruluna verilirsiniz. Tüm bunları düşünerek en kısa yollardan okula koştum. Zaman dolmadan surun içine girdim.
Vakit su gibi akıp gidiyordu. Bu hızlı akıntı da 16 Mart gününü getirmişti. Bu günü önemli gün sayan öğretmen okulu, bu sebeple bir tören düzenlemiş, herkesi oraya çağırmıştı.
Törende ilk konuşmayı okul müdürü B. Canatan yaptı. Müdür beyin konuşması bitince, benim ismim anons edildi. O anda beynimden vurulmuş gibiydim. Tüm benliğim tir tir titriyordu. O büyük toplumun karşısında benim ne işim vardı? Aklıma ilk gelen şey oradan kaçmak oldu. Hemen arkadaşların arasına karışıp, boyumu kısaltarak yavaş, yavaş tören alanını terk ediyordum ki, edebiyat öğretmenim karşıma çıktı. O, Çin Setti gibi önüme dikilmiş, “Nereye böyle Yusuf?” diyordu. Dondum kaldım. Cevap veremedim. Ama O; “Hadi git, çık kürsüye konuş.” dedi.
Başka çarem kalmamıştı. Titreyen bacaklarımla kürsüye çıktım.
Oraya varınca hemen elime bir yazılı kağıt tutuşturup, “OKU” dediler. Kağıdı şöyle bir gözden geçirdim. Bu kağıt, yarışmaya katıldığım yazılı anlatım kağıdıydı. Bu beni biraz cesaretlendirdi.
Ben “MİKROFON” denen demire yaklaşırken, kağıt elimden kaçacakmış gibi titriyordu. Zira, o demirle ilk defa tanışıyordum. Kafam, korkunç bir şekilde uğulduyordu. Satırları yazdığım gibi okuyordum. Ama hiçbir şey duymuyordum. Okuduğum satırları bitirince müthiş bir uğultuyla karşılaştım. Tüm toplum beni alkışlıyordu. Ben de o heyecan içinde herkesi selamlayıp, arkadaşlarımın arasına karıştım.
Genç öğretmenler ve özellikle edebiyat öğretmenim de özellikle beni tebrik ettiler.
Yavaş, yavaş kendime güven geliyordu. Çünkü, sokağa atılmışlıktan çıkıyor ve bir yere doğru gidiyordum. Bu yüzden tanrıma dua, öğretmenlerime de teşekkür ediyordum. Önüme bir set çıkarmamasını Allah’tan diliyordum.
Üretken olan her toplumda olduğu gibi, öğretmenler de ürettiklerini sergilemek isterler. Onların sergi alanı bilimsel yarışmalardır.
Okul tatiline epeyce yaklaşmıştık. Bir akşam “Yemekten sonra hazırlıksız konuşma yarışması var. Yarışmaya katılmak isteyenler, Melahat öğretmene adını yazdırsın.” deniyordu. Bizler de yemeklerimizi bitirmiş, dışarı çıkmak üzereydik ki, kütüphane arkadaşım yanıma geldi.
“Afiyet olsun çocuklar.” dedi.
“Sağolun efendim.”
“Yusuf, seninle konuşmak istiyorum. Biraz gelir misin?”
“Peki efendim.”
Hemen ayağa kalktım ve öğretmenimle birlikte dışarı çıktık. O’na :
“Buyrun efendim.” dedim.
“Bu akşam hazırlıksız konuşma yarışması düzenlemişler. Ona katılacak mısın?”
“Henüz karar vermedim efendim.”
“Katıl istersen, bir kaybın olmaz.”
“Peki olur, efendim.”
Edebiyat öğretmenim ve kütüphane arkadaşım ile bir süre tur attık. Sonra o, evine gitti, ben de yarışmak için gidip adımı yazdırdım. Ardından da arkadaşların arasına karıştım. Onlarla bir müddet dolaştık. Bu arada, “Hazırlıksız konuşma zamanı gelmiştir. Herkes yemekhaneye gelsin.” diye anons edildi. Bunun üzerine hepimiz yemekhaneye gittik. Müsamere alanı güzelce düzenlenmiş ve jüri üyeleri hazır bekliyordu. Fakat arada garip bir durum vardı. Çünkü, jüri üyeleri iki edebiyat ve iki de diğer ders öğretmenlerinden oluşuyordu. Zira, bu jüriye bizim edebiyat öğretmeni ve diğer edebiyat öğretmeni alınmamıştı. Jüri başkanı da Melahat Hanımdı. Bu oluşum kafamı iyice karıştırdı. Fakat bir anlam veremedim.
Herkes salona doluşup, sessizlik oluşunca da yarışma başladı.
Melahat hanım çağırdığı arkadaşlara çok anlamlı konular veriyor, onlar da güzelce konuşup, bir dakikayı dolduruyorlardı. Bir ara sıra bana geldi. Melahat Hanım:
“Yusuf Karakaş, mendil hakkında bir dakika konuş. Süren başladı.” dedi.
Bu durumu hayretle karşıladım. Çünkü, benden önceki arkadaşlara kitap, orman, ova, tarım gibi , geniş alanlı konu verirken bana, alanı ve kapsamı olmayan bir konu veriyordu. Ben de şaşkın, şaşkın öğretmene bakıyordum. O ise:
“Hadi başla, hadi başla.” diyordu.
Ben de bu durumu reddeder gibi, iki cümle söyleyip, konuşma alanını terk ettim. Melahat Hanım da Veli Çakar adında bir arkadaşı birinci ilan etti. Veli’den sonra Ömer Bozkurt, en sonunda da benim ismimi okudu. Dereceye giren isimleri okuduktan sonra da “İsmi okunan arkadaşlar buraya gelsin.” dedi.
Bu kayırmaca karşısında vücudum tir tir titriyordu. Hemen dışarı doğru yöneldim. İçimden de :
“Kaderi çevirmek elimde değil,
Yek geliyor attığım zar işte” diyerek Mustafa Arif Arık’ın dizelerini söylüyordum.
Bu haksızlık karşısında çok üzüldüğümü, o yüzden salonu terk ettiğimi gören edebiyat öğretmenim de peşimden geliyordu. İkimiz birlikte dışarı çıktık. O, beni teselli etmeye çalışıyordu. Bu nedenle epeyce dolaştık. Aradan epeyce zaman geçmiş olmalı ki “yat” zili çaldı. Biz de birbirimize iyi akşamlar dileyerek vedalaştık.
İkinci gün, yeni öğretmenler ve edebiyat öğretmenimle enine boyuna tartıştık. Asıl amaç; yeni öğretmenlermiş. Çünkü Melahat Hanım ve ekibi eğitim enstitüsü mezunu, yeni öğretmenler ise fakülte mezunuymuş. Kısacası atlar tepişiyor, eşekler ölüyormuş.
Benim için de hoş olmayan, Melahat Hanım’ın davranışı karşısında, genç öğretmenler beni teselli ediyor ve ileriye dönük ümit veriyorlardı. Onlarla adeta kardeş gibi olmuştuk. Bu içten saygı ve sevgiler gelişirken yaz tatili de gelip çattı.
Okulda, aylarca anne-baba hasreti çeken herkes evine doğru yola çıkıyordu. Ben onlara uymadım. İki gün okulda kaldım. Amacım, saygı duyduğum öğretmenlerimle hoşça vedalaşmaktı. İki gün sonra ev ev dolaşıp, saygı duyduklarıma teşekkür edip, vedalaştım. Çünkü, ilk defa böyle bir olay yaşıyorlarmış.
Bu yılki rotam kendi köyümdü. Öğretmenlerimle vedalaştıktan sonra yatakhaneye gidip, valizimi aldım. Birkaç günlük yolculuktan sonra yüzünü görmediğim babamın, o tatlı sesini duymadığım annemin köyüne geldim.
Köyümde bir hayli değişim olmuştu. Şakir Abim evlenmiş, eve yeni bir gelin gelmişti. Hem ev halkı, hem de gülen yüz çoğalmıştı. Belki de öğretmen olacağımı bilmeleri onları daha güler yüzlü olamaya itiyordu.
Ülkemiz iyiden iyiye yaz mevsimine girmişti. Her yerde ekin biçiliyor, deste çekiliyor ve harman sürülüyordu. Abimler de herkes gibi ekini biçmiş, desteyi çekmişti. Oranın ekinini biçip, harman koşmuştuk.
Bir öğlen vaktiydi. Atları düğenden çıkartıp, yemledikten sonra biz de, bayanların hazırladığı sofranın etrafına toplanmıştık. Şakir Abim’in hanımı, yani acar gelin taze fasulye pişirmiş ve herkesin tabağına pay etmişti. Bu sebze bahçemizden yeni çıktığı için ona iştahla saldırdık. Ne var ki bu saldırı ansızın olurdu. Sanki önümüzde bir Çin Setti vardı. Hepimiz teslim bayrağını çektik. Çünkü, acar gelin fasulyeyi hiç pişirmemişti. Fasulyeler ağzımızda çatır çutur ediyordu. Zavallı abim çok utanmıştı. Zira, hepimiz aç kaldık. Kuru ekmekle karnımızı doyurmaya çalıştık. Ama olmadı. Yaz sıcağında kuru ekmek yenmiyordu.
Baba memleketimdeki ilk yaz tatilim oldukça iyi geçiyor ve okul vakti yaklaşıyordu. Sıra benim için en zor işe gelmişti. Zira, Şakir Abi’me bir sözüm vardı. Köydeki bütün malımı satıp onu şehre götüreceğimi söylemiştim. Yedi, sekiz yıl içinde kırk küsür davarım olmuştu. Bu kadar malı satmak bir yönüyle zor geliyordu. Yıllarca bu mallarla uğraşan büyük abimi nasıl ikna edecektim? İkna olsa bile çok üzülecekti. Öbür yanda ise üç kişinin geleceği söz konusuydu.
Bir akşam vaktiydi. Tüm aile bir aradaydık. Konuyu korka çekine abime açtım:
“Ali abi, Ahmet’le Hasan’ı şehre götürüp bir sanatkara çırak vereceğim. Ancak bunlara bir-iki yıl bakması için Şakir abimin de gitmesi gerekiyor. Bunun için de davarı satmam gerekiyor.” dedim.
Büyük abim uzunca düşündü. O düşünürken de ben korkuyordu. Bir müddet sonra, üzgün, üzgün:
“Sen kesin kararını vermişsin. Mal senin. Ben ne derim ki. Allah utandırmasın.”
“Canım abim kusura bakma, olur mu?”
Sevgili abimle biz konuşurken, eşinin gözlerinden billur gibi damlalar art arda, kadının göğüslerine doğru akıyordu. Çünkü, canı gibi sevdiği kara keçilerinden ayrılacaktı.
Abimden malları satma iznini aldıktan sonra, Sarı Kahya Osman’a gittim. Bizim yörenin mallarını hep o adam alırmış. O’na topluca mal satacağımı söyledim. O da “Olur gelir alırım.” dedi.
Tüccar, kısa bir süre sonra köye geldi. Malların hepsine ayrı ayrı fiyat biçip, parasını ödedi.
Adamlar, yıllarımı vererek ürettiğim malları önlerine katarak götürmeye başladı. Biz de o zaman göz yaşlarımızı tutamaz olduk. Hepimiz ağlıyorduk. Adamlar görünmez oluncaya dek ağlayarak, ayakta takip ettik. Hele de bayanlar uzun süre ağladılar. Uzun bir süre hiç konuşmadık. Bu durum her birimizi bir yöne itip, dağılıp gidiyorduk. Ben de “Acaba doğru mu yaptım?” diyerek kendi kendime soruyordum. Bu soruyu defalarca sorarak vakit geçirdim. Ne kadar sordum, bilmiyordum. Akşam olmuştu.
O akşam yemekten sonra herkesten kaçarcasına gidip yattım. Ne var ki hiç uyuyamadım. Malın hepsini satmakla abilerime karşı bir suçluluk duyuyordum.
Sabahleyin erkenden kalkıp, Şakir Abi’mle birlikte, alaca karanlıkta şehre doğru yola çıktık. “Güvercinlik” denen yere gelip, mola verdik. Orada bir su kuyusu vardı. Abim kuyudan su çıkardı. Burada hem yorgunluğumuzu giderdik hem de karnımızı doyurduk.
Su kuyusu bukelamun sırtı gibi bir tepede ve yılları yara yara gelmiş bir ulu ağacın dibindedir. Etraf çok güzeldir. Yol sırtın üzerinde ve kuzeyden güneye uzanır. Adına da “sırt” yol denir. Sırtın doğu eteğinde “Meletmez” suyu, batı eteğinden de “Kırk Su” Akdeniz’e ulaşmaya çalışır.
Bu tertemiz ormanın içinde iyice dinlendikten sonra yola çıktık. İkimiz de yaya olduğumuz için en kısa yerlerden gidiyorduk. Bu yüzden yolumuz “Ferhat Tepesi’ne” uğradı. Burada tarihi kalıntılar vardı. İri taşlardan yapılmış ev odaları hala ayaktaydı. Her yanı bir medeniyet taşıyan, Mısır piramitleri gibi etrafı seyredercesine tek başına yükselen bu tepeyi epeyce dolaştık. Sonunda da her yanık yolcuya su veren kaynaktan su içip, şehre doğru yola çıktık.
Yol, Ferhat Tepesinden adeta akıyordu. Biz de bu yolun akışına uyup, kısa bir süre sonra şehre geldik. Akşama bir hayli zaman vardı. Ben:
“Abi, hemen işe koyulalım.” dedim.
“Önce bir ev kiralayalım, gerisi kolay.”
“Olmaz abi. Önce çocuklara birer iş yeri bulalım. Eğer onlara birer sanatkar yanı bulmazsak şehre boşuna gelmiş oluruz.”
“Hayır. Öyle olmaz. Eğer önce bir ev kiralar ve ben göçer gelirsem, her zaman iş ararım. İşi bulunca da köye gidip, çocukları alır getiririm.”
Abimle tartışarak ilerliyorduk. O, bir dükkanın önünde durdu. Haliyle ben de durdum. Dükkancı nur yüzlü, beyaz sakallı biriydi. O, abimin tanıdığı biriymiş. Beni de tanıştırdı. Adı Mahmut’muş. Babamın da asker arkadaşıymış. Hoş-beş ten sonra Mahmut emmi:
“Çocuklar ikiniz birden bu sıcak şehirde ne arıyorsunuz? Görüyorsunuz, hava çok sıcak.”dedi. Abim:
Dostları ilə paylaş: |